Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.
Soruya Soruyla Cevap: Olabildim mi?
Çocukluğumun yazları ve tüm tatilleri
anneannemin tek katlı bahçeli evinde geçerdi.
Hiç göremediğim dedemden kalan kocaman,
tahta, mavi bir sandık vardı. Boyumdan büyüktü ve içi dedemin kitaplarıyla
doluydu.
Gündüzleri Ege güneşi kavurur, siyah
beyaz televizyonumuz akşamdan akşama açılırdı. Tüm günüm bomboş olduğundan o
sandıkla geçerdi.
Bahçedeki asmadan topladığım korukları
tuza banıp yerken gözlerim kapanana kadar kitap okumak en sevdiğim şeydi ve bu
yaşıma kadar o huzurun üzerine çıkabilen an pek olmadı.
Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Orhan Kemal
ve Aziz Nesin vardı sandıkta. Rus ve Bulgar klasikleri vardı bir de Varlık
Yayınları tiyatro serisi.
7-8 yaş için garip sorular sormaya
başlayınca annem beni Rıfat Ilgaz ve Muzaffer İzgü ile tanıştırdı. Ökkeş
serisini elimde parçalanana kadar okudum.
Hababam Sınıfı'nı okurken gülmekten
sedirden düştüm. Sonra da Aziz Dede'ye düştüm, hayatımda bir kere kendimi yere
atıp ağladım onda da imza gününde Tüm Eserleri özel sayısını bana almadılar
diye.
İyi bir okur oldum.
İlkokulda Türkçe dersi ile barışamadım
başlarda.
Ben zaten okumayı sökmüş, güzel bir
dünyaya girmiştim. O kelimenin görevi edatmış, zamirmiş, dolaylı tümleçmiş kime
ne?
Okul bir etüt açtı, beni de oraya
yazdırdılar. Çocuklara çocuk gibi davranmayan, yetişkinmişiz edasıyla yaklaşan
güler yüzlü bir lise öğretmeni geldi.
Önce masal anlattırdı bana. Sonra
"Çok beğendim bunu yazıp getirir misin?" dedi.
Yazarken anlattığımdan daha uzun ve
güzel bulduğunu söyledi. Benim için böylece kompozisyon sayfası açıldı.
Sınıfta heyecanla kompozisyon ödevi
verilmesini bekler oldum.
Baktım ki ben yazarken düşüncelerimi
daha iyi ifade ediyorum, duygularımı kontrol edebiliyorum.
Düşündüğümü yazayım diye oturuyorum ama
yazarken daha iyi, daha geniş düşünüyorum.
Ergenlikte anneme, babama kızardım,
oturur yazardım. Arkadaşıma darılır yazardım, içim sevgiyle kabarırdı,
yazardım.
Yetmedi mektup arkadaşı edindim, hiç
tanımadığım birilerine yazdım.
Lise bitti, Siyasal'ı kazandım. Çarşaf
dediğimiz o devasa sınav kağıtlarına sayfalarca yazdım.
Göz korkuturcasına uzun yazdım,
Anayasa'yı, Uluslararası Hukuku, Karşılaştırmalı Siyasal Sistemleri ve hatta
Kamu Maliyesi'ni
"Hocam bir kağıt daha alabilir
miyim? diye diye yazdım.
Okul bitti, işe başladım. Sosyal medya
yok, internetin en iyisi işte var, evdeki hala "dial-up".
Hala çok okuyordum, okuduklarım aklıma
farklı olayları, bakış açılarını getiriyor ama yazacak yer bulamıyordum.
Bornova Anadolu Lisesi mezunlarının
açtığı bir "mail grup"ta üyeliğim oldu. Oraya yazmaya başladım. Yani
aslında uzun bir e-posta yazıyordum. Sonra birileri onu alıp başkasına
iletiyordu: "forward mail"lerin içeriğindeki bir yazardım artık.
Benden üst dönemler, yani ablalar,
abiler yanıt veriyordu. "Aferin kız" diyorlardı. O zaman daha çok
yazasım geliyordu. Aferin kelimesi, neslim için kıymetli bir hediye gibiydi,
bizim zamanımızda pek sık bulunmazdı.
Yazılar elden ele yayıldıkça
gazetelerde bazı köşe yazarları benden bahsetmeye başladı: "Bir e-posta
geldi arkadaşımdan, genç bir kadının kaleminden çıkmış..." diyorlardı,
alıntı yapıyorlardı.
Sonra Ekşisözlük 6. nesil yazar
alımlarına başladı, oraya yazar oldum.
İşte o ara yazdıklarımın okunduğunu fark
ettim. Birine değil, ortaya yazıyordum, insanlar okuyordu. Hem de karşılık
veriyorlardı.
Yanıtlıyorlar, mesaj gönderiyorlardı.
Kendim gibi insanlarla buluşmanın bir
yolunu daha bulmuştum. Yazı beni kalabalıklaştırıyordu, ben de kalabalık bir
yaşamı çok seviyordum.
İlk kez Ekşisözlükçülerin çıkardığı Ekşi
Dergi'de bir yazım basıldı. Sonra kolektif bir kitapta öyküm. Sonra kolektif
başka bir kitapta daha.
Bir gün, yine Ekşisözlük'ten genç bir
kadın benimle röportaja geldi. O kadar eğlenceli vakit geçirmiştik ki bir
saatlik röportaj diye oturup birlikte içmeye başlamış, saatler sonra gece
yarısında ayrılırken sımsıkı kucaklaşmıştık. Birbirimizi çok sevdik,
birlikte madambrownie.com diye bir site yapıp
orada kadınlık halleri yazmaya başladık.
Okurumuz bol oldu, iş büyüdü, ikimiz
ortak olduk, bir ajans kurduk. 10 yılı geçti, birbirimize yoldaşız hala. Kendi
işimi yapmak biraz özgürlük vermişti, o sıralar Evrensel Gazetesi benden bir
pazar yazısı istedi. O kadar heyecanlandım ki her şeyi bir kenara bırakıp hemen
oturup yazdım. Hatta yetinmedim iki yazı yazdım: "Siz seçin" dedim.
Bir daha istediler yine şevkle yazdım.
Ne kadar yazı isterlerse o kadar yazdım.
Bavul Dergi kuruluyordu, ilk sayısı için
bir yazı istediler. İlk kez bir dergide yazıyordum, basılacağı gün heyecandan
uyuyamadım.
Dergi çıkınca bizi röportaja çağırdılar
şimdilerde kapatılmış olan İMC kanalına.
İzlerken baktım, alt bantta adımın
başına "yazar" kelimesini koymuşlar. Televizyonun fotoğrafını çektim.
O alt banda uzun uzun baktım. İlk kez gördüm adımın başında "yazar
sıfatını.
Bir yıl sonra beni Everest Yayınları
aradı. Rüya gibi bir şey oldu: onlar istedi, ben üç ayda yazdım, üç ay da
düzenlenmesine harcadık ve ilk kitabım çıktı.
Söyleşilerden birinde "Editörlere
gönderirken nasıl dosya hazırlamalı? Yazar olmak için ne yapmalı?" diye
sordular.
Bilmiyorum, dedim. Ben çok şanslıydım
çünkü dosya ile yayınevi yayınevi gezmedim.
Bunu söyledikten sonra nasıl olduğunu
anlatırken bir de baktım ki ben kendimi bildim bileli yazmışım.
Belki de yirmi sene, imkan bulduğum her
yere yazmışım, her isteyene, her gerekene ikiletmeden yazmışım. Tarihi bir gün
bile kaçırmadan, kelime sayısını tam dedikleri ölçüde tutmaya çalışarak.
Sözlüye kaldırılmak için ön sırada oturan öğrenci gibi günü gününe çalışarak,
ödevleri hep renkli kalemle süslemeye uğraşarak, özene bezene yazmışım.
Nasıl yazar olunur bilmiyorum, ben
sonunu düşünmeden, sonsuz yazarak oldum. Yazar olmak için değil, yazmaktan
keyif aldığım için, okuyanın beni anlama ihtimalinin heyecanıyla, kendimi
anlatabilmek umuduyla, aynı pencereden bakanlarla yazı vesilesiyle buluşuruz
belki diye, zaman zaman düşüncelerimi toparlayabilmek için, zaman zaman içime
atamadığımdan, bir zaman sonra da başka türlü rahat edemediğimden yaza yaza
baktım ki yazar olmuşum.
Şimdilerde düzenli olarak aylık iki
dergiye, haftalık olarak gazeteye, zamanı geldikçe Rağmen'e ve hala nereye
istenirse yetişebildiğim kadar yazıyorum.
İkinci kitabım pandeminin ilk günlerinde
Karakarga'dan çıktı. Yine şanslıyım dedim, yine dosya elimde gezmedim.
Ama şimdilerde bilgisayarımda yarım
kalmış bir romanla düzenli olarak bakışıyorum.
Tam zamanlı bir işte ekmeğimi kazanıyor,
iki çocuk yetiştiriyorum.
Her güne bir vaka çıkıyor, adliyelere,
emniyet kapılarına koşturuyorum herkesle birlikte, hep birlikte sokağa,
alanlara çıkmak gerektiğinde eve sığamıyorum.
Gitmesem oturur yazarım, gitmesem kendim
olamam, o zaman da yazsam neye yarar diyorum.
Başka türlü bir yazar olmayı hayal
ediyorum zaman zaman.
Sabahları kahvemi alıp telefonu kapatıp
camın önündeki masaya oturup yazdığım karaktere bürünüp parmaklarıma kramp
girene kadar yazsam diyorum
Yazmaktan yorgun düşüp elimde bir
kitapla divanda uyuyakalsam. Çalışanların mesaisi biterken kısacık uykumdan
uyansam, bir demlik çay koyup yeniden başlasam.
Bizde sabah ezanı diye anılan, doğanın
uyandığı, varlığından haberdar bile olmadığımız hayvanların seslerinin şehrin
merkezindeki balkonlardan duyulabildiği, göğün maviye döndüğü saatlere kadar
yazsam. Fırıncılar kepenkleri açarken yeniden kısa bir uykuya yatsam. Sonra
kalkıp kahvemi alıp...
Bir gecekondunun salonunu mu yazıyorum,
öyle içine girsem ki tutuşmayan ucuz kömürü beslemek için habire sobaya atılan
çıraların kokusu gelse burnuma.
Karakter mi yazıyorum, hiç bölünmeden
öyle uzun düşünebilsem ki üzerine, burun kenarındaki ufacık iki yağ bezesine
hiç dikkat etmeyişi üzerinden kendine boş vermişliğini anlatabilsem, karakterim
aynaya bakmıyor olsa ama ben aynaya baktığımda bir an onunla yüz yüze gelecek
gibi hissedebilsem. Yetişmesi gereken raporlar kovalamasa, çocuklar üç öğün
acıkmasa, mutfak dağılmasa, ev tozlanmasa, telefonum sürekli çalmasa, her gün
peş peşe toplantı benimse sürekli uykum olmasa, zamanı kovalamasam da içinde
salınsam, tek işim keşke yazmak olsa.
İşte ben o gün gönül rahatlığıyla
"yazar oldum" diyebileceğim.
Var bir hayalimiz…
Ayşen Şahin
* Bu yazı ilk kez 16 Mart 2021 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder