Ortaokul ikide Türkçe öğretmenimiz Ertuğrul Karakoç –nurlar
içinde yatsın– her hafta edebi bir türü işler ve ertesi haftaki derse kadar o
türde bir şeyler yazmamızı isterdi. Öykü, makale, deneme, röportaj vs
yazdığımızı hatırlıyorum dönem boyunca. Yazma uğraşını kafaya takmış olmalıyım
ki hevesle hazırlardım Türkçe ödevlerini. Bir derste ödevimi okuduktan sonra, Ertuğrul
Bey, “Çalışırsan senin iyi bir yazı hayatın olabilir,” demişti, çok sevinmiştim.
Aklıma önceki yaz okuduğum Aziz Nesin’in Böyle
Gelmiş Böyle Gitmez kitabı gelmişti. Nesin’in çocukluk ve gençlik anılarını
anlattığı bu kitapta öğretmenlerinden birinin ona benzer bir şeyler söylediğini
okumuştum. Beni çok mutlu ettiği gibi, motive de etmişti öğretmenimizin övgüsü,
kendime güvenimi artırmıştı.
O yıllarda yazar hatıraları okumayı çok severdim, Muzaffer Buyrukçu’nun
günlükleri, Rıfat Ilgaz’ın Yokuş Yukarı’daki,
Mehmed Kemal’in Acılı Kuşak’taki anıları,
Nurer Uğurlu’nun Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi
kalmış aklımda. Anlattıklarına özenirdim. Hoş, o yaşlarda ne okusam özenirdim
ya, yazarların hayatlarında beni cezbeden başka bir şeyler vardı. Edebiyatçıların
hayatlarını okuduğumda bu işin yolunu, yordamını, inceliklerini öğreneceğimi,
okumasını çok sevdiğim kitaplardaki gibi bir şeyler yazabileceğimi düşünürdüm
herhalde. Büyülü gelen bir yan vardı bu hatıralarda; hiç kolay hayatlar değildi
üstelik, eziyet, sefalet, geçim derdi, sıkıntılarla doluydu ama cazip gelirdi.
Arkadaşlıklar, tartışmalar, polemikler, kitapları yayımlandığında duydukları
heyecan. Edebiyata düşkünlükleri yakın gelirdi, güzel bir şey okuduklarında
duydukları sevinçler mesela. O zamanlar hiç farkında değildim, böyle ifade
etmezdim, ama şimdi o yaşlarımı düşündüğümde, edebiyatçı hatıralarını okurken
kelimelere, kelimelerle yaratılan dünyalara tutkuyla bağlananlardan olduğumuzu da
içten içe fark ederdim sanırım; bir yakınlık, bir ahbaplık duyardım.
Bizim evin kitaplarla ve edebiyat dergileriyle dolu olması
bir etken olabilir bunda. Bu konuda çok şanslıydım. Babam yıllar boyunca takip
ettiği Varlık, Türk Dili, Yeni Ufuklar,
Yeni Dergi gibi dergileri biriktirmiş ve ciltletmişti. Birkaç güncel
edebiyat dergisini de sürekli alırdı. Sıcak, sıkıcı Adana yaz öğleden sonralarını,
okuduklarımın büyük kısmını anlamasam da, bu dergi ciltleriyle geçirirdim.
Benden bir buçuk yaş küçük erkek kardeşimin kitaplarla ve bu dergilerle benimki
gibi bir bağı olmadı hiçbir zaman; anlıyorum ki mesele sadece evin kitaplarla
dolu olması değilmiş. Ama bu dergi ciltlerinin üzerimde nasıl büyük bir etkisi olduğunu
inkâr edemem, bilgimi ve görgümü artırmışlardır, edebiyatın ana damarının
dergiler olduğunu fark etmişimdir. Babam iyi bir okur olmasının yanında,
gençliğinde edebiyatla oldukça yakın ilişki kurmuş, denemeler yazmış, yayımlatmış;
bunları zaman zaman anlatırdı, şair ve yazar arkadaşları vardı, onlardan söz
ederdi, bunlar da yazmaya özenmemde etkili olmuştur. Evde bir daktilo olması da
önemliydi. Bir şeyler yazdıktan sonra daktiloda temize çekmek çok hoşuma giderdi.
Babamın yedek daktilosuydu, evde acilen bir dilekçe vs yazması gerekebileceği
düşüncesiyle eve getirmişti, o yıllarda ona resmen el koydum ve ilk
bilgisayarımı alana kadar yıllarca kullandım – ilk kitabımdaki öykülerin
tamamını onunla temize çekmiştim.
Orta sondayken kendi kendime öykü denemeleri yazmaya
başlamıştım. Adana’da yayımlanan yerel bir edebiyat dergisine öykülerimden
birini gönderdim. Sonraki sayıda “Öykünüz ya da eleştirisi gelecek sayıda yayımlanabilir”
notuyla beraber adımı ilk kez basılı olarak gördüm. Ne var ki bu derginin
sonraki sayısı yayımlanmadı. Ertesi yıllarda yazdığım ve içime sinen tek tük
öyküyü gönderebileceğim başka dergiler aranırken, gene babamın düzenli olarak
takip ettiği Milliyet Sanat Dergisi’nin
1985’in BM tarafından Dünya Gençlik Yılı ilan edilmesi nedeniyle gençlere iki
sayfasını ayırdığını görünce bir yazı yazıp oraya gönderdim. Lise ikideydim o
sırada ve “Saat Sekiz Oluyor” başlıklı yazım yayımlandı. Günlük gazetelerde
edebiyat eserlerine yer verilmemesini eleştiren bir yazıydı. Çok sevindim, çok
mutlu oldum, sokaklarda yürürken havam değişti, ama çevremde Milliyet Sanat Dergisi’ni takip eden
kimse yoktu; ben de çok yakın birkaç arkadaşım dışında kimseye bunu
söyleyemedim, o seneki edebiyat öğretmenimize bile.
1985’in Eylül ayında Ruhi Su vefat etti, bunun konuyla ne
ilgisi var, diye düşünülebilir. Çok severdim onun türkülerini, ölümüne çok
üzülmüştüm ve bir gün şehirde dolaşırken gazete bayiinde bir derginin kapağında
Ruhi Su’nun cenazesindeki yürüyüşten bir fotoğraf bulunduğunu fark ettim. Yarın’dı derginin adı. “Toplumcu
gerçekçiliğin genç soluğu” gibi bir sloganı vardı başlığının altında. Kapağında
Ruhi Su olduğu için aldım, sayfalarını karıştırırken derginin Adana’da bir
bürosu olduğunu ve büronun bizim evin çok yakınlarında olduğunu gördüm. Liseden
sınıf arkadaşım Atakan’la birlikte sık sık gidip gelmeye başladık Yarın’ın bürosuna. 1981’de edebiyat
dergisi olarak yayımlanmaya başlayan Yarın
o yıllarda öğrenci gençlik dergisine evrilmeye başlamıştı, derginin
bürosunda eski sayıların ciltleri vardı. Gittiğimde uzun uzun onları
karıştırırdım, ödünç alır, evde de okurduk o eski sayıları. Derginin
temsilcisinin edebiyatla çok ilgisi yoktu, gazeteciydi, ama dergiye gidip gelen
ağabeylerden birinin şiir yazdığını ve bunlardan bazılarının yayımlandığını
öğrenmiştim. Ona yazdığım öykülerden götürdüm ve çok temel bir edebiyat dersi
aldım ondan. “Çok anlatıyorsun bu öykülerde, edebiyat anlatmak değil
göstermektir.” Böyle bir şeydi söylediği. Tam olarak ne anladım o zaman bu
cümleden, hatırlamıyorum, ama unutmadım, her zaman kulağıma küpe oldu.
Adana’nın en eski yerel gazetesi Yeni Adana’da haftada bir Yarın’ın
bürosundan birilerinin yazısı yayımlanıyordu. Bize dilersek oraya yazı
verebileceğimizi söylediler; ben de oturdum hemen bir yazı döşendim. “Döşendim”
fiilini bilhassa kullanıyorum çünkü cahil cesaretiyle pek de anlamadığım,
bilmediğim bir konuda yazdığım, basmakalıp, genel geçer doğruları sıraladığım
bir yazıydı. Bundan tam 31 yıl önce, 23 Nisan 1986’da yayımlanan yazımın konusu
düşünce özgürlüğüydü. Yazı kesilip biçilmişti, bir dolu tashih vardı, ama yayımlanmıştı,
birileri yayımlamaya uygun bulmuştu.
Gene o günlerde Varlık
dergisinde “Her Sayı Yeni Bir Öykücü” başlıklı bir köşe olduğu dikkatimi
çekince oraya bir öykü gönderdim. Bir zaman sonra üzerinde adımın yazılı
olduğu, Varlık antetli bir zarf buldum
posta kutusunda. Kısacık bir mektuptu. Tek bir öyküyü değerlendiremedikleri, en
az beş öykü olması gerektiği belirtiliyordu. Cengiz Gündoğdu imzalı bu mektuba
çok sevindim. Lise sondaydım ve memleketin en köklü edebiyat dergisinden mektup
almıştım. Yalnız bir sorun vardı: Elimde gönderebileceğim beş öykü yoktu, dört
öykü çıkıyordu mevcutlardan, apar topar beşinci bir öykü yazıp gönderdim. Bu
kez uzunca bir mektup geldi. Cengiz Ağabey tek tek öykülerimi değerlendirmişti.
Kırmızı kalemle hataları işaretlemiş, anlaşılmayan cümlelerin yanına soru
işaretleri koymuştu. Bu eleştirilere hak veriyorsam bunlar doğrultusunda
öyküleri yeniden yazıp göndermemi öneriyordu. Tam bu mektubu aldığım sıralarda
üniversite sınav sonuçları belli oldu, İstanbul Hukuk’u kazandım. Öyküleri
yeniden yazdıktan sonra postayla mı gönderdim, İstanbul’a gittiğimde elden mi
verdim, iyi hatırlamıyorum, sanırım önce öyküleri gönderdim, ama yeniden
yazışmamıza gerek kalmadan yüz yüze tanıştık Cengiz Gündoğdu’yla ve Varlık’ın o yıllardaki yayın yönetmeni Kemal
Özer’le. Üniversiteye başladığım günün hemen ertesi günü Beyazıt’tan
Cağaloğlu’na indim ve Varlık’ın
kapısını çalıp kendimi tanıttım.
1987’nin Mart ayında “Sokak 245” başlıklı öyküm Varlık’ta yayımlandı (bu sonradan
yazdığım beşinci öyküydü). Telif de aldım üstelik bir gittiğimde. Hiç
beklemediğim için çok şaşırdım. Bu parayla kitap aldığımı hatırlıyorum ama
hangileri olduğu çıkmış aklımdan. Üniversite yılları boyunca Varlık’la ilişkim sürdü, öykü ve
denemelerim yayımlandı. Dergi bürosunun kapısını çok sık çalmazdım, arada
sırada, bir öykü, yazı götüreceksem uğrardım. Konuşulanlara, bana bir şey
sorulmamışsa, hemen hemen hiç katılmaz, konuşulanları pür dikkat dinlerdim. Asım
Bezirci’yi, Afşar Timuçin’i, o yıllarda Varlık’ta
yazıp çizen pek çok yazarı, şairi orada tanıdım. O yıldan itibaren Varlık’ın yanı sıra, Karşı Edebiyat, Kıyı, Yazıt, Kavram gibi
dergilerde de öykü ve yazılarım yayımlandı. Bu konuda da şanslı olduğumu
düşünürüm. Üniversitedeyken edebiyatı çok seven arkadaşlarımın dergilere
gönderdikleri şiir ya da öykülerinin bir türlü yayımlanmaması nedeniyle
edebiyattan uzaklaştıklarına çok tanık oldum.
Bir yandan da öğrenci dergilerinde öyküler yayımlıyordum.
Özellikle İstanbul ve Ankara Hukuk Fakültesi öğrencilerinin birlikte yayımladıkları
Genç Hukukçular’da. Üçüncü
sınıftayken İstanbul Üniversitesi Edebiyat Kulübüne gidip gelmeye başladım. Düzenlenen
seminerlere, başka etkinliklere katıldım. Edebiyatın insanı yalnızlaştırdığı
sanılır ama üniversite yıllarında benim sosyalleşmemi, çevremin genişlemesini sağlayan
edebiyat olmuştur, Genç Hukukçular’ın
bürosunu ya da Edebiyat Kulübünü bugün edebiyatla ilgili konulardan ziyade
oralarda başlayan arkadaşlıklarım nedeniyle anarım.
Fakülte son sınıftayken Varlık
dergisine gidip geldiğim sıralarda tanıdığım Ömer Ateş’le Kadıköy’de bir
sahaf dükkânında karşılaştık. Sahaflarda Halkın
Dostları’nın, Sanat Emeği’nin ve benzeri
başka edebiyat dergilerinin eski sayılarını arıyordum o sıralarda. Meğer o sahaf
dükkânı Ali Çeviker’inmiş, ben bu dergileri sorduğum sırada Ömer Ateş’le
birlikte yeni bir edebiyat dergisi yayımlayıp yayımlamamak konusunda sohbet ediyorlarmış.
Ömer Ateş’le birbirimizi hatırlayınca bir süre üçümüz sohbet ettik, sonrasında
da buluşmaya başladık. Sohbetlerimiz her seferinde yeni bir dergi yayımlayıp
yayımlamayacağımız sorusuna bağlanıyordu. Ali Ağabey’in Dağarcık Sahaf’ındaki
karşılaşmadan bir buçuk yıl sonra Ali Çeviker, Ömer Ateş, Yaşar Azaz ve Altay
Öktem’le birlikte Yazılı Günler’i
yayımlamaya başladık. O sırada fakülteden mezun olmuş, avukatlık stajına
başlamıştım. 1991 Ocak’ında aylık olarak yayımlamaya başladığımız Yazılı Günler’in periyodunu altıncı
sayıdan sonra iki ayda bire düşürdük. İki yıl sonra 1993 Ocak’ında kapatana
kadar 19 sayı yayımlandı dergi. Zaman içinde Ali Çeviker’le Altay Öktem derginin yazı
kurulundan ayrıldılar, Lütfü Seymen ve Mehmet Sert katıldılar. Çok şey öğrendiğim,
edebiyatla bağımın daha bir perçinlendiği iki yıl oldu.
Hayli zor koşullarda çıkarıyorduk dergiyi, doğru dürüst
geliri yoktu derginin, satışlardan az biraz para gelirdi, herkes cebinden ne
verebilirse onu verir, abonelik ücretlerini ekleyerek masraflarını karşılamaya
çalışırdık. Ömer Ateş’le birlikte derginin basılacağı kâğıt toplarını sırtlayıp
matbaaya taşıdığımız da oldu, hatır için Cağaloğlu’nda bir ajansta ücretsiz
yaptırdığımız montajlardaki aydıngerlerin Sultanahmet’teki matbaaya vardığımızda
ısı farkı nedeniyle kavladığına tanık olup ne yapacağımızı bilemediğimiz de.
(Matbaada ellerimizle tek tek düzeltip yeniden selobantladık.) Şunu da geçerken
belirteyim. Edebiyat Kulübünde tanıştığımız Murat Yalçın’la montaj
yaptırdığımız ajansta birkaç kez karşılaşmıştık; o da Sombahar dergisinin montajlarını yaptırırdı orada.
Dergiyi İstanbul’da elden dağıtırdık, Ankara’da Yazıt’ı yayımlayan rahmetli İzzet
Kılıçlı bizim dergiyi de dağıtırdı orada. İzmir ve Diyarbakır’da kitapçılara
postayla gönderirdik ama oralardan ne iade ne satış rakamı ve satılmış dergilerin
parası gelirdi. Zor koşullara ve yaşadığımız sıkıntılara rağmen bir edebiyat
dergisini yayımlayanlar arasında olmak çok şey öğretti bana. Sadece yazı
yazmak, bir yazıyı yayına hazırlamak, düzelti yapmak, matbaa işleri vb
konularda değil; birlikte iş yapmayı
öğrendim mesela, daha doğrusu birlikte iş yapma konusundaki beceriksizliklerimle
yüzleştim, bunların yanı sıra, yayıncılığı öğrendim diyemesem de, yayın dünyasında
işlerin dışarıdan göründüğünden farklı yürüdüğüne tanık oldum. Babıâli’nin son
yıllarıydı, bizim dergiyi yayımladığımız yıllarda yayınevleri, matbaalar,
gazeteler birer birer Cağaloğlu’ndan ayrılmaya başlamışlardı, bugün bir-ikisi
kaldı sadece. Oysa yazmaya heves ettiğim ilk yıllarda hatıralarını okuduğum
edebiyatçıların çoğu –farklı kuşaklardan da olsalar– hep burayı anlatmışlardı.
Ne mutlu ki son demine yetiştim, diyebiliyorum.
1992 başında derginin yanı sıra kitap da yayımlamaya karar verdik. Yeni isimlerin dosyalarını kolaylıkla yayımlatabildiği zamanlar değildi, kibarlık etmeyeyim, hayli zor olduğu yıllardı. Mart 1992’de Altay Öktem’in Sukuşu isimli şiir kitabı ile benim İki Deli Derviş isimli ilk öykü kitabımı yayımladık. Kitaplar da dergi gibi doğru dürüst dağıtılamadı. Hatta daha kötü dağıtıldı. O yıllarda şehirdeki belli başlı gazete bayileri elden getirilen dergileri alırlardı, en azından iskelelerde, meydanlarda dergiyi bulmak mümkün olurdu böylelikle, ama kitapçılar bu konuda daha isteksizdi. Bir-iki kitapçıya ancak bırakabilmiştik kitapları. İnsan kitabın bütün yayım sürecine dâhil olup düzelti çıktılarından kapak filmine her şeyi önceden görünce ilk kitap heyecanını biraz farklı yaşıyor galiba, coşku azalıyor, yine de birilerine öykü yazdığımı söylediğimde, “Al bak, bu kitapta yazdıklarımın bazılarını okuyabilirsin,” deme ve öykülerim hakkında ne düşündüklerini öğrenme imkânım oldu. Beğenmeyenlere, bunu hissettirenlere biraz bozulurdum, ama ısrarla nesini beğenmediklerini de öğrenmek isterdim – çoğunda nasıl da haklıydılar!
İtiraf etmeliyim, mücellitte kitabı ilk kez elime aldığımda
bir tuhaf olmuştum. Şimdi de aradan yirmi beş yıl geçtikten sonra yeni bir kitabım
elime ilk geçtiğinde benzer hislere kapılıyor, yazmış olduğuma şaşırıyorum, biraz
telaş duyuyor, çok mu gerekliydi diye soruyorum; ama seviniyorum da, onu
yazdığım günleri, içindekilerin aklıma ilk kez düştüğü anları hatırlıyorum,
bazen de bu yazıda anlatmaya çalıştığım zamanlar geliyor aklıma, buna da
şaşırıyorum.
BEHÇET ÇELİK
BEHÇET ÇELİK
Emeğiniz ve de düşün hayatınız için herhangi bir söz olamaz, bunlar yaşam adına basamaklar diyebiliriz ve dahası bu tür bir yazıyı okuyan biri 'ben nasıl olurum, acaba Behçet Bey'in yazısı beni etkileyebilir mi' düşüncesiyle önce bir giriş yapar ki, böyle birinin memnun ayrılabileceği bir özellik barındırıyor diyemeyiz bu yazı.
YanıtlaSilHa, şunu diyebiliriz o zaman: Madem öyle, dergi ya da bilumum vesika, yayınlara gönderilen ve reddedilmiş metinlerin feedback durumuna göre yazar olacak insan kararlı olmayı ve devam etmeyi, çabalamayı bilmesi gerekir.
Burada yanlış anlaşılma durumuna karşın şu anektodu belirtmeden geçemeyeceğim; buradaki metin için eleştiri değil söylediklerim, genele yönelik bir eleştiri amacıyla bunları ifade ediyorum.
Dostoyevski'nin suç ve cezayı yazma öncesinde perişan hali bilinir. Kumar belası yazarı mahvetmek bir yana beş parasız da kalmıştır. Fakat bir fikri, aktüel heyecanı yanısıra özelliğini yitirmeyecek bir eser koyma yolunda cehdini esirgememiştir.
Biyografiler yapı itibariyle öznel bir tasvir içerir ve aksiyonlar yoksa sıkıcı gelir. Ancak yazar sonrası ya da yazarın post-yaşamı için gerekli infolar barındırdığı için gereklidir de.
Herhangi bir genç, meraklı veyahutta istidadı olsa bile umudu olmayan gençler için anektod tarzı bir iki paragrafta didaktik bir yorum da biyografi altında olmalı zannımca. Bu talebimi size yönelik bir eleştiri gibi düşünmeyin sakın. Biz işlerin içinde olanlar olarak sizler kendi aranızda geçen küçük bir muhabbet esnasında bu tür mevzulara ya da ayrıntılara yönelik konuşursanız daha iyimser bir eleştiri anlayışı da gelişebilir. Sadece örnekte verdiğim şablon üzerine değil herhangi bir konu içinde olabilir. Eğer yazabilen, düşünüp de yazabilen insanlar bu tür eleştirel tartışmalara kendi arasında ne kadar az girerse, edebiyat da kendi içinde çıkmaza girer. Bir tür arayış içerisinde olan, okumak isteyen genç nesil eksik okumalar yüzünden düşün hayatından da uzaklaşır.
Gayemi daha doğrusu arzumu yanlış ifade etmemişimdir umarım.
Anlayışınız üzere.