“Eşyaların hikâyelerini yazarken kendimi bir
kurtarıcı gibi hissediyorum”
Çocuktan
ilkgençliğe pek çok seviyede okur için yazıyorsun. Bu kez metnin daha çok
görselle desteklendiği, ilk okuma grubu çocuklara seslendiğin yepyeni bir
kitapla karşımızdasın. Öncelikle tebrik ediyorum. Kraliçe'nin yolculuğu nasıl
başladı, olgunlaştı?
Pandemi dönemiydi; ev
hapsi, belirsizlik, söylentiler, korkular, hepsi peş peşe girmişti yaşamımıza… Öğrencilerim yazamamaktan, okuyamamaktan, bir
konuya odaklanamamaktan şikâyet ediyorlardı. Onlara cesaret vermek, örnek olmak
için oturup yazmam gerekiyordu. O sıralarda İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan’ın “Duvara Bantlanmış Muz” eserine dair bir
haber okudum internette. Çok ilgimi çekti. Sanat
nedir, nasıl olmalıdır gibi sorular dolaşmaya başladı kafamda. İlk hikâye işte
böyle karmaşık bir ruh hali içinde çıktı ortaya.
İkinci öyküye adını veren
yün bebeği pandemiden çok önce bir su birikintisinin içinde bulup oyuncak
koleksiyonuma katmıştım. Bana çağrıştırdığı hikâyesini yazmayı ilk günden beri
istiyordum. Suriye savaşı, denizde yaşamını yitiren mülteciler, yabancılara karşı
olan önyargılarımız… Pandemi döneminde yeni sorunlar eklendi yaşamımıza; hijyen,
bulaşıcı hastalık, endişe, korku, şüphe. Hepsi yoğrulup, olgunlaştı ve beni Yün
Bebek hikâyesine götürdü.
Üçüncü hikâye vazife
bilincimden doğdu. Mutsuzduk, yalnızdık, korkuyorduk. Hepimize umut ve mutlu bir
son gerekiyordu. Oturup Dilek Vadisi’ni yazdım.
Her şeyin,
herkesin kusursuz, mükemmel görünüme sahip olması gereğinin empoze edildiği
sosyal medya çağında çilli, kırmızı saçlı, doğayla, insanla, kendiyle barışık
bu kadın liderle çıktın okurun karşısına. Performans sanatından kendin
olabilmenin biricikliğine, insanın doğayla kurduğu ilişkiden eşini kaybetmiş,
çocuğunu yalnız büyüten ebeveynlere, onların duygu dünyalarına dair pek çok
konuya değiniyor, okura tüm bunlar hakkında sohbet etme ve düşünme alanı
açıyorsun. Yazar, olağanın dışına çıkma, farklı olanı gösterme iddiasındaki
kişi midir? Ne dersin?
Yazar, olağanın dışına çıkma, farklı olanı
gösterme iddiasındaki kişi değildir ama daha önce defalarca anlatılmış bir hikâyeyi
diğerlerinden farklı anlatabilen ve pek çok kişiye dokunabilen kişidir. Burada tabii
ki yazarın neyi nasıl gördüğü, nasıl anlatmak istediği girer devreye. Senin de
kendi deneyimlerinden bilebileceğin gibi yazar kendi meseleleri doğrultusunda kurar
hikâyeyi. Ancak bir yazar, “Ben insanlara şunu göstermek, şunları düşündürtmek
istiyorum,” noktasından hikâye yazmaya girişirse pek de başarılı ve samimimi
olamaz bana göre. Bir olayın, diyaloğun veya karakterin gerçekten yüreğine
dokunması, içini cız ettirmesi gerekir ki oturup başkalarının da içine dokunabilen
bir hikâye yazabilsin.
Kitabın
açılış öyküsü olan Kırılan Vazo’nun gerilimi öykü boyunca sürdüren bir yapısı
var. Öyküyü tabiri caizse yüreğimiz ağzımızda okuyoruz. Kaza sandığımız şeyin
bilinçli bir eylem olduğunu kavradığımız anda bambaşka bir kavramla, kintsugi
ile tanışıyoruz. Kusurları, çatlakları çöpe atmak yerine tamir eden,
dönüştüren, daha kıymetli hâle getiren bu Japon sanatı, yalnızca ilk hikâyenin
nesnesi olmaktan çıkıyor kitabın tamamına yayılan, okurla paylaşılan kuvvetli
bir metafora dönüyor. Bu sembolün doğuş hikâyesini bizimle paylaşabilir misin?
Kintsugi kavramı yalnızca bu kitaba değil birçok
yönden benim kendi hayatıma da yayılan bir metafor. Geri dönüşüm, ileri dönüşüm,
sürdürülebilirlik, koleksiyon, takas, bitpazarları, atık malzemelerin sanata
dönüştürülmesi, ikinci el kullanım, mektup, günlük, fotoğraf ve kartpostal
yazılarından başka metinlere varmak, doğal yaşlanma önem verdiğim, sıkça içinde
bulunduğum çalışmalardan.
Kintsugi kırılan bir objeyi altın tozuyla onarma
sanatından çok daha fazlasıdır bana göre. İnsanın; yaptığını, yapamadığını, hatasını,
kilosunu, yaşını, kırışıklığını, eksiğini gediğini kabullenerek, hepsiyle
birlikte huzur içinde yaşamasıdır. Kintsugi insanları sağaltma sanatıdır.
Uygulayabilirsek tabii…
Kopenhag Tıp Müzesi’ndeki, “Tıp ve Teknolojinin Onardığı Organlar ve Uzuvlar” sergisinde şöyle
bir yazı gördüm geçen ay yaptığım ziyarette:
“Yaşam
bizde izler bırakır. Yanıklar, morluklar, çatlaklar, sivilceler… Bazen kaza
geçirir, yaralanırız. Hastanede iyileşir, ameliyat izlerimizle tekrar yaşama
döneriz. Bu izler yaşadığımızın kanıtıdır ve bizi eski halimizden çok daha
kuvvetli kılar. Bu sergi Japon Kuntsugi sanatından esinlenmiştir.”
Ben bu yazıyı okuduğumda, “Kraliçe’nin
Maceraları”nı yazalı neredeyse iki yıl olmuştu. Dünyanın iki farklı yerinde
iki farklı insan (kim bilir bilmediğim daha kimler, neler var) Kintsugi
sanatından etkilenip bir şeyler üretmişiz…
Uzun
yıllardır farklı seviyelerde yazar adaylarıyla, yazarlarla çalışıyorsun. Bu
atölye ve birebir çalışmalar elbette kendi metinlerine yaklaşımını da
değiştiriyordur. Kurgu öğretmek ve kendi kurmaca dünyalarını yaratmak… Bu iki
uğraş birbirini nasıl besliyor, birbiriyle nasıl çelişiyor?
Çok farklı metinler üzerinde çalışmak kendi yazdıklarıma
yabancılaşarak uzaktan bakmamı kolaylaştırıyor. Başkaları neler yazıyor, ben ne
yazıyorum, neleri iyi yapıyorum veya nelerde eksiğim var? Bunları düşünmemi ve
cevaplamamı kolaylaştırıyor başka yazarlarla çalışmak. Yeni kurgular yapmak,
yeni problemler çözmek, metni toparlamak benim için yazı alıştırması yapmak
gibi bir şey. Çabuk düşünmemi, çözüm odaklı ve analitik olmamı sağlıyor. Çok
okuyorum, çok çalışıyorum, bunun sonucu olarak çok da yazmış oluyorum galiba...
Sokaktan,
yaşamdan çok beslenen bir yazarsın. Koleksiyoner bir yanın da var. Sokaktan,
bit pazarlarından, el arabalarından pek çok nesne, oyuncak bebek, defter
kurtarmışlığın olduğunu biliyorum. Bu nesneler ve ayrıntılar ile kurduğun
ilişkiden, yazın dünyana etkilerinden bahsedebilir misin?
“Yün Bebek” öyküsünü tam da yukarıda
bahsettiğin şekilde yazdım. Yağmurlu ve soğuk bir günde metro durağına yürürken
okul çıkışının önündeki su birikintisinde buldum bebeği. Boynunu tek tarafa
yatırmış, üzgün gözlerle bana bakıyordu, “Beni buradan kurtar” der gibi. Hemen
alıp çantamdaki poşete koydum. Yıkadım, kuruttum. Çok farklıydı diğer
bebeklerden. Erkekti, kahverengi giysisi ve kasketi vardı. Boynu yamuktu, üzgün
ve çaresiz bakıyordu. Yazı atölyelerinde karakter yaratma derslerinde epey bir
çalıştık bebek üzerinden. Su birikintisi, kurtarılmayı beklemek, unutulmak,
istenmemek, koyu renk giysiler, yabancı olmak, mültecilik, savaş… Bir sürü
duygu, düşünce çağrıştırdı hepimize.
Eşyaların, oyuncakların sahipleriyle geçirdikleri
zamanla ilintili karakterleri, ruhları olduğuna inanıyorum. Oraya buraya
atılmış oyuncaklar, eşyalar üzüyor beni hemen korumaya, eve almak istiyorum. Veya
onlara başka yuvalar buluyorum.
Mektuplar, günlükler, fotoğraflar, kartpostallar
yazı çalışması yaparken kullandığım malzemelerden. Ne hikâyeler, ne üzüntüler
ne sevinçler çıkıyor içlerinden… Yaşam taşıyor her bir cümleden. Kendimi bir kurtarıcı gibi hissediyorum eşyaların
hikâyesini yazıp, onları satırlarda yaşatırken.
* Bu söyleşi ilk kez 22/10/2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder