GECİKMİŞ BİR TEŞEKKÜR
Çocukken
ablamla altlı üstlü ranzada yatardık ve annemden dinlediğimiz masalları
birbirimize anlatarak uykuya dalardık. Bir süre sonra masallar birbirini tekrar
etmeye başlayınca ben de kafamdan uydurduklarımı anlatır oldum. Masalı çok
uzatınca ya da prens tarafından kurtarılması gereken prenses kurda yem olunca;
birinci sınıfa giden ablam, anlattıklarımdan şüphelenmeye başladı. Anlattıklarımı
uydurup uydurmadığımı sorar oldu. Her seferinde, “Sen okuldayken annemden
dinledim,” diyerek ikna ettim onu.
Görünmez
arkadaşlara ve yatağın altında gizlenip ayağımı kapmaya çalışan kurtlara
inanıyordum. Fatih Ormanı’nın kenarına kurulmuş Orman İşletmesi’nde yaşıyorduk
ve kurt olmasa da aç kalan çakal ve gelincikler zaman zaman evlerimize kadar
sokuluyordu. Onlar içeri girmiyordu ama içime giren kurt bana masallar
anlatıyordu.
Annem
ablamı ders çalıştırırken, tepelerinde dura dura okumayı ve yazmayı öğrendim.
Evde canım çok sıkıldığından okula gitmek istedim. Parmak çocuk kadardım. Müdür,
“Bir iki gelsin sıkılır bırakır,” deyince, kayıtsız kuyutsuz takılmaya
başladım. ‘Ali topu at’ ‘Oya topu tut’ ‘Ayşe ekmek al’ ‘Hasan bayrak as’ gibi
emirlerin hiçbirini defterime yazmadım. “Ben, Ali, Oya, Ayşe, Hasan falan
değilim, onlar yazsın,” dedim, arkadaşlarımı da örgütledim. Öğretmen komşumuzdu
kucağında uyuduğum bile olmuştu; sınıfta çıkarttığım isyanı, “Bundan sonra
herkes kendi adıyla yazacak fişleri,” diyerek çabuk bastırdı. Okuldan da
sıkıldım, baktım hep aynı terane, “Ben gitmekten vazgeçtim,” dedim. Ama geç
kalmıştım göğsüme kirazı iliştirmişlerdi bile. Teneffüslerde Uzay Yolu oynamak,
derste pencereden yangın söndürme gemilerinin su fışkırtmasını izlemek,
çıkışlarda leblebi tozuyla boğulayazmak olmasa; çekilir dert değildi.
Orta
bir falan olmalı, öğretmen çocuğu bir arkadaşımız ödül mü almış, şiiri mi
beğenilmiş ne; hoca tahtaya çıkarttı, şiirini okutup bize de alkışlattı. O
zaman dedim ki, “Valla kıyak iş alkış falan, ben de yazayım iki satır, kızların
ilgisini çekeyim.” Koyunlu moyunlu bir şey yazdım ilkin, kızlar ilgilenmedi
tabii. Ama benim hoşuma gitti. Çocuk parkında geçen yaşanmış bir hikâyeydi
ikincisi, salıncaklar falan çarpışıyordu. Natüralist ve Realist takılıyordum
yani ilk zamanlar. Sonra sonra Romantik dönemim başlar. Çok âşık oluyordum ve
çok yazıyordum. Zaman zaman işe de yarıyordu. Okulda şair diye biliniyordum.
Uzun
edebiyat sohbetleri yapıp, Nazım’ın kitaplarını veren çok şey öğrendiğim
edebiyat hocalarım da oldu, kompozisyonlarıma sürekli 5 – 6 verip beni çileden
çıkartan, en sonunda “Siz edebiyattan anlamıyorsunuz!” diye isyan ettiklerim
de. Bu arada şiir dışında kısa hikâyeler, denemeler de yazmaya başladım. Okul
dergisinin editörlüğüne getirilince, bir iki gazetede dergide yazılarım da
çıkmaya başlayınca, ‘Tamam yazar oluyorum,’ diye düşündüm ama olabilmem için
bir yaşadığım kadar daha yaşamam gerekti.
Hukuk
fakültesinde, bitmeyen uzun dersler sırasında kalın kitapların arasında gizli
saklı çok kitap bitirdim. Bu arada öğrendim okuma oburluğundan kurtulup gurme
okur olmayı. Daktiloyla yazıp, fotokopiyle çoğaltıp, Artvin’e Adana’ya bile
gönderdiğimiz bir de dergi çıkarttık. (Kime
Ne’nin sadece dört beş sayı çıkabildiğinden aslında kime ne?) Kafamda öykü
dolaştırmaya başlamam da bu döneme rastlar. Senelerce öyküleri etrafımdakilere
anlattım ama yazamadım, ufak ufak notlar aldım, bir iki denedim ama olmadı. Kim
bilir, belki de o zamandan kalmadır, öyküleri senelerce kafamda tutmadan, kâğıda
dökememem.
Askerliğim
bir uzun mektup gibi geçti… Sadece bana ait olan yazıcı bürosunda, radyo
dinleyip, kütüphanede bulduğum Yaşar Kemalleri Ataol Behramoğlularını okudum.
İnsanları tanımayı, daktilo tamir etmeyi bir de sayfalar dolusu mektup yazmayı
öğrendim.
Döndükten
sonra… gündüzleri hukuk dilekçeleri yazdım, akşamları öykü; gündüzleri boşanma
dilekçeleri yazdım, akşamları sonu mutsuz biten aşk hikâyeleri, gündüzleri cinayet
davalarına tahliye dilekçeleri yazdım, akşamları ON HİKÂYE ON ÖLÜM’ü. Bir – bir buçuk yılda on öykülük ilk dosyamı
tamamladım. Hem şiir dosyamı hem de öykü dosyamı iki ayrı yarışmaya gönderdim. Tesadüfen
ikisinin de ödül töreni aynı güne denk geldi, ben ikisini de kazanacağımdan
emindim, hangisine gideceğime karar veremiyordum. Tepebaşı Tüyap’daki öykününkine
gittim. İkisini de kazanamadım. Fuarda şiirin jüri üyelerinden birini gördüm,
dosyamda neyin eksik olduğunu sordum, dosyamın eline geçmediğini söyledi. Şairliği
kıvıramadığıma karar verip bıraktım, sonra da arkama dönüp ilk göz ağrıma bakmadım.
Öykü
dosyamı yayınevlerine göndermeye karar verdim. Aynı anda iki üç büyük
yayınevine birden gönderdim. İlk gelen cevap mektuptu, beni yerin dibine
sokup çıkarttıktan sonra, sen bu işleri bırak, diyordu. O gün yazmayı bırakmaya
karar verdim. İkincisi telefondu, yayınevine çağırıyordu. Görüşmeye gittiğimde,
öykü dosyasını basamayacaklarını ama en uzun öyküyü romana çevirebilirsem
yayınlayacaklarını söylediler. Ben romanlaştıramadım zaten bir süre sonra da
yayınevi kapandı. (Bu öykü Emanetimdeki Hayatlar romanımda olayları başlatan
Hüzün Yüklü Gözler’di.) Son gelen telefon, dosyayı basacaklarını, üzerinde
birlikte çalışacağımızı ama sekiz ay bekleyip bekleyemeyeceğimi soruyordu. “Sorun
değil, bir yıl bile beklerim,” dedim. O gün, ne olursa olsun yazıda direnmeye
karar verdim. Ekonomik kriz patladığından dosyam basılmadı zaten kriz o
yayınevini de patlattı. Ben ilk kitabımı görmek için on yıl bekledim. Bana
telefon açan kişiyse Metin Kaçan’dı. O telefon olmasaydı, yazıya küslüğümün
devam edeceğini ve belki de bir daha hiç yazmayacağımı bilemedi.
Yukarılarda
bir yerlerde, gökyüzünün afili filintalarıyla racon kesip, zar atarken arada
aşağılara da bakıyorsa, umarım teşekkür ettiğimi de duyuyordur, çünkü ona
teşekkür etmeye hiç fırsatım olmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder