Adsız

Yazıya Başlangıç

Lise ve üniversite yıllarımda kitap okumayı severdim. O zamanlar yerli ve yabancı klasikleri okumasam bile polisiye, macera, korku romanlarını ardarda devirirdim. Agatha Christie, Mike Hammer, Robert Ludlum, Stephen King, Peter Straub en çok okuduğum yazarlardı. Üniversite bitip iş hayatı başladığında bırakın yazmayı, okumaya bile zaman ayıramaz olmuştum. Bu yoğun çalışma süreci 2001 ekonomik krizine kadar ara vermeden devam etti. Pek çok kişiyi etkileyen kriz beni de es geçmeyip çalışma hayatıma bir ara vermeme neden olunca ben bu zaman dilimini yeniden kitaplara sarılma fırsatı olarak değerlendirdim. Bu dönemde geniş zamanlar bulabilmem sayesinde polisiye edebiyatın yanında Türk Edebiyatı yazarlarını da keşfetmeye başladım. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Erdal Öz, Aziz Nesin, Füruzan, Sevgi Soysal, Erhan Bener, Vedat Türkali, Hüseyin Rahmi, Yakup Kadri, Pınar Kür, Duygu Asena, İnci Aral, Ayşe Kulin, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Ferit Edgü, Tezer Özlü, Demir Özlü, Tomris Uyar, Reşat Nuri, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Cemil Kavukçu, Leyla Erbil, Kemal Bilbaşar, Tahsin Yücel, Peride Celal, Sulhi Dölek ve daha nice kalemlerin lezzetini tattım. Bendeki karşı konulamaz yazma arzusu işte tam o zamanlarda uyandı. Fakat bu işin altından kalkıp kalkamayacağıma ilişkin şüphelerim vardı çünkü iyi bir okuyucu olmak dışında edebiyatla bir ilgim olmamıştı, bu zamana dek hiçbir şey yazmamıştım. Türk Edebiyatı’ndan pek çok kitabı okuduktan sonra Klasik Dünya Edebiyatı’na merak sardım. Kendime Türk yazarları sayesinde çektiğim edebiyat şöleni Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Flaubert, Turgenyev, Gogol ve Çehov okumalarıyla sürüp giderken yazma arzum iyiden iyiye kamçılandı.

Bir dönem sonra hayatımın akışı yeniden değişmiş, kısa bir ara verdiğim çalışma hayatının çarkları benim için yeniden dönmeye başlamıştı. Gelgelelim çok şey değişmişti ve artık benim o çarkın içinde dönüp durmaya hiç niyetim yoktu. Kitap okuma hızım kesilmek bir yana durusun, iyice arttı ve ben iş yerinde de fırsat buldukça okumayı sürdürdüm. Kitaplar birbirini izledikçe ben de yazarın yarattığı ve tüm çıkışları kapatarak beni içine hapsettiği o kurgu dünyasından ayrılıp gerçeklikteki tek düze iş dünyasına katılmak konusunda iyice isteksiz hale geldim.

Bu dönemde cesaretimi toplayarak bir adım atmaya karar verdim ve kendimi deneme amacıyla tanınmış bir yazarın açmış olduğu bir yaratıcı yazarlık atölyesine katıldım. Hayatımda ilk defa bir yazarla tanışıyordum. Eğitim tamamlandığında bu yazar bana ayrıntıları çok başarılı bir biçimde gözlemlediğimi söyleyerek yazmaya devam etme konusunda beni cesaretlendirdi. Bu sıralarda iş hayatımda dalgalanmalar devam ediyordu, bir işten istifa ediyor, başka bir işe giriyor, bekleme zamanlarını da evde kitap okuyarak ve yazı yazarak geçiriyordum. Aklıma ne gelirse yazıyordum.

Bahsettiğim yoğun okuma süreci ne tarz romanlar yazmak istediğim konusunda düşüncelerimi netleştirmemi sağladı ve ben “zihin kurgusu” üzerinden insanı anlatan, hayatı kurgulayan, ruhsal betimlemelere girişen, muallak insan yazgısının ağır bastığı, şiirsel dil kullanılan romanlar yazmaktan ziyade “eylemsel kurgu” olarak bilinen olay örgüsünün ön planda olduğu ‘fiction’ tarzı romanlar yazmaya yatkın olduğumu, bu yazın biçiminde yaratıcılık sergileyebildiğimi ve bu türde üretimde bulunmak istediğimi açık ve seçik biçimde kavradım. İşte tam o sıralarda şaşırtıcı bir olay başıma geldi: “Bir kitap okudum, hayatım değişti” derler ya, ben de bir kitap okudum ve polisiye yazarı olmaya karar verdim. Celil Oker tek bir romanıyla benim, yürüyeceğim yola karar vermemi sağladı ve Remzi Ünal ile birlikte ikisi beni “polisiyenin içine çektiler”.

Yazmakla kafayı bozduğum, yazarlık atölyeleri arasında mekik dokuduğum, ‘fiction’ romanları yazmaya karar verdiğim ama ne türde bir ‘fiction’ yazacağımı bilmediğim zamanlarda bir gün masamın başında oturmuş çalışırken televizyondan Celil Oker’in yeni çıkan romanı Son Ceset’i tanıtan reklamın sesini duydum. O zamana kadar Celil Oker’i tanımıyordum. Birkaç gün sonra masamı temizlerken, atılacak müsvedde kağıtlardan birinin üzerine “Celil Oker, Son Ceset” yazmış olduğumu fark ettim. Kim dedim, bu Celil Oker? Bu ismi not aldığımı bile hatırlamıyordum. Kitabı ancak epeyce aradıktan sonra bulup okuyabildim; bitirdiğimdeyse allak bullak olmuştum. Yeniden okudum, sonra bir kere daha okudum. Bu romanı bitirdiğimde kitapçıları tek tek dolaşarak Celil Oker’in diğer romanlarını aramaya başladım. Zor olsa da hepsini buldum, sıkılmadan her birini beşer kez okudum, bir öğrencinin ders notları üzerinde çalışması gibi ben de onun romanları üzerinde çalıştım. Bugün hala ara ara bu romanları yeniden okurum. Celil Abi’nin olay örgüsü kurarken sergilediği ustalığı, bir cinayetin arka planına İstanbul’un sinematografik anlatımını nasıl başarıyla yerleştirdiğini, kurguladığı diyalogların gerçekçiliğini, karakterlerin sahiciliğini, yazar olarak satır aralarına girmeden ve bilgelik taslamadan hikayeyi akıtışını, sahneleri tıpkı bir tiyatro oyunu izler gibi zihinlerde canlandırmayı sağlayan üslubunu okudum, öğrendim, uyguladım ve onun sayesinde kendi üslubumu şekillendirdim. Kendisiyle tanışmam, açtığı bir yazarlık atölyesi sayesinde oldu ama ben atölye tamamlandıktan sonra da hocamın peşini hiç bırakmadım. Çünkü polisiye yazarı olmaya karar vermiştim ve Celil Oker benim edebi mentorum ve idolüm olmuştu. Zaman içinde usta çırak ilişkimizle beraber dostluğumuz da ilerledi.

Bu noktada eklemek isterim ki, yazar olmamada emeği geçen bir başka yazar da Murat Gülsoy’dur. Murat çok iyi bir eğitimci, çok iyi bir yazar ve çok iyi bir arkadaştır. Murat’ın yaratıcı yazarlık atölyesine bir buçuk yıl devam ederek yazma işinin peşini bırakmayacağımı öncelikle kendime ispatladım.

2008 yılında “Başkomiser Galip” tiplemesini hayata geçirdiğim Beyoğlu Çıkmazı isimli polisiye romanımı bitirdim ve dosyamı koltuğumun altına alarak Oğlak Yayınları’nın kapısını çaldım. Dosyamı teslim ettiğimde sancılı bir bekleme süreci başladı. Birkaç hafta sonra Genel Yayın Yönetmeni Senay Haznedaroğlu’nun beni arayarak dosyamı beğendiklerini ve yayımlamak istediklerini söylemesinden bu yana tam on iki yıl geçmiş. Bu zaman zarfında aynı karakterin yedi macerası Oğlak Yayınları sayesinde okuyucularla buluştu. Başkomiser Galip yeni maceralara atılırken onunla beraber kendi edebi yolculuğumu aynı yayınevinde sürdürmek benim en büyük arzumdur.

Çağatay Yaşmut

* Bu yazı ilk kez 9 Ağustos 2020 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.