Bin beş yüz parçalık bir yapboz tablo. Yaslandığı duvardan adama bakıyor. Tablonun camına yansıyor adamın öfkesi.
"Duvarda leke kalmış," diyor adam. "Neden silmedin?" diye hesap soruyor. Tablo öfkenin kendisine yöneldiğini ancak o zaman anlıyor. Çakmak çakmak oluyor gözleri. Dikiyor bakışlarını adamın üzerine. Kaçırmıyor gözlerini. Öylece dimdik, göz değil iki kara oyuk karşısında. Şefkatten yoksun. Kadının geceler boyu acısını, üzüntüsünü, isyanını unutup oya gibi dizdiğini, bir araya getirdiğini, kendini iyileştirdiğini nereden bilecek o? Tablonun henüz tablo olmazdan önce bile kadını sarıp sarmaladığını, ana kucağı gibi sıcak tuttuğunu, uykudan önce içilen bir bardak ılık süt gibi rahatlattığını ne bilecek? Tek istediği tablo duvara hiç asılmamış gibi bulmak evi, aynı beyazlıkta...
Kadın burada değil. Hattın öbür ucunda. Tablo ne dediğini duymuyor, bilmiyor ama tüm birleşme noktalarında hissediyor bu hesap sormanın yarattığı huzursuzluğu, rahatsızlığı. Şaşkın da üstelik. Bu adam bilmiyor mu? Olan olduysa bir kere, değiştiremeyeceğini... Yaşananların muhakkak bir iz bıraktığını. Tablo bıraktığı ize bakıyor. Sarı bir leke gibi parlıyor boşluğu kadının ve onun. On kat boya sürse kapanmayacak bir boşluğa baktığının farkında değil adam. Eline sünger alıp siliyor sarılığı. Ne kadar ovalasa ağarmıyor.
Öfkeden deliye dönmüş tablo sakin şimdi. Hâlâ adama bakıyor, yaslandığı duvardan. Sahibini arıyor gözleri. Diğer eşyalarla birlikte yeni evine gideceği günü bekliyor. Duydu toplanırken. Bir giriş katıymış. Pembe zakkumlar açarmış pencerenin önünde ve kedilere yuvaymış balkonun hemen altı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder