1 Temmuz 2016 Cuma

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (25)


Yutkunduğum cümleler don lastiğinde gerildi



Bir ampulün öfkesi kaç watt?
Bir çığlık sesine kulak kabartıyorum. Vıdı havlıyor. Sesler kesiliyor. Çıplak bir ampul bana bakıyor. İçinden yayılan ışık, usulca içine çekiyor beni. Birkaç kez gözlerimi kapatıp açıyorum,  aynı.  Çok korkuyorum. Lamba sana bakıyor, diyen sesle siniyorum bir kenara. Bir ampulün öfkesi kaç watt, henüz bilmiyorum. Karanlığın yutmayacağını bilsem koşarım Vıdı’nın yanına. Odada kaç kişiyiz, beş mi, altı mı?  Neden kimse karşı çıkmıyor bu ampule?
Bazen mucizeler oluyor. Dayım on beş yaşlarında, İstanbul’dan geliyor. Hikâyeler yüklemiş diline. Denizi anlatıyor, renkli sokaklarını, insanlarını… Kurgusu heyecanlı. Pür dikkat dinliyoruz onu, geceleri.  Nedense hikâyenin sonunda diğer dinleyiciler, amma da attın, diyorlar. Ben onun atmalarını seviyorum. Dayım gözümde bambaşka biri. Bulunduğum mahallenin dışına çıkmış, başka yaşamlar görmüş, o ulaşılmaz olan bir yıldız. Bir ay sonra, o da erkek kardeşlerime benziyor. Uzun kıvırcık saçları alaburus kesilmiş.
Köyünden topladığı masallar ve destanlarıyla anneannem geliyor.  Geceleri ampulü unutturuyor bana. Benim de uydurduğum hikâyeler oluyor,  pek dinlemiyorlar, sadece gülüyorlar. Yarın güneşe, güneş olmasa rüzgâra o da olmasa yağmura, kara anlatırım. Beni dinlerler nasılsa. Düşlerin içinden geçiyorum. Hiç susmaz mı çocukların içi? Bir kelime, bir bakış tetikliyor ruhumu. Kitapları seviyorum, bir an önce okula gitmek için ağlıyorum günlerce. Yaşım tutunca ilk ben öğreniyorum okumayı. Ödülümü de alıyorum. Bir dolma kalem, biraz da para. Düşlerim, parayı eve götürme, diyor. Dayak yersin, başkalarından niye para aldın, diye. Dert oluyor o para. Sonrası mutluluk, teneffüste sınıfça bakkala gidip bitiriyoruz, son kuruşuna kadar.
Kitabı olmayan bir ev ve hikâyeleri başkaları tarafından yazılan bir mahalle burası. Yeraltı edebiyatı için oldukça uygun malzemeleri var. Yoksulluk ve yoksunluğun sırıttığı, küfrün gırla gittiği, cinnete her an açık, rüzgârın ufak bir esintisiyle, kan ve idrar kokusu yayılan, bol çocuklu, düşleri mutlulukla bitsin diye bekleyen bir masal ülkesi.  Dokuz yaşına kadar yaşadığım yeri çok seviyorum, ancak düşlerin önü kapalı… Artan bir miktar gelirle taşınıyoruz.  Ulucanlar- Yarı Kapalı Cezaevi’ne benziyor yeni evimiz. Yakınlarımızı görmeye gittiğimizde gördüğüm demir parmaklıkları olan bir hapishane sanki. Üzerimize binmiş beş kat daha var.  Pencereden baktığımda betondan küçük bir bahçe bir de duvar. Kaç adım da biter; beşi geçmiyor.  Güneş, rüzgâr, yağmur, gökyüzü arıyorum, yok! Belleğimin kuytularında gizlediğim eski mahallemi çıkarıp kokluyorum sıkça. İçime kapanıyorum iyice. Kalem ve kâğıt neyse ki sıkıca sarılmışlar, hiç bırakmıyorlar elimi.  
Dil biraz Ömer Seyfettin biraz da Kemalettin Tuğcu.    
Yeni okulumun sınıf kitaplığındaki hikâye kitaplarına göz dikiyorum. Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu’yla tanışıyorum. Onları okudukça, eski mahallemdeki, bizim simitçi çocuk, bizim ayakkabısı olmayan çocuk, kadınlar ve adamlar canlanıyor zihnimde. Bizi yazmışlar. Ama bir mağarada yaşayan Mıstık’ı tanımıyorlar, diyorum. İlk şiirimi dokuz yaşında, anneler günü için yazıyorum. Annem şaşırıyor.  Yüzünün parladığını hatırlıyorum, “Annem güneşim,” dediğimi ve şimdi tek hatırladığım o dizenin büyüsünü. On yaşında ilk hikâyemi, benden bir buçuk yaş büyük abimin ödevi için zevkle yazıyorum. Sanırsınız ki ben bir yazarım. Diğer yazarların atladığı Mıstık’ın hikâyesi çıkıyor.  Akşam, abim okuldan gelince ilk işi azarlamak oluyor beni. Senin yüzünden öğretmen beni suçladı, diye. Öğretmen: Hangi yazarın hikâyesini aşırdın, demiş. Çok mutlu oluyorum, kurgusu bana ait, sadece dil biraz Ömer Seyfettin biraz da Kemalettin Tuğcu. Bazen öyle kaptırıyorum ki kendimi düşlerime,  küvetin içine su doldurarak görmediğim İstanbul’un denizini eve getiriyorum. Kardeşlerimi de düşlerin içine katarak dalıyoruz… 
Barış Manço’nun çocuklarının saçları don lastiğiyle bağlanmamıştı.
Radyo büyük bir icat, tapılması gereken tek şey geliyor bana. Geceleri yalnızlığımı ve korkularımı öteliyor. Müzik ve sözlerin içinde bambaşka dünyalara giriyorum.  Sözü ve besteleri bana ait şarkılar ve müzikaller uyduruyorum.  Müzisyen olmalıyım. Onların hikâyeleri var. Radyodan dinlediğim birçok şarkının sözlerini bilmiyorum ama ben onlara kafadan Türkçe sözler yazıyorum. Bir şans çıkıyor karşıma.  Bulunduğumuz ilçe okullarından seçilecek öğrencilerle bir koro oluşturulacak. Bunu kaçırmaya hiç niyetim yok. Koro olunca itiraz etmiyor evdekiler. Nasılsa beni seçerler, diyorum. Sesimin iyi olduğunu biliyorum. Bizim yeni mahalleden daha lüks bir semtte, bir binada toplanıyoruz.   Oldukça heyecanlıyım. Fakat katılan çocukları görünce, onlar, Barış Manço’nun programına katılan çocuklar gibiydiler. Hiçbirinin saçları don lastiğiyle bağlanmamıştı. Seçici öğretmen de o çocuklara hayranlık duymuş olmalı ki beni dinlemek için en sona bırakmıştı.  
Sonunda sıra bana gelmişti,  “Maya dağdan kalkan kazlar,” diye daha ağzımı açmadan, öğretmen dışarı çıktı. Beni dinlemesi gerekiyordu. Çok bozulmuştum. Böylece müzik kariyerim de o gün bitmiş oldu. Hatırladığım tek şey, haksızlık, beni dinlemediniz, diye sayfalarca yazdığım. Aslında kimse beni dinlemiyor, anlamıyordu. Şarkı sözü yazmayı bıraktım. Bu kez günlük tutmaya, şiir yazmaya başladım. Kimsenin onayına ihtiyacım yoktu. Yeter ki kâğıt ve kalemim olsun, duygular, dertler yığınla nasılsa. Kitap okuyor, şiir yazıyordum. İyi kitaplara ulaşamıyordum, topladıklarım neyse onlarla idare ediyordum. Evde durumum göze batmaya başladı. Babam, sen bizim dünyamızdan değilsin, deyiverdi ansızın. Kafam karıştı. Aynı dünyanın içinde yaşıyorduk. Korktum, neden, diye soramadım. Kitaplara sığındım.  Duygusal dünyamı tamir ediyor, anarşist ruhumu tetikliyordu. Bu nedenle mahallede hangi çocuğun elinde fazla şeker varsa kapıp, olmayan çocuklara dağıtıyordum. Robin Hood’dum belki de. Zenginden alıp yoksula veriyordum kendimce. Ardından okkalı bir dayak geliyordu. Kimseye durumu anlatamayınca kâğıda anlatıyordum. Ama o çocukların da canları çekmişti, diye yazıyordum. Sonra, sinema hayatıma girdi. Evin yanında bir sinemanın olması müthiş bir şeydi. Çarşamba günleri kadınlar matinesi, hafta sonu ful film izleme. Yeşilçam’ın iyi bir izleyicisiydim. (Laf aramızda Behçet Nacar filmlerini izlemişliğim bile vardır.) Filiz Akın’ın Karateci Kız filmi içimdeki anarşisti iyice harekete geçirdi. Kareteci kız olacaktım. Kızlara haksızlık yapan tüm oğlanları dövecektim. Çoğu yaşıtımı da dövdüm, dövüldüm. Canım çok yandı ama onlara hiç belli etmedim. 

Kitapları anlayanları test etme görevi Aziz Nesin’indi.
Yine taşındık, bu kez yerin dibinden üstüne çıktık. Apartman hayatı farklı kültürlerde insanlarla sizi karşılaştırıyor. Henüz insanlar ayrışmamış, dayanışma sürüyor. Böyle olunca kültür seviyeniz de gelişmeye başlıyor.  Aziz Nesin’in adının evimize konuk olarak girdiği günlerdi. Bir mağaza vitrininde kovboy elbisesi gördüm. Hem kovboy olursam, dayak atmaz, dayak da yemezdim. Ya öldürür ya da ölürdüm. Bu kadardı. O zamanlar Çıkrıkçılar yokuşu ve Anafartalar Çarşısı’nın civarında bulunan açık hava AVM’lerinden alışveriş yapılıyordu sadece! Bu mağaza biraz lükstü. Her gün o mağazaya gidip bakıyordum. Şapka, yelek ve etek, bana sesleniyordu, al beni, diye. Vitrine bakarken, şöyle bir öykü kurgulamıştım kafamın içinde. Kitap okumayanları kementle yakalıyordum ve onları yüzlerce hikâye, şiir kitabının bulunduğu bir yere hapsediyordum.  Kitapları anlayanları test etme görevi Aziz Nesin’indi. O derse, tamam, bu kişi hepsini okuyup anlamış, onları serbest bırakıyordum.  Çünkü Aziz Nesin’in çok akıllı ve çok kitap okuduğunu babamdan sıkça duyuyordum.  
En sonunda babama kovboy elbisesinden bahsedebildim. Satışlar iyi olursa alırız, diyordu. Ya elbiseyi elimden kaçırırsam korkusuyla, bir gün babamın peşine düştüm. O yürüyor, ben onu takip ediyorum. Arada bir sesleniyordum da, baba mağaza şu caddede, diye. Babam da o caddeye doğru yürüyor. Sonunda babam da kovboy olacağıma kanaat getirdi ve cebindeki parayı kovboy elbiseme yatırdı.
Kovboy elbisesi işe yaramıştı, mucizeler devam ediyordu. Evimize devrimci ablalar, abiler geliyor, gelirken de kitaplar getiriyorlardı. Gorki’nin Ana kitabını okuyunca, bu kez annem üzerine düşler kurmaya başladım. Birçok iyi yazar o devrimciler sayesinde bize konuk oldular. Onları dikkatlice dinliyor, Marks Amca, Che Abi üzerine kafa yoruyordum. Hiçbir şey anlamıyordum tabii ki. Amca, abi diyerek apartmandaki arkadaşlara, önemli devrimcilerin yakınımız olduğunu duyuruyordum sadece. Kovboyluk düşlerim önce benim kitaplar hapishanesine atılmam gerektiğini söylüyordu. Aziz Nesin’e söz verdim. Sonuçta onun kararı önemliydi. Bıraktım kovboy olmayı, devrimci olmaya karar verdim. Nazım Hikmet de evin konuğuydu. Onun şiirleri okunuyordu. O da akıllıydı. Yeni mahallemiz hayli hareketliydi. Marşı, yürüyüşü boldu. Öyle çok marş ezberledim ki sonunda kendi marşımı yazdım. O zamanlar on bir yaş, öyle çocuk yaşı değildi.
Haydi haydi birleşelim insanlar/ Haydi Haydi toplanalım bir araya/ Varsın rengimiz kara olsun/ Varsın dilimiz farklı olsun/…
Mahalle günlerce banyodan çıkamadı.
Evimize kitaplar ve yazarların girmesiyle çıkması bir oldu. 12 Eylül Darbesi, gözünü kitaplarıma dikti. Bir sabah mahalle askerlerle sarıldı. Evimizin altındaki kahve boşalmıştı. Devrimci abiler, ablalar yoktu.   Ölü toprağı serpilmişti sokağımızın üstüne. Ölüyorduk. Daha fazla ölmemek için ilk iş kitapların katliydi. Banyo kazanında hunharca yakıldı bütün kitaplar. O sıra öyle sanıyorum ki tüm mahalle günlerce banyodan çıkamadı. Bir masalın içinden çıkıp gerçekle karşılaşmıştım. Kitap okumamızı istemiyorlardı. Benim okutmak için hapse tıktıklarımı, askerler, siz misiniz kitap okuyanlar, diye hapse atıyordu.  Kafam çok karışıktı açıkçası. Ağır bir suskunluk döneminin içinde bir süre yazamadım, kitap olmayınca da okuyamadım.  Çünkü güncelerim de banyo kazanından nasibini almıştı. Hiçbir yere ait değildim. Bir boşluk vardı. Babam, bizim dünyamızı değiştirmiş, sen bu dünyaya ait değilsin, demişti. Nereye aittim?  
Sokağımız değişti, alışkanlıklar değişti. Ben de değişiyordum. Boşluktan sık sık âşık oluyordum. Aşk, şiirin kapısını açmıştı yeniden. Yeni yazarlar tanıyor onları okuyor, kendi düşlerimi kurguluyordum. Şunu çok iyi anlamıştım, bir insanın içinde yazma isteği varsa, kendiliğinden oluyordu. Kalem dayatıyor kendini, kâğıt ‘hazır ol’da bekliyor. Hele düşleriniz varsa, tutamıyorsunuz zihninizden hızla akan sözcükleri.
Bir yazar olabilir miydim? Bir kez daha düşündüm, yazdığım bir öyküyü,  bilmeden yanlış birine okudum. Bir daha da hiç kimseye okumadım.
Bir devrim çabası bitmişti. Ailelerimiz bir süre sonra yine o eski hallerine dönmüştü. Yaşam susmuş dillerin kasvetiyle sürerken benim de ailem ve toplum ile uyumsuzluğum, sorduğum sorular karşıma dikiliyordu. Bazen kabulleniyordum. O zaman da kendime yabancı oluyordum. Ötekiydim aslında, ötekiler bugün olduğu gibi öldürülüyorlardı, benim de içim öldürülüyordu. 

Yazarlar, okurun en sıkıntılı olduğu anlarda karşılarına çıkarlar
Farkında olan insan rahatsız olan insandır. Çevremdeki eril gücün dayattığı sorunlarla mücadele ediyordum ancak karşılaştığım tepkiler yolumu hayli tıkamıştı. Bazen aylarca susuyordum. “Su gibi kendi çukurunda kuruyabilir insan” diyen Furuğ’un dizesi gibiyim. Yazarlar, okurun en sıkıntılı olduğu anlarda karşılarına çıkarlar. O sıralar, Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” kitabıyla tanıştım. Benim yazar olmamı engelleyenin amacını ve birçok şeyi daha iyi anlamıştım.  Yine ayağa kalkmıştım ancak bir desteğe de ihtiyaç duyuyordum. İnsanlar destek olmak yerine, kendilerine benzetmeye çalışıyordu çoğunlukla. O destek yıllar sonra bir şair, Yılmaz Odabaşı’ndan geldi. “Ve önce kendinin ellerinden tut” diyordu, bir dizesinde. Daha önce düşünemediğime hayıflandım. Ellerimi tuttum. Önce kendimle hesaplaştım. Derdim neyse günlerce bilgisayarın başında, deli gibi yazdım. Erasmus, bu halimi görseydi, benim deliliğim için de bir şeyler yazar mıydı acaba? Sonra değiştirmek istediklerimi, değiştirmeye koyuldum. Oldukça zordu, ama kendi ellerimden tutunca pekâlâ oluyordu.
Filozof ve yazar Rene Descartes’in gördüğü bir rüya ile yeni bir bilimi nasıl keşfettiyse, ben de Aziz Nesin’i rüyamda gördükten sonra yazar olabileceğimi keşfedebildim. Aziz Nesin’in ölümünden iki hafta sonraydı. Rüyamda, yağmur yağıyordu. Baba gitme, diye haykırıyordum arkasından. Diz çökmüştüm sokakta, beni de götür baba! Arkasını döndü, gelip elini başıma koydu. Sen kalmalısın, dedi. Çocukken uydurduğum öykünün son noktasını mı koymuştu Aziz Baba? Bundan böyle iflah olmaz bir okur olarak yoluna devam edeceksin. Yazar olabilirsin, diyordu sanki.  
Öykülerim dergilerde yer buluyordu artık.  Ancak bir sorunum vardı, biraz otosansür uyguluyordum. Dil Bilimci, yazar Aysu Erden, bu yolu seçtiysen, her şeyi göze almalısın, deyince öykü dosyamda sansürü kaldırdım. Ancak yine bir sorun vardı. Paylaşmak demek okur sorumluluğu demekti, açıkçası ben korkuyordum.Ta ki Tahsin Yücel’le karşılaşıncaya değin. Gökdelen, romanının imzasında uzunca sohbet etme imkânım oldu. Sıkıntımı anlamıştı. Kendi romanında bile kırk dört hata olduğunu söyledi. İkinci baskıda düzelir, diye de eklemişti. Çok rahattı. Şaşkındım. Dile böylesine hâkim bir yazarın söyledikleri karşısında. İki gün içinde romanını okuyup bitirdiğimde hiçbir hatasını bulamamıştım. Anlamıştım bana güç vermek için böyle bir kurgu yaptığını. İlk öykü kitabım, “Bedenim Tetikte” onun verdiği cesaretle okurla buluşmuş oldu. Tahsin Yücel’le bir kitap fuarında karşılaşmış olmam ve ona teşekkür edebilmem, kitabımı imzalayıp verebilmem büyük bir şanstı benim için. Üstüne bir de fotoğraf… 

Kelimelerimizi çalan Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarıydı.
Yazarlar, farkına varmadan geleceklerini kurgularlar. Ben trans halinde yazanlardanım. Bir düşün içindeydim, bir novellaydı sanırım yazdığım. Baş kadın karakterim kanser hastasıydı. Epeyi ilerlemiştim. Kadın karakterimle yine tartıştığım bir gündü. Ölüm üzerine konuşuyorduk. Ben kararsızdım onu öldürüp öldürmeme konusunda. O da emin değildi. İyi ki emin değildi, çünkü kadın karakterin yaşadıklarını bir süre sonra ben yaşamaya başladım. O hikâye ürküttü beni. Silip attım onu.  Onkoloji hastanesi oldukça zorlu, bir yıl süren bir deneyimdi benim için. Ancak zorluk aşılabilirdi. Orada bulunan hastalara bakarak öyküler yazdım. Hastalara, “Gülümsüyoruz” etkinlikleri düzenleyerek öykülerle, şarkılarla buluşturdum. Bu arada sadece öykü yazmak istiyordum. Fakat kelimelerimi, imla kurallarımı yitirmeye başlamıştım. Günlük konuşma dili dışında her şey kayıptı. Sevgi Soysal’ın “Hoş Geldin Ölüm” kitabıyla ilgili Roman Kahramanları dergisi için bir çalışma yapacaktım. Yeni başladığı ancak tamamlayamadığı romanını okuyunca, durumumuzun aynı olduğunu gördüm. Onu çok iyi anlıyordum. Neden pes ettiğini de. Söz verdim Sevgi Soysal’a ikimiz adına kayıp kelimelerin, imla kurallarının peşine düşeceğim, diye. Öyle de oldu, rüyalarımda tüm kelimelerimizi çalanı sonunda yakalamıştım. Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarıydı. Sabah uyanınca doğruca onun kitaplarına koşuyor, tekrar tekrar okuyordum. Bu rüya epeyce sürdü…  Böylece yürütülmüş kelimelerimi onun kitaplarından geri alıyordum.
Bir öykü onkoloji öncesi kapımı çalmıştı. Tedavi sonrası ne yapıp edip öykü dosyamın arasında karşıma çıkıyordu. Ben, git başımdan,  dedikçe daha fazla yüklendi üzerime. Pes ettim, sonunda, teslim oldum hikâyeye. Üç yıllık çalışma döneminde, hikâyenin içinde karşılaştıklarım oldukça şaşırtıcıydı. Bu nedenle romanın güncesini de yazdım. “Aşk Susmadan Git” romanım da böylece çıkmış oldu.
Yazmak yaşamın sokaklarına dalmaktır. Bu nedenle yazarların yaşamları hep yokuş yukarıdır. O yokuşu tırmanırken, yutkunduğum cümleler don lastiğinde gerildi gerildi ve ait olduğum yere, yazına uçurdu beni. Şu an ince işçiliğini yaptığım öykü dosyam üzerinde çalışıyorum ve düşlerime bekleyin diyorum… Dururlar mı?  Bilmiyorum. 
Tekgül Arı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder