Yutkunduğum cümleler don lastiğinde gerildi
Bir ampulün öfkesi kaç watt?
Bir çığlık sesine kulak kabartıyorum. Vıdı havlıyor. Sesler
kesiliyor. Çıplak bir ampul bana bakıyor. İçinden yayılan ışık, usulca içine çekiyor
beni. Birkaç kez gözlerimi kapatıp açıyorum, aynı. Çok
korkuyorum. Lamba sana bakıyor, diyen sesle siniyorum bir kenara. Bir ampulün
öfkesi kaç watt, henüz bilmiyorum. Karanlığın yutmayacağını bilsem koşarım
Vıdı’nın yanına. Odada kaç kişiyiz, beş mi, altı mı? Neden kimse karşı çıkmıyor bu ampule?
Bazen mucizeler
oluyor. Dayım on beş yaşlarında, İstanbul’dan geliyor. Hikâyeler yüklemiş
diline. Denizi anlatıyor, renkli sokaklarını, insanlarını… Kurgusu heyecanlı.
Pür dikkat dinliyoruz onu, geceleri.
Nedense hikâyenin sonunda diğer dinleyiciler, amma da attın, diyorlar.
Ben onun atmalarını seviyorum. Dayım gözümde bambaşka biri. Bulunduğum
mahallenin dışına çıkmış, başka yaşamlar görmüş, o ulaşılmaz olan bir yıldız. Bir
ay sonra, o da erkek kardeşlerime benziyor. Uzun kıvırcık saçları alaburus kesilmiş.
Köyünden topladığı masallar ve destanlarıyla anneannem
geliyor. Geceleri ampulü unutturuyor
bana. Benim de uydurduğum hikâyeler oluyor,
pek dinlemiyorlar, sadece gülüyorlar. Yarın güneşe, güneş olmasa rüzgâra
o da olmasa yağmura, kara anlatırım. Beni dinlerler nasılsa. Düşlerin içinden
geçiyorum. Hiç susmaz mı çocukların içi? Bir kelime, bir bakış tetikliyor ruhumu.
Kitapları seviyorum, bir an önce okula gitmek için ağlıyorum günlerce. Yaşım
tutunca ilk ben öğreniyorum okumayı. Ödülümü de alıyorum. Bir dolma kalem,
biraz da para. Düşlerim, parayı eve götürme, diyor. Dayak yersin, başkalarından
niye para aldın, diye. Dert oluyor o para. Sonrası mutluluk, teneffüste sınıfça
bakkala gidip bitiriyoruz, son kuruşuna kadar.
Kitabı olmayan bir ev ve hikâyeleri başkaları tarafından yazılan
bir mahalle burası. Yeraltı edebiyatı için oldukça uygun malzemeleri var. Yoksulluk
ve yoksunluğun sırıttığı, küfrün gırla gittiği, cinnete her an açık, rüzgârın ufak
bir esintisiyle, kan ve idrar kokusu yayılan, bol çocuklu, düşleri mutlulukla
bitsin diye bekleyen bir masal ülkesi. Dokuz
yaşına kadar yaşadığım yeri çok seviyorum, ancak düşlerin önü kapalı… Artan bir
miktar gelirle taşınıyoruz. Ulucanlar-
Yarı Kapalı Cezaevi’ne benziyor yeni evimiz. Yakınlarımızı görmeye gittiğimizde
gördüğüm demir parmaklıkları olan bir hapishane sanki. Üzerimize binmiş beş kat
daha var. Pencereden baktığımda betondan
küçük bir bahçe bir de duvar. Kaç adım da biter; beşi geçmiyor. Güneş, rüzgâr, yağmur, gökyüzü arıyorum, yok!
Belleğimin kuytularında gizlediğim eski mahallemi çıkarıp kokluyorum sıkça.
İçime kapanıyorum iyice. Kalem ve kâğıt neyse ki sıkıca sarılmışlar, hiç
bırakmıyorlar elimi.
Dil biraz Ömer Seyfettin biraz da Kemalettin Tuğcu.
Dil biraz Ömer Seyfettin biraz da Kemalettin Tuğcu.
Yeni okulumun sınıf kitaplığındaki hikâye kitaplarına göz
dikiyorum. Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu’yla tanışıyorum. Onları okudukça, eski
mahallemdeki, bizim simitçi çocuk, bizim ayakkabısı olmayan çocuk, kadınlar ve
adamlar canlanıyor zihnimde. Bizi yazmışlar. Ama bir mağarada yaşayan Mıstık’ı
tanımıyorlar, diyorum. İlk şiirimi dokuz yaşında, anneler günü için yazıyorum. Annem
şaşırıyor. Yüzünün parladığını
hatırlıyorum, “Annem güneşim,” dediğimi ve şimdi tek hatırladığım o dizenin
büyüsünü. On yaşında ilk hikâyemi, benden bir buçuk yaş büyük abimin ödevi için
zevkle yazıyorum. Sanırsınız ki ben bir yazarım. Diğer yazarların atladığı
Mıstık’ın hikâyesi çıkıyor. Akşam, abim okuldan
gelince ilk işi azarlamak oluyor beni. Senin yüzünden öğretmen beni suçladı, diye.
Öğretmen: Hangi yazarın hikâyesini aşırdın, demiş. Çok mutlu oluyorum, kurgusu
bana ait, sadece dil biraz Ömer Seyfettin biraz da Kemalettin Tuğcu. Bazen öyle
kaptırıyorum ki kendimi düşlerime,
küvetin içine su doldurarak görmediğim İstanbul’un denizini eve getiriyorum.
Kardeşlerimi de düşlerin içine katarak dalıyoruz…
Barış Manço’nun çocuklarının saçları don lastiğiyle bağlanmamıştı.
Radyo büyük bir icat, tapılması gereken tek şey geliyor
bana. Geceleri yalnızlığımı ve korkularımı öteliyor. Müzik ve sözlerin içinde bambaşka dünyalara
giriyorum. Sözü ve besteleri bana ait
şarkılar ve müzikaller uyduruyorum. Müzisyen
olmalıyım. Onların hikâyeleri var. Radyodan dinlediğim birçok şarkının sözlerini
bilmiyorum ama ben onlara kafadan Türkçe sözler yazıyorum. Bir şans çıkıyor karşıma.
Bulunduğumuz ilçe okullarından seçilecek
öğrencilerle bir koro oluşturulacak. Bunu kaçırmaya hiç niyetim yok. Koro
olunca itiraz etmiyor evdekiler. Nasılsa beni seçerler, diyorum. Sesimin iyi
olduğunu biliyorum. Bizim yeni mahalleden daha lüks bir semtte, bir binada
toplanıyoruz. Oldukça heyecanlıyım.
Fakat katılan çocukları görünce, onlar, Barış Manço’nun programına katılan
çocuklar gibiydiler. Hiçbirinin saçları don lastiğiyle bağlanmamıştı. Seçici
öğretmen de o çocuklara hayranlık duymuş olmalı ki beni dinlemek için en sona
bırakmıştı.
Sonunda sıra bana gelmişti, “Maya dağdan kalkan kazlar,” diye daha ağzımı
açmadan, öğretmen dışarı çıktı. Beni dinlemesi gerekiyordu. Çok bozulmuştum. Böylece
müzik kariyerim de o gün bitmiş oldu. Hatırladığım tek şey, haksızlık, beni
dinlemediniz, diye sayfalarca yazdığım. Aslında kimse beni dinlemiyor,
anlamıyordu. Şarkı sözü yazmayı bıraktım. Bu kez günlük tutmaya, şiir yazmaya
başladım. Kimsenin onayına ihtiyacım yoktu. Yeter ki kâğıt ve kalemim olsun,
duygular, dertler yığınla nasılsa. Kitap okuyor, şiir yazıyordum. İyi kitaplara
ulaşamıyordum, topladıklarım neyse onlarla idare ediyordum. Evde durumum göze
batmaya başladı. Babam, sen bizim dünyamızdan değilsin, deyiverdi ansızın.
Kafam karıştı. Aynı dünyanın içinde yaşıyorduk. Korktum, neden, diye soramadım.
Kitaplara sığındım. Duygusal dünyamı
tamir ediyor, anarşist ruhumu tetikliyordu. Bu nedenle mahallede hangi çocuğun
elinde fazla şeker varsa kapıp, olmayan çocuklara dağıtıyordum. Robin Hood’dum
belki de. Zenginden alıp yoksula veriyordum kendimce. Ardından okkalı bir dayak
geliyordu. Kimseye durumu anlatamayınca kâğıda anlatıyordum. Ama o çocukların
da canları çekmişti, diye yazıyordum. Sonra, sinema hayatıma girdi. Evin
yanında bir sinemanın olması müthiş bir şeydi. Çarşamba günleri kadınlar
matinesi, hafta sonu ful film izleme. Yeşilçam’ın iyi bir izleyicisiydim. (Laf
aramızda Behçet Nacar filmlerini izlemişliğim bile vardır.) Filiz Akın’ın
Karateci Kız filmi içimdeki anarşisti iyice harekete geçirdi. Kareteci kız
olacaktım. Kızlara haksızlık yapan tüm oğlanları dövecektim. Çoğu yaşıtımı da
dövdüm, dövüldüm. Canım çok yandı ama onlara hiç belli etmedim.
Kitapları anlayanları test etme görevi Aziz Nesin’indi.
Yine taşındık, bu kez yerin dibinden üstüne çıktık. Apartman
hayatı farklı kültürlerde insanlarla sizi karşılaştırıyor. Henüz insanlar
ayrışmamış, dayanışma sürüyor. Böyle olunca kültür seviyeniz de gelişmeye
başlıyor. Aziz Nesin’in adının evimize
konuk olarak girdiği günlerdi. Bir mağaza vitrininde kovboy elbisesi gördüm.
Hem kovboy olursam, dayak atmaz, dayak da yemezdim. Ya öldürür ya da ölürdüm.
Bu kadardı. O zamanlar Çıkrıkçılar yokuşu ve Anafartalar Çarşısı’nın civarında
bulunan açık hava AVM’lerinden alışveriş yapılıyordu sadece! Bu mağaza biraz
lükstü. Her gün o mağazaya gidip bakıyordum. Şapka, yelek ve etek, bana
sesleniyordu, al beni, diye. Vitrine bakarken, şöyle bir öykü kurgulamıştım
kafamın içinde. Kitap okumayanları kementle yakalıyordum ve onları yüzlerce hikâye,
şiir kitabının bulunduğu bir yere hapsediyordum. Kitapları anlayanları test etme görevi Aziz
Nesin’indi. O derse, tamam, bu kişi hepsini okuyup anlamış, onları serbest
bırakıyordum. Çünkü Aziz Nesin’in çok
akıllı ve çok kitap okuduğunu babamdan sıkça duyuyordum.
En sonunda babama kovboy elbisesinden bahsedebildim.
Satışlar iyi olursa alırız, diyordu. Ya elbiseyi elimden kaçırırsam korkusuyla,
bir gün babamın peşine düştüm. O yürüyor, ben onu takip ediyorum. Arada bir
sesleniyordum da, baba mağaza şu caddede, diye. Babam da o caddeye doğru
yürüyor. Sonunda babam da kovboy olacağıma kanaat getirdi ve cebindeki parayı
kovboy elbiseme yatırdı.
Kovboy elbisesi işe yaramıştı, mucizeler devam ediyordu. Evimize
devrimci ablalar, abiler geliyor, gelirken de kitaplar getiriyorlardı. Gorki’nin
Ana kitabını okuyunca, bu kez annem üzerine düşler kurmaya başladım. Birçok iyi
yazar o devrimciler sayesinde bize konuk oldular. Onları dikkatlice dinliyor,
Marks Amca, Che Abi üzerine kafa yoruyordum. Hiçbir şey anlamıyordum tabii ki. Amca,
abi diyerek apartmandaki arkadaşlara, önemli devrimcilerin yakınımız olduğunu
duyuruyordum sadece. Kovboyluk düşlerim önce benim kitaplar hapishanesine atılmam
gerektiğini söylüyordu. Aziz Nesin’e söz verdim. Sonuçta onun kararı önemliydi.
Bıraktım kovboy olmayı, devrimci olmaya karar verdim. Nazım Hikmet de evin
konuğuydu. Onun şiirleri okunuyordu. O da akıllıydı. Yeni mahallemiz hayli
hareketliydi. Marşı, yürüyüşü boldu. Öyle çok marş ezberledim ki sonunda kendi
marşımı yazdım. O zamanlar on bir yaş, öyle çocuk yaşı değildi.
Haydi haydi
birleşelim insanlar/ Haydi Haydi toplanalım bir araya/ Varsın rengimiz kara
olsun/ Varsın dilimiz farklı olsun/…
Mahalle günlerce banyodan çıkamadı.
Evimize kitaplar ve yazarların girmesiyle çıkması bir oldu. 12
Eylül Darbesi, gözünü kitaplarıma dikti. Bir sabah mahalle askerlerle sarıldı.
Evimizin altındaki kahve boşalmıştı. Devrimci abiler, ablalar yoktu. Ölü
toprağı serpilmişti sokağımızın üstüne. Ölüyorduk. Daha fazla ölmemek için ilk
iş kitapların katliydi. Banyo kazanında hunharca yakıldı bütün kitaplar. O sıra
öyle sanıyorum ki tüm mahalle günlerce banyodan çıkamadı. Bir masalın içinden
çıkıp gerçekle karşılaşmıştım. Kitap okumamızı istemiyorlardı. Benim okutmak
için hapse tıktıklarımı, askerler, siz misiniz kitap okuyanlar, diye hapse
atıyordu. Kafam çok karışıktı açıkçası.
Ağır bir suskunluk döneminin içinde bir süre yazamadım, kitap olmayınca da okuyamadım.
Çünkü güncelerim de banyo kazanından
nasibini almıştı. Hiçbir yere ait değildim. Bir boşluk vardı. Babam, bizim
dünyamızı değiştirmiş, sen bu dünyaya ait değilsin, demişti. Nereye aittim?
Sokağımız değişti, alışkanlıklar değişti. Ben de değişiyordum.
Boşluktan sık sık âşık oluyordum. Aşk, şiirin kapısını açmıştı yeniden. Yeni
yazarlar tanıyor onları okuyor, kendi düşlerimi kurguluyordum. Şunu çok iyi
anlamıştım, bir insanın içinde yazma isteği varsa, kendiliğinden oluyordu.
Kalem dayatıyor kendini, kâğıt ‘hazır ol’da bekliyor. Hele düşleriniz varsa,
tutamıyorsunuz zihninizden hızla akan sözcükleri.
Bir yazar olabilir miydim? Bir kez daha düşündüm, yazdığım bir
öyküyü, bilmeden yanlış birine okudum.
Bir daha da hiç kimseye okumadım.
Bir devrim çabası bitmişti. Ailelerimiz bir süre sonra yine
o eski hallerine dönmüştü. Yaşam susmuş dillerin kasvetiyle sürerken benim de
ailem ve toplum ile uyumsuzluğum, sorduğum sorular karşıma dikiliyordu. Bazen
kabulleniyordum. O zaman da kendime yabancı oluyordum. Ötekiydim aslında,
ötekiler bugün olduğu gibi öldürülüyorlardı, benim de içim öldürülüyordu.
Yazarlar, okurun en sıkıntılı olduğu anlarda karşılarına çıkarlar
Farkında olan insan rahatsız olan insandır. Çevremdeki eril
gücün dayattığı sorunlarla mücadele ediyordum ancak karşılaştığım tepkiler yolumu
hayli tıkamıştı. Bazen aylarca susuyordum. “Su gibi kendi çukurunda kuruyabilir
insan” diyen Furuğ’un dizesi gibiyim. Yazarlar, okurun en sıkıntılı olduğu
anlarda karşılarına çıkarlar. O sıralar, Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok”
kitabıyla tanıştım. Benim yazar olmamı engelleyenin amacını ve birçok şeyi daha
iyi anlamıştım. Yine ayağa kalkmıştım ancak
bir desteğe de ihtiyaç duyuyordum. İnsanlar destek olmak yerine, kendilerine
benzetmeye çalışıyordu çoğunlukla. O destek yıllar sonra bir şair, Yılmaz
Odabaşı’ndan geldi. “Ve önce kendinin ellerinden tut” diyordu, bir dizesinde. Daha
önce düşünemediğime hayıflandım. Ellerimi tuttum. Önce kendimle hesaplaştım.
Derdim neyse günlerce bilgisayarın başında, deli gibi yazdım. Erasmus, bu
halimi görseydi, benim deliliğim için de bir şeyler yazar mıydı acaba? Sonra
değiştirmek istediklerimi, değiştirmeye koyuldum. Oldukça zordu, ama kendi
ellerimden tutunca pekâlâ oluyordu.
Filozof ve yazar Rene Descartes’in gördüğü bir rüya ile yeni
bir bilimi nasıl keşfettiyse, ben de Aziz Nesin’i rüyamda gördükten sonra yazar
olabileceğimi keşfedebildim. Aziz Nesin’in ölümünden iki hafta sonraydı.
Rüyamda, yağmur yağıyordu. Baba gitme, diye haykırıyordum arkasından. Diz
çökmüştüm sokakta, beni de götür baba! Arkasını döndü, gelip elini başıma
koydu. Sen kalmalısın, dedi. Çocukken uydurduğum öykünün son noktasını mı koymuştu
Aziz Baba? Bundan böyle iflah olmaz bir okur olarak yoluna devam edeceksin. Yazar
olabilirsin, diyordu sanki.
Öykülerim dergilerde yer buluyordu artık. Ancak bir sorunum vardı, biraz otosansür
uyguluyordum. Dil Bilimci, yazar Aysu Erden, bu yolu seçtiysen, her şeyi göze
almalısın, deyince öykü dosyamda sansürü kaldırdım. Ancak yine bir sorun vardı.
Paylaşmak demek okur sorumluluğu demekti, açıkçası ben korkuyordum.Ta ki Tahsin
Yücel’le karşılaşıncaya değin. Gökdelen, romanının imzasında uzunca sohbet etme
imkânım oldu. Sıkıntımı anlamıştı. Kendi romanında bile kırk dört hata olduğunu
söyledi. İkinci baskıda düzelir, diye de eklemişti. Çok rahattı. Şaşkındım. Dile
böylesine hâkim bir yazarın söyledikleri karşısında. İki gün içinde romanını
okuyup bitirdiğimde hiçbir hatasını bulamamıştım. Anlamıştım bana güç vermek
için böyle bir kurgu yaptığını. İlk öykü kitabım, “Bedenim Tetikte” onun
verdiği cesaretle okurla buluşmuş oldu. Tahsin Yücel’le bir kitap fuarında karşılaşmış
olmam ve ona teşekkür edebilmem, kitabımı imzalayıp verebilmem büyük bir şanstı
benim için. Üstüne bir de fotoğraf…
Kelimelerimizi çalan Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarıydı.
Yazarlar, farkına varmadan geleceklerini kurgularlar. Ben
trans halinde yazanlardanım. Bir düşün içindeydim, bir novellaydı sanırım
yazdığım. Baş kadın karakterim kanser hastasıydı. Epeyi ilerlemiştim. Kadın karakterimle
yine tartıştığım bir gündü. Ölüm üzerine konuşuyorduk. Ben kararsızdım onu
öldürüp öldürmeme konusunda. O da emin değildi. İyi ki emin değildi, çünkü
kadın karakterin yaşadıklarını bir süre sonra ben yaşamaya başladım. O hikâye ürküttü
beni. Silip attım onu. Onkoloji
hastanesi oldukça zorlu, bir yıl süren bir deneyimdi benim için. Ancak zorluk
aşılabilirdi. Orada bulunan hastalara bakarak öyküler yazdım. Hastalara,
“Gülümsüyoruz” etkinlikleri düzenleyerek öykülerle, şarkılarla buluşturdum. Bu
arada sadece öykü yazmak istiyordum. Fakat kelimelerimi, imla kurallarımı
yitirmeye başlamıştım. Günlük konuşma dili dışında her şey kayıptı. Sevgi
Soysal’ın “Hoş Geldin Ölüm” kitabıyla ilgili Roman Kahramanları dergisi için bir
çalışma yapacaktım. Yeni başladığı ancak tamamlayamadığı romanını okuyunca,
durumumuzun aynı olduğunu gördüm. Onu çok iyi anlıyordum. Neden pes ettiğini
de. Söz verdim Sevgi Soysal’a ikimiz adına kayıp kelimelerin, imla kurallarının
peşine düşeceğim, diye. Öyle de oldu, rüyalarımda tüm kelimelerimizi çalanı
sonunda yakalamıştım. Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarıydı. Sabah uyanınca doğruca
onun kitaplarına koşuyor, tekrar tekrar okuyordum. Bu rüya epeyce sürdü… Böylece yürütülmüş kelimelerimi onun kitaplarından
geri alıyordum.
Bir öykü onkoloji öncesi kapımı çalmıştı. Tedavi sonrası ne
yapıp edip öykü dosyamın arasında karşıma çıkıyordu. Ben, git başımdan, dedikçe daha fazla yüklendi üzerime. Pes
ettim, sonunda, teslim oldum hikâyeye. Üç yıllık çalışma döneminde, hikâyenin
içinde karşılaştıklarım oldukça şaşırtıcıydı. Bu nedenle romanın güncesini de
yazdım. “Aşk Susmadan Git” romanım da böylece çıkmış oldu.
Yazmak yaşamın
sokaklarına dalmaktır. Bu nedenle yazarların yaşamları hep yokuş yukarıdır. O
yokuşu tırmanırken, yutkunduğum cümleler don lastiğinde gerildi gerildi ve ait
olduğum yere, yazına uçurdu beni. Şu an ince işçiliğini yaptığım öykü dosyam
üzerinde çalışıyorum ve düşlerime bekleyin diyorum… Dururlar mı? Bilmiyorum.
Tekgül Arı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder