Kitaplarla olan ilişkim topraktan
çıkan bir kitapla başladı. 12 Eylül sıkıyönetiminde annemlerin bahçeye gömdüğü
kitaplardan biri Taranta Babu’ya Mektuplar imiş. Birkaç yıl yer altında kalan
kitabı ilkokul sırasında elime aldığımda büyülü bir masal nesnesine dokunduğumu
sanmıştım okuyup anlamasam da. Toprak, rutubet ve mürekkep kokusu… O kitap
şimdi yok. Ortaokul yıllarında sanırım, kim olduğunu hatırlamadığım bir
arkadaşıma ödünç vermiştim ve sonra birçok taşınma, şehir değiştirme
süreçlerinde izini kaybettim. Buradan sesleniyorum o arkadaşa, belki duyar;
toprak kokan, kapağının kenarı yırtık, yorgun yüzlü bir Taranta Babu’ya
Mektuplar varsa elinde belki bana geri vermek ister.
Evimizde iyi kötü bir kütüphane
vardı çocukluğumda. Birkaç set ansiklopedi büfeyi süslerdi. 90’lı yıllarda
çocuk olanların pek aşina olacağı gibi Meydan Larousse okumuşluğum vardır benim
de. En çok da kırmızı ciltli hayvanlar ansiklopedisini ve dünya atlasını hatmetmiştim.
Okuma yazmayı söktükten sonra beni kitaplara bağımlı hale getiren ilkokul
öğretmenim Bedriye Aksakal oldu.
Sınıfımızda camlı bir dolaptan
ibaret kütüphanemiz vardı ve oradan en çok kitap alıp okuyanlara başarı
sertifikası verirdi. Herkesten çok sertifika biriktirme inadım yüzünden çok
kitap okudum sanırım. Yukarıdaki fotoğrafta görülen “Başarı Belgesi”nde şöyle
yazıyor: “1988-1989 eğitim öğretim yılında 2-G sınıfından Özgür Mutlu çok kitap
okuyarak başarı belgesi almaya hak kazanmıştır.” Altında öğretmenimin ve
kitaplık kolu görevlisi öğrencilerin imzaları bulunuyor. Öğretmenim 1988’de
Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü’nün araştırma dalında sahibi olmuş, kent
tarihi ve kültürü ile ilgili birçok kitap yazmıştı. Hâlâ da yazmayı sürdürüyor.
Böyle bir ilkokul öğretmeni herkese denk gelmez. O dönemde sınıf
kütüphanesinden okuduğum kitaplar yanında, evde de özellikle Cem Yayınlarının
çoğunlukta olduğu çocuk kitaplarından oluşan bir kütüphane kuruyordum. Erol
Toy, Ülkü Ayvaz, İhmal Amca, Bekir Yıldız, Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, bir de
Jules Verne’nin tüm kitapları. Okul gazetesi çıkarılıyordu; o gazetenin yazar
ve muhabirlerindendim. İlk yazım orada yayımlandı sanırım. Beyaz yaka, siyah
önlük valiyle falan röportaj yapıyorduk. Ondan da önce en yakın arkadaşım
Orçun’la tamamen el yapımı ve tek nüsha olarak, renkli karikatür ve mizah
dergisi hazırlamıştık. Üç dört sayı kadar çıkarttık, ilk başlarda sınıf
panosuna asıyorduk, panodan indikten sonra bir gün onda kalıyordu dergi, bir
gün bende. Oradan devam etseydik karikatürist olabilirdik belki de.
Aklımda kalan bir yazarla ilk
karşılaşmam sınıfça götürüldüğümüz Feyza Hepçilingirler’in imza günüydü. Uçtu
Uçtu Pelin Uçtu ilk imzalı kitabımdı ve bende her zaman yer etmiştir bu anı. Aklıma
geldikçe açıp o imzayı izlerim, oradaki dileğin peşinden koşarım: “güzel” bir
insan olmanın. Belki bundan dolayıdır, üniversitenin ilk yılında yazar olmak
istiyorum ama çok karamsarım, bu konuda ne yapsam diye danışmak için Feyza
Hepçilingirler’i seçmem. Ona gönderdiğim e-postalara cevaplar almak, hem de
yüreklendirici ve samimi cevaplar, karamsarlığımdan ve çekincelerimden
kurtulmamı ve yazıya devam etmemi sağlamıştır. Belki de yazıyla ilgilenen
birçok kişi böyle cevaplar alamadıkları için bırakmıştır yazmayı. Kendimi yine
şanslı sayıyorum.
İlerleyen yıllarda annemin Nobel ödüllü
yazarlar dizisi aldığını hatırlıyorum; karton bir kutunun içinde gelmişti yirmi
beş kadar kitap, rafa dizmiştik. Uzun süre kitapların yan yana duruşlarına
baktım; ne güzeldiler, gıcır gıcır, aynı boyda, aşılmaz bir duvar gibi.
Ortaokul ve lise döneminde o kitapları okudum: Dostoveyski’den Şolohov’a,
Kavabata’dan Thomas Mann’a, Elias Canetti’ye ve Hemingway’e. En çok Rus
klasiklerini sevdiğimi hatırlıyorum.
İlkokul bitmesine yarım sene kala
bankacı olan babamın tayini çıkmış ve şehir değiştirmek zorunda kalmıştık.
Doğup büyüdüğüm Ege’den, İç Anadolu’ya kasvetli bir yolculuktu. Sınıfımdan,
mahalle arkadaşlarımdan ayrılmak çok zor gelmişti. O zaman tabii mektup vardı.
İlkokul öğretmenimle ve eski sınıfımdan yakın arkadaşlarımla mektuplaşmaya
başladık. Yazmaya mektupla başladım diyebilirim. O yıllarda haftada birkaç
mektup yazdığım ve aldığım oluyordu. Öğretmenimle yazışmalarımızda kesinlikle
edebi niteliği olan satırlar çıkıyordu ortaya. Yazacağım cümleyi düşündüğümü,
daha güzel ifade edebilmek için uğraştığımı hatırlıyorum. Bazen aldığım
mektupları gözyaşları içinde okuduğum da olurdu. Birkaç senede bir şehir
değiştirme durumu benim mektup arkadaşlarımın da artmasına yaradı tabii. Mektup
yazmanın hazzını hiç unutmadım. Uzun zaman sonra mektup yazmaz olmuşken,
üniversitenin ilk yıllarımda Robinson Crusoe, Küçük Prens ve Charlie Chaplin’e mektup
yazıp göndermemiştim.
Mektuplaşmalarda kurmaca dünyanın
kapılarını araladığımı sanıyorum. Sonra bir defterim oldu yanımda taşıdığım,
okulda, evde, sokakta içine bir şeyler karalardım. Şarkı sözleri yazar, gazete
kesikleri, fotoğraflar yapıştırır, kenarlarına notlar alırdım. Herkeste olan tekbiçim
anı ya da hatıra defterlerinden değildi benim defterim. Kimseye göstermezdim,
bazen bazı sayfalarını okuturdum arkadaşlarıma. Hayata dair keşiflerimi,
hislerimi, âşık olduğum kızları yazardım. Fakat o yazılar ne zaman öyküye
dönüştü tam olarak hatırlamıyorum. Fakat bu dönemde birçok dünya klasiğini ve
Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Halid Ziya gibi ustaları ve Nazım Hikmet, Cemal
Süreya, Edip Cansever gibi şairleri okuyordum. Bu okuma süreci içerisinde
yazdıklarımın iç döküşten kurguya evrildiğini sanıyorum. Lisenin son sınıfında
şair arkadaşlarım Özgür Zeybek ve Olcay Özmen ile bir fanzin çıkarmaya
başlamamız da yazma sürecinde önemli bir dönemeç oldu benim için. Henüz yarım
yamalak yazarken bir de dergiciliğe soyunduk; 1999 yılıydı. Vesaire isimli fanzinimiz için
çevremizden, tanıdıklardan yazı toplamaya, internet kafe bilgisayarlarında
geceler boyu sayfa tasarımı yapmaya başladık. Fanzini bastırmak için ucuz
fotokopici arayışlarımız, basılan fanzinleri dağıtmaya çalışmak, yazı toplamak
derken kendimizi zor ama keyifli bir uğraş içinde bulmuştuk. Bu sıralarda
sürekli bir araya gelir birbirimize yazdıklarımızı okur, yorumlar yapardık.
Kendimizi yazar ve şair gibi hissediyorduk. O süreç, ders çalışıp üniversitede
daha iyi bölümler kazanmamızı önledi ama bize hayat boyu kaybetmeyeceğimiz bir
özgüven ve edebiyat sevgisi verdi galiba. Vesaire aynı zamanda ülkede,
özellikle taşrada çıkan ilk edebiyat fanzini örneklerinden biri oldu.
Üniversitenin ilk yıllarında
adamakıllı öykü yazmaya başlamıştım. 2002 yılında ODTÜ’de Kitap Topluluğu bir
öykü yarışması düzenlemişti. Yarışmayı duyunca katılmaya karar verdim ve
yazdığım bir öykü üzerinde günlerce yurtların bilgisayar lab’larında ter döktüm
heyecan içinde. Yarışmada “Yastık” isimli öykümle Öğrenci Özel Ödülü kazandım
ve böylece bir öyküm ilk kez bir dergide yayınlandı. O zamanlar çıkan “E Kültür
ve Edebiyat Dergisi”nde. Çok önemli motivasyon olmuştu elbette. Bunun yanında yarışma
bir gelişmeye daha vesile oldu. O sıralarda bir edebiyat dergisi çıkarmak için
toplanmış bir grup insanla tanışmamı sağladı. Benim de dergide yer almamı
istediler ve ben de seve seve kabul ettim. Böylece iki seneden fazla sürecek
olan “düşe-yazma” dergisinin yayın kurulu içerisinde yer aldım. O dergiden
edindiğim dostluklar bugün hâlâ sürüyor. Hayatımın o döneminde böyle bir
derginin mutfağında olmak birçok açıdan geliştirdi beni. Müthiş verimli bir
okul oldu "düşe-yazma" dergisi benim için. Dergi yazma disiplini sağladı bana, edebiyat
düşünmeye, tartışmaya zorladı beni. Edebiyat dünyasında adı anılır bir yayın
olmaya aday olduğu sıralarda ise sessiz sedasız kendine son verdi. Türk
edebiyatına damgasını vuran bir dergi olmadı belki ama benim geçmişimde önemli
yer etti, belki başkalarının da. 2005’e kadar öykülerim düşe-yazma’da ve birkaç
dergi ve fanzinde daha yayımlandı.
2007’de ise dergideki arkadaşlarımın
da iteklemesiyle Yaşar Nabi Nayır ödüllerine katıldım ve dosyam dikkate değer
bulundu. Böylece Varlık dergisi gibi önemli bir dergide ilk kez öyküm
yayımlanmış oldu. Bu sonucu iyiye işaret olarak yordum ve yazmayı sürdürdüm
fakat 2011 yılına dek Gediz dergisinde iki öykü dışında öykü yayınlamadım. Bu
sürede de yeni bir dosya hazırladım ve Yaşar Nabi Nayır ödülünü bu dosya ile
2011 yılında kazandım. “Van Gölü Ekspresi” isimli ilk öykü kitabım böylece
Varlık tarafından basıldı. Yarışma sayesinde ilk kitabım yayınevlerinin
kapısını aşındırmaya gerek kalmadan, o yıpratıcı süreçten geçmeden rahatlıkla
çıkıverdi. Kitap çıktıktan sonra hayatımda çok büyük değişiklik olmadı. Öykü
yazmayı sürdürdüm ve dergilerde daha fazla ürün yayınlamaya başladım. İlk
kitaptan bu yana Varlık, Dünyanın Öyküsü, Sözcükler, Deliler Teknesi, Kurşun
Kalem, Lacivert Öykü, Askıda Öykü, Öykülem gibi dergilerde öykülerim görünür
oldu. Son olarak da “Karton Ev” isimli öykü kitabım Nota Bene yayınlarından bu
yıl içerisinde çıktı.
Görüyorum ki yazmaya başlamam bir
dizi tesadüfle, yolların ve hayatların kesişmesiyle başlamış, benim inadım ve
peşini bırakmamam sayesinde de devam etmiş. Zaten her zaman böyle değil midir?
Aslında hayatımızın her anında tesadüfler var, kesişen yollar, karşılaşılan
insanlar; ancak bu tesadüfler ve kesişimler peşlerinden gidilirse ileride
tesadüf ve kesişim olarak adlandırılabiliyor, yoksa silinip gidiyor ve
hatırlanmıyorlar doğal olarak. Ve elbette içinde bulunduğumuz durumun birbirini
tetikleyen süreçler ve olaylarla oluştuğunu biliriz de bu zincirin her bir
halkasını hatırlayamayız.
Şimdi neden yazıyorum ya da
bugüne kadar neden yazdım diye düşünüyorum da sürekli değişen tekinsiz cevaplar
etrafımda dolanıp duruyor. Bazen çok bireysel, bazen toplumsal ya da felsefi
dayanak noktaları buluyorum kendime; bunlar da yer değiştirebiliyor,
sallanabiliyor, bazı dönemlerde öne çıkıp bazen silikleşebiliyor. Yazmanın
kendi nedenini de kendi içinde arayan bir eylem olduğunu sanıyorum. Nasıl
olduğunun hikâyesi yukarıda, neden’in hikâyesi içindeyim ben de.
M. Özgür Mutlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder