1 Eylül 2016 Perşembe

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (27)

                           TOPRAKTAN ÇIKAN KİTAP 


Kitaplarla olan ilişkim topraktan çıkan bir kitapla başladı. 12 Eylül sıkıyönetiminde annemlerin bahçeye gömdüğü kitaplardan biri Taranta Babu’ya Mektuplar imiş. Birkaç yıl yer altında kalan kitabı ilkokul sırasında elime aldığımda büyülü bir masal nesnesine dokunduğumu sanmıştım okuyup anlamasam da. Toprak, rutubet ve mürekkep kokusu… O kitap şimdi yok. Ortaokul yıllarında sanırım, kim olduğunu hatırlamadığım bir arkadaşıma ödünç vermiştim ve sonra birçok taşınma, şehir değiştirme süreçlerinde izini kaybettim. Buradan sesleniyorum o arkadaşa, belki duyar; toprak kokan, kapağının kenarı yırtık, yorgun yüzlü bir Taranta Babu’ya Mektuplar varsa elinde belki bana geri vermek ister.

Evimizde iyi kötü bir kütüphane vardı çocukluğumda. Birkaç set ansiklopedi büfeyi süslerdi. 90’lı yıllarda çocuk olanların pek aşina olacağı gibi Meydan Larousse okumuşluğum vardır benim de. En çok da kırmızı ciltli hayvanlar ansiklopedisini ve dünya atlasını hatmetmiştim. Okuma yazmayı söktükten sonra beni kitaplara bağımlı hale getiren ilkokul öğretmenim Bedriye Aksakal oldu. 






Sınıfımızda camlı bir dolaptan ibaret kütüphanemiz vardı ve oradan en çok kitap alıp okuyanlara başarı sertifikası verirdi. Herkesten çok sertifika biriktirme inadım yüzünden çok kitap okudum sanırım. Yukarıdaki fotoğrafta görülen “Başarı Belgesi”nde şöyle yazıyor: “1988-1989 eğitim öğretim yılında 2-G sınıfından Özgür Mutlu çok kitap okuyarak başarı belgesi almaya hak kazanmıştır.” Altında öğretmenimin ve kitaplık kolu görevlisi öğrencilerin imzaları bulunuyor. Öğretmenim 1988’de Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü’nün araştırma dalında sahibi olmuş, kent tarihi ve kültürü ile ilgili birçok kitap yazmıştı. Hâlâ da yazmayı sürdürüyor. Böyle bir ilkokul öğretmeni herkese denk gelmez. O dönemde sınıf kütüphanesinden okuduğum kitaplar yanında, evde de özellikle Cem Yayınlarının çoğunlukta olduğu çocuk kitaplarından oluşan bir kütüphane kuruyordum. Erol Toy, Ülkü Ayvaz, İhmal Amca, Bekir Yıldız, Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, bir de Jules Verne’nin tüm kitapları. Okul gazetesi çıkarılıyordu; o gazetenin yazar ve muhabirlerindendim. İlk yazım orada yayımlandı sanırım. Beyaz yaka, siyah önlük valiyle falan röportaj yapıyorduk. Ondan da önce en yakın arkadaşım Orçun’la tamamen el yapımı ve tek nüsha olarak, renkli karikatür ve mizah dergisi hazırlamıştık. Üç dört sayı kadar çıkarttık, ilk başlarda sınıf panosuna asıyorduk, panodan indikten sonra bir gün onda kalıyordu dergi, bir gün bende. Oradan devam etseydik karikatürist olabilirdik belki de.

Aklımda kalan bir yazarla ilk karşılaşmam sınıfça götürüldüğümüz Feyza Hepçilingirler’in imza günüydü. Uçtu Uçtu Pelin Uçtu ilk imzalı kitabımdı ve bende her zaman yer etmiştir bu anı. Aklıma geldikçe açıp o imzayı izlerim, oradaki dileğin peşinden koşarım: “güzel” bir insan olmanın. Belki bundan dolayıdır, üniversitenin ilk yılında yazar olmak istiyorum ama çok karamsarım, bu konuda ne yapsam diye danışmak için Feyza Hepçilingirler’i seçmem. Ona gönderdiğim e-postalara cevaplar almak, hem de yüreklendirici ve samimi cevaplar, karamsarlığımdan ve çekincelerimden kurtulmamı ve yazıya devam etmemi sağlamıştır. Belki de yazıyla ilgilenen birçok kişi böyle cevaplar alamadıkları için bırakmıştır yazmayı. Kendimi yine şanslı sayıyorum.




İlerleyen yıllarda annemin Nobel ödüllü yazarlar dizisi aldığını hatırlıyorum; karton bir kutunun içinde gelmişti yirmi beş kadar kitap, rafa dizmiştik. Uzun süre kitapların yan yana duruşlarına baktım; ne güzeldiler, gıcır gıcır, aynı boyda, aşılmaz bir duvar gibi. Ortaokul ve lise döneminde o kitapları okudum: Dostoveyski’den Şolohov’a, Kavabata’dan Thomas Mann’a, Elias Canetti’ye ve Hemingway’e. En çok Rus klasiklerini sevdiğimi hatırlıyorum.  

İlkokul bitmesine yarım sene kala bankacı olan babamın tayini çıkmış ve şehir değiştirmek zorunda kalmıştık. Doğup büyüdüğüm Ege’den, İç Anadolu’ya kasvetli bir yolculuktu. Sınıfımdan, mahalle arkadaşlarımdan ayrılmak çok zor gelmişti. O zaman tabii mektup vardı. İlkokul öğretmenimle ve eski sınıfımdan yakın arkadaşlarımla mektuplaşmaya başladık. Yazmaya mektupla başladım diyebilirim. O yıllarda haftada birkaç mektup yazdığım ve aldığım oluyordu. Öğretmenimle yazışmalarımızda kesinlikle edebi niteliği olan satırlar çıkıyordu ortaya. Yazacağım cümleyi düşündüğümü, daha güzel ifade edebilmek için uğraştığımı hatırlıyorum. Bazen aldığım mektupları gözyaşları içinde okuduğum da olurdu. Birkaç senede bir şehir değiştirme durumu benim mektup arkadaşlarımın da artmasına yaradı tabii. Mektup yazmanın hazzını hiç unutmadım. Uzun zaman sonra mektup yazmaz olmuşken, üniversitenin ilk yıllarımda Robinson Crusoe, Küçük Prens ve Charlie Chaplin’e mektup yazıp göndermemiştim.

Mektuplaşmalarda kurmaca dünyanın kapılarını araladığımı sanıyorum. Sonra bir defterim oldu yanımda taşıdığım, okulda, evde, sokakta içine bir şeyler karalardım. Şarkı sözleri yazar, gazete kesikleri, fotoğraflar yapıştırır, kenarlarına notlar alırdım. Herkeste olan tekbiçim anı ya da hatıra defterlerinden değildi benim defterim. Kimseye göstermezdim, bazen bazı sayfalarını okuturdum arkadaşlarıma. Hayata dair keşiflerimi, hislerimi, âşık olduğum kızları yazardım. Fakat o yazılar ne zaman öyküye dönüştü tam olarak hatırlamıyorum. Fakat bu dönemde birçok dünya klasiğini ve Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Halid Ziya gibi ustaları ve Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi şairleri okuyordum. Bu okuma süreci içerisinde yazdıklarımın iç döküşten kurguya evrildiğini sanıyorum. Lisenin son sınıfında şair arkadaşlarım Özgür Zeybek ve Olcay Özmen ile bir fanzin çıkarmaya başlamamız da yazma sürecinde önemli bir dönemeç oldu benim için. Henüz yarım yamalak yazarken bir de dergiciliğe soyunduk; 1999 yılıydı. Vesaire isimli fanzinimiz için çevremizden, tanıdıklardan yazı toplamaya, internet kafe bilgisayarlarında geceler boyu sayfa tasarımı yapmaya başladık. Fanzini bastırmak için ucuz fotokopici arayışlarımız, basılan fanzinleri dağıtmaya çalışmak, yazı toplamak derken kendimizi zor ama keyifli bir uğraş içinde bulmuştuk. Bu sıralarda sürekli bir araya gelir birbirimize yazdıklarımızı okur, yorumlar yapardık. Kendimizi yazar ve şair gibi hissediyorduk. O süreç, ders çalışıp üniversitede daha iyi bölümler kazanmamızı önledi ama bize hayat boyu kaybetmeyeceğimiz bir özgüven ve edebiyat sevgisi verdi galiba. Vesaire aynı zamanda ülkede, özellikle taşrada çıkan ilk edebiyat fanzini örneklerinden biri oldu. 






Üniversitenin ilk yıllarında adamakıllı öykü yazmaya başlamıştım. 2002 yılında ODTÜ’de Kitap Topluluğu bir öykü yarışması düzenlemişti. Yarışmayı duyunca katılmaya karar verdim ve yazdığım bir öykü üzerinde günlerce yurtların bilgisayar lab’larında ter döktüm heyecan içinde. Yarışmada “Yastık” isimli öykümle Öğrenci Özel Ödülü kazandım ve böylece bir öyküm ilk kez bir dergide yayınlandı. O zamanlar çıkan “E Kültür ve Edebiyat Dergisi”nde. Çok önemli motivasyon olmuştu elbette. Bunun yanında yarışma bir gelişmeye daha vesile oldu. O sıralarda bir edebiyat dergisi çıkarmak için toplanmış bir grup insanla tanışmamı sağladı. Benim de dergide yer almamı istediler ve ben de seve seve kabul ettim. Böylece iki seneden fazla sürecek olan “düşe-yazma” dergisinin yayın kurulu içerisinde yer aldım. O dergiden edindiğim dostluklar bugün hâlâ sürüyor. Hayatımın o döneminde böyle bir derginin mutfağında olmak birçok açıdan geliştirdi beni. Müthiş verimli bir okul oldu "düşe-yazma" dergisi benim için. Dergi yazma disiplini sağladı bana, edebiyat düşünmeye, tartışmaya zorladı beni. Edebiyat dünyasında adı anılır bir yayın olmaya aday olduğu sıralarda ise sessiz sedasız kendine son verdi. Türk edebiyatına damgasını vuran bir dergi olmadı belki ama benim geçmişimde önemli yer etti, belki başkalarının da. 2005’e kadar öykülerim düşe-yazma’da ve birkaç dergi ve fanzinde daha yayımlandı.

2007’de ise dergideki arkadaşlarımın da iteklemesiyle Yaşar Nabi Nayır ödüllerine katıldım ve dosyam dikkate değer bulundu. Böylece Varlık dergisi gibi önemli bir dergide ilk kez öyküm yayımlanmış oldu. Bu sonucu iyiye işaret olarak yordum ve yazmayı sürdürdüm fakat 2011 yılına dek Gediz dergisinde iki öykü dışında öykü yayınlamadım. Bu sürede de yeni bir dosya hazırladım ve Yaşar Nabi Nayır ödülünü bu dosya ile 2011 yılında kazandım. “Van Gölü Ekspresi” isimli ilk öykü kitabım böylece Varlık tarafından basıldı. Yarışma sayesinde ilk kitabım yayınevlerinin kapısını aşındırmaya gerek kalmadan, o yıpratıcı süreçten geçmeden rahatlıkla çıkıverdi. Kitap çıktıktan sonra hayatımda çok büyük değişiklik olmadı. Öykü yazmayı sürdürdüm ve dergilerde daha fazla ürün yayınlamaya başladım. İlk kitaptan bu yana Varlık, Dünyanın Öyküsü, Sözcükler, Deliler Teknesi, Kurşun Kalem, Lacivert Öykü, Askıda Öykü, Öykülem gibi dergilerde öykülerim görünür oldu. Son olarak da “Karton Ev” isimli öykü kitabım Nota Bene yayınlarından bu yıl içerisinde çıktı.

Görüyorum ki yazmaya başlamam bir dizi tesadüfle, yolların ve hayatların kesişmesiyle başlamış, benim inadım ve peşini bırakmamam sayesinde de devam etmiş. Zaten her zaman böyle değil midir? Aslında hayatımızın her anında tesadüfler var, kesişen yollar, karşılaşılan insanlar; ancak bu tesadüfler ve kesişimler peşlerinden gidilirse ileride tesadüf ve kesişim olarak adlandırılabiliyor, yoksa silinip gidiyor ve hatırlanmıyorlar doğal olarak. Ve elbette içinde bulunduğumuz durumun birbirini tetikleyen süreçler ve olaylarla oluştuğunu biliriz de bu zincirin her bir halkasını hatırlayamayız.    

Şimdi neden yazıyorum ya da bugüne kadar neden yazdım diye düşünüyorum da sürekli değişen tekinsiz cevaplar etrafımda dolanıp duruyor. Bazen çok bireysel, bazen toplumsal ya da felsefi dayanak noktaları buluyorum kendime; bunlar da yer değiştirebiliyor, sallanabiliyor, bazı dönemlerde öne çıkıp bazen silikleşebiliyor. Yazmanın kendi nedenini de kendi içinde arayan bir eylem olduğunu sanıyorum. Nasıl olduğunun hikâyesi yukarıda, neden’in hikâyesi içindeyim ben de.

M. Özgür Mutlu










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder