7 Haziran 2018 Perşembe

AYÇA ERKOL İLE SÖYLEŞİ*



Öykü, romana karşı hâlâ geride duran, neredeyse özür dileyen bir türdür.

Ayça Erkol, geçtiğimiz günlerde ilk öykü kitabı Hiç Aklımda Yokken ile Ankara Üniversitesi Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Bu vesileyle Erkol ile bir araya geldik ve öykü kitabı ve yazın yolculuğu hakkında konuştuk.


Öyküleriniz, yazılarınız 2009 yılından beri dergilerde ve dijital edebiyat platformlarında yayımlanıyor. 2016 yılında ilk öykü kitabı Hiç Aklımda Yokken, ardından biyografik roman Bir Adın Vardı Senin geliyor. Biraz başa dönelim ve sizden dinleyelim. Bu yolculuk nasıl başladı? Kimlerce desteklendi? Yazı öğretmenleriniz (size ilham veren metinler, yazarlar, iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?
Edebiyat lise yıllarından beri kalbimde. Tabii ki önce okur olmakla, sonra iyi bir okur olmakla yola çıktım. Bir şeyler yazmayı denemeye hazır hissettiğimde yirmili yaşlarımın yarısını geride bırakmıştım. Onu takip eden “kimselere açılamama” dönemi ve “açılıp da reddedilme” dönemi de var elbette.
Samimiyetle söylüyorum, en büyük destekçilerim işin en başında beni reddedenlerdi. Almadığım yanıtlar, “üzgünüz ama yayımlamıyoruz” diyenler beni sadece kamçıladı. Bunun dışında ailem ve aynı zamanda çok iyi okur olan birkaç dostum hep yanımdaydı ama kitabın basılması için çok sevgili Neslihan Önderoğlu’nun desteğini ayrı bir yere koymam lazım. Onunla tanışmamız, Sarnıç Öykü dergisi için gönderdiğim bir öykümü çok beğenerek bana ulaşması ile oldu. Peşinden dosyamla yakından ilgilendi ve yayınevine referans oldu. Bu vesileyle ona bir kez daha teşekkür etmek isterim.
Alakarga’ya geçtiğimde tanıştığım Cem Kalender ise mentor’um diyeceğim ikinci isim. Yazdıklarımı beğendiğinde kısaca “sen iyi bir yazarsın” der ve beni farklı türleri denemeye, elimdeki projelerde ilerlemeye yüreklendirir. Ona olan saygım ve şükran duygum da büyük.

İlk verimler ile ilk öykü kitabının yayımlanması arasında yedi yıllık bir süre var. Bu süre sizin açınızdan nasıl geçti? Süreçle ilgili ilginç bir hikâyeniz var mı?
Dediğiniz gibi ilk öykünün basılması ile kitabın basılması arasında yedi yıl var. Aslında bu tamamen bilinçli bir tercih. Elimde yeterince “tasdikli” ve içime sinen öykü birikmeden dosya işine girmek istemedim. Bu da tahmin edeceğiniz gibi uzun bir süreç. Dergilerin karşılaştıkları tüm zorluklara rağmen ayakta kalma mücadeleleri mâlum. Genellikle iki ayda bir yayımlanıyorlar ve öykülerinizi okumaları, yayın programına almaları ve sözcüklerinizi basılmış olarak bir dergide görmeniz bazen bir yılı bulan bir süreye yayılıyor. Bir dosyalık öykünün bu şekilde birikmesi benim yedi yılımı aldı. Acele etme lüksüm yoktu, böyle bir kendin beğenmişlik içinde de olamazdım. Aslında hayatımda çok az şeyde bu kadar sabırlı olabildiğimi görürsünüz. Yapı olarak oldukça sabırsız biriyimdir. Zaten basılı olan asansör düğmelerine tekrar tekrar basan insanlar vardır ya, işte ben aslında onlardan biriyim!

 Latife Tekin türler arasındaki farkı anlatırken “Şiir uzaklara bakılarak yazılır, bu hayata ait değildir. Öykü karşı komşunun penceresine bakılarak yazılır, gündelik yaşama aittir. Roman ise önüne bakarak yazılır” diyor. Hiç Aklımda Yokken’in kapağı Tekin’in bu sözlerini doğrular nitelikte. 15 farklı pencere, 15 farklı hayat… Bu konuda neler söylemek istersiniz?


Latife Tekin muhteşem şekilde ifade etmiş, katılmamak mümkün mü? Evet, öykü bu şekilde baktığınızda en pornografik tür, çünkü sürekli “gözetlemeye” dayanıyor. Kendi mahallenizi, başka mahalleleri, sokakta yanınızdan geçen insanların birbirlerinin kulağına gizlice fısıldadıkları sizin öykünüzün konusu olabilir. Buna elbette kendi yaşanmışlıklarımı ve hayal gücümü de katıyorum. Bu malzemelerden biri eksik kalırsa çok sıradan ve lezzetsiz olacak bir yemeği pişirme sürecine de benzetebiliriz öykü yazmayı.

Anlatıcı tercihinizi çoğu öyküde 1. tekil şahıstan yana kullanıyorsunuz. Kahramanlar, içeriden en mahrem yanlarını, olanca çıplaklığıyla anlatıyor. Size gösterdikleri yaralar nedeniyle onlara acımadığınız, sempati duymadığınız çok belli. Tarafsızlığın böylesi nasıl mümkün oldu?
Marifet ve Yeşil dışındaki öyküler dediğiniz gibi birinci tekilden. İnsanın en mahrem düşüncelerini, en saçma taraflarını yine en iyi kendisi bilir. Üçüncü bir şahsın ya da bir Tanrı anlatıcının bile sizi, sizden iyi tanıması mümkün değil. Bu nedenle bu kitaptaki seçkide birinci tekil daha ön planda oldu. Tarafsızlığı fark etmeniz çok hoşuma gitti. Sizin de belirttiğiniz gibi karakterlerime acımıyorum. Bunun iki nedeni var. Birincisi “çocuklarıma” böyle bir acıma ile yaklaşırsam, her tökezlediğinde evladının yanına ağlayarak koşan ve onun kendi başına ayağa kalkmasına fırsat vermeyen bir anneye benzerim ki, öyküde de çocuk yetiştirmedeki aynı hatayı yapmış olurum; karakter gelişemez. Diğer neden ise alttan alta insan denen varlığın günlük yaşamında dert sandığı şeylere gerçekten sempatiyle yaklaşmamam. Bir yerlerde bazı insanların, çocukların, hayvanların ya da doğanın gerçek dertleri var. Diğerleri de- ki bu gruba ben de dahilim- kariyerimizde olanlara, sevgilimizle yaşadıklarımıza ya da trafik sıkışıklığına üzülmekle meşgulüz. Bir an durup düşünürseniz bu zavallı bir hâldir ve acımayı gerçekten de hak etmez.

Öykülerdeki çeşitlilik hoşuma gitti. Bu geniş öykü evreninin kaynağı neresi? Neler sizi besler? Sizin için öykü nerelerden doğar?
Öykü benim için her yerden doğabilir. Günlük yaşantımda girip çıktığım her ortamdan bir öykü fikri ile ayrılabilirim. Ekmek aldığım bakkal, kapıcım, iş yerim, haftasonu kaçamağı için gittiğim küçük tatil beldesi... İstanbul’da yaşayan biri olarak çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Zaten binlerce farklı hayatın göbeğindeyim. Sadece bakmayı ve cımbızla seçmeyi bilmek gerekiyor sanırım.

Salıncak öyküsünde çok tekinsiz, anlatıyı güçlendiren bir atmosfer var. Öyküde atmosfer belli ki sizin için önemli.
Evet, kesinlikle çok önemli. Öyküde atmosfer bazen bir karakter gibi işlev görebiliyor, Salıncak da sizin yakaladığınız gibi atmosferin bu şekilde görev üstlendiği öykülerden biri. Gerçek hayatta nasıl ki içinde bulunduğumuz mekân, ortam, havanın durumu bizim ruh hâlimizi ve yaptıklarımızı etkiliyorsa, öyküde atmosfer de aynı işi yapıyor.


Yeşil dikkatimi çeken öykülerden biri. Kahramanın donukluğunu, yarım bırakma, kaçma eğilimlerini, yolculuğunu, korkularıyla yüzleşmesini, değişimini, kendini keşfetmesini usul usul anlatıyorsunuz. Anlatmaktan korkmayan, öyküyü kısa anlara, kesitlere sıkıştırmayan bir tarzınız var. Buna sadık kalacak mısınız?
Evet, anlatmayı seviyorum. Hâlâ öykünün kuralları içinde kalarak, hikâyeyi daha uzun anlatabiliriz ve ben de dediğiniz gibi bunu yapmayı seviyorum. Her şeyi gösterme derdinde değilim ama bazı metin okurun hayal gücüne daha çok yaslanır. Zaman zaman daha kısa kesitler alsam da, açıkta bağlanmamış fazla ipucu bırakmayı tercih etmiyorum.

Yayımlanan öykü kitabı sayısında artış var. Bununla beraber bu kitaplar ya hiç görülmüyor, duyulmuyor ya da haklarında çıkan yazılar, temel izleklerin sıralandığı, tek tek öykülerin özetlendiği metinlerden ibaret kalıyor. Öykü eleştirisi konusundaki görüşlerinizi öğrenmek isterim.
Öyküyle ilgili karışık duygular içindeyiz. Bir grup diyor ki, günümüzde okurun zaten sabrı ve dikkat süresi sınırlı. Karamazov Kardeşler’i tamamlayabilecek insan sayısı maraton koşanlardan az olabilir. Böyle bakıldığında öykü daha şanslı bir tür. Diğer bir grup da diyor ki, öykü yazılıyor ve basılıyor ama okunmuyor. Yazılan öyküleri yine sadece öykü yazarları okuyor! İki görüşün de doğruluk payı var ancak romana karşı hâlâ geride duran, neredeyse özür dileyen bir tür öykü. Bazı yazarların açıkça söylemeseler bile satır aralarında dedikleri şey:  “Kusura bakmayın bu kadar yazabildim, büyüdüğümde roman yazacağım!” Öyküyü bu bakış açısından çıkardığımızda ve doğru tanıttığımızda, öykü yazarları olarak da daha özgüvenli bir duruş sergilediğimizde sorunun zaman içinde çözüleceğine inanıyorum.

Masada ne var? Neler okuyor ve yazıyorsunuz? Teşekkür ederim.
Masa oldukça dolu aslında, hatta bazen bana fazla dağınık görünüyor. İkinci öykü dosyam üzerinde ve bir de daha uzun bir metin üzerinde çalışıyorum. Aslında uzun öykü olarak yola çıktım, sonra novella haline büründü, bitiş çizgisinde ne olacak ben de bilmiyorum ama Cem Kalender’in iki eli yakamda, bir an önce bitirmem gerekiyor!
Genellikle birden fazla kitabı aynı anda okuyorum. Bugünlerde elimde Ursula Le Guin, Nabokov’unLectures&Literature kitabı ve ikinci kez okuduğum Canetti’ninKörleşme’si var.

* Bu söyleşi 27/2/2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder