Öykü, romana karşı hâlâ geride duran, neredeyse
özür dileyen bir türdür.
Ayça
Erkol, geçtiğimiz günlerde ilk öykü kitabı Hiç
Aklımda Yokken ile Ankara Üniversitesi Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Bu
vesileyle Erkol ile bir araya geldik ve öykü kitabı ve yazın yolculuğu hakkında
konuştuk.
Öyküleriniz, yazılarınız 2009 yılından beri
dergilerde ve dijital edebiyat platformlarında yayımlanıyor. 2016 yılında ilk
öykü kitabı Hiç Aklımda Yokken,
ardından biyografik roman Bir Adın Vardı
Senin geliyor. Biraz başa dönelim ve sizden dinleyelim. Bu yolculuk nasıl
başladı? Kimlerce desteklendi? Yazı öğretmenleriniz (size ilham veren metinler,
yazarlar, iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kim oldu?
Edebiyat lise yıllarından beri kalbimde. Tabii
ki önce okur olmakla, sonra iyi bir okur olmakla yola çıktım. Bir şeyler
yazmayı denemeye hazır hissettiğimde yirmili yaşlarımın yarısını geride
bırakmıştım. Onu takip eden “kimselere açılamama” dönemi ve “açılıp da
reddedilme” dönemi de var elbette.
Samimiyetle söylüyorum, en büyük destekçilerim
işin en başında beni reddedenlerdi. Almadığım yanıtlar, “üzgünüz ama
yayımlamıyoruz” diyenler beni sadece kamçıladı. Bunun dışında ailem ve aynı
zamanda çok iyi okur olan birkaç dostum hep yanımdaydı ama kitabın basılması
için çok sevgili Neslihan Önderoğlu’nun desteğini ayrı bir yere koymam lazım.
Onunla tanışmamız, Sarnıç Öykü
dergisi için gönderdiğim bir öykümü çok beğenerek bana ulaşması ile oldu.
Peşinden dosyamla yakından ilgilendi ve yayınevine referans oldu. Bu vesileyle
ona bir kez daha teşekkür etmek isterim.
Alakarga’ya geçtiğimde tanıştığım Cem Kalender
ise mentor’um diyeceğim ikinci isim. Yazdıklarımı beğendiğinde kısaca “sen iyi
bir yazarsın” der ve beni farklı türleri denemeye, elimdeki projelerde
ilerlemeye yüreklendirir. Ona olan saygım ve şükran duygum da büyük.
İlk verimler ile ilk öykü kitabının
yayımlanması arasında yedi yıllık bir süre var. Bu süre sizin açınızdan nasıl
geçti? Süreçle ilgili ilginç bir hikâyeniz var mı?
Dediğiniz gibi ilk öykünün basılması ile
kitabın basılması arasında yedi yıl var. Aslında bu tamamen bilinçli bir
tercih. Elimde yeterince “tasdikli” ve içime sinen öykü birikmeden dosya işine
girmek istemedim. Bu da tahmin edeceğiniz gibi uzun bir süreç. Dergilerin
karşılaştıkları tüm zorluklara rağmen ayakta kalma mücadeleleri mâlum.
Genellikle iki ayda bir yayımlanıyorlar ve öykülerinizi okumaları, yayın
programına almaları ve sözcüklerinizi basılmış olarak bir dergide görmeniz
bazen bir yılı bulan bir süreye yayılıyor. Bir dosyalık öykünün bu şekilde
birikmesi benim yedi yılımı aldı. Acele etme lüksüm yoktu, böyle bir kendin
beğenmişlik içinde de olamazdım. Aslında hayatımda çok az şeyde bu kadar
sabırlı olabildiğimi görürsünüz. Yapı olarak oldukça sabırsız biriyimdir. Zaten
basılı olan asansör düğmelerine tekrar tekrar basan insanlar vardır ya, işte
ben aslında onlardan biriyim!
Latife Tekin muhteşem şekilde ifade etmiş,
katılmamak mümkün mü? Evet, öykü bu şekilde baktığınızda en pornografik tür,
çünkü sürekli “gözetlemeye” dayanıyor. Kendi mahallenizi, başka mahalleleri,
sokakta yanınızdan geçen insanların birbirlerinin kulağına gizlice
fısıldadıkları sizin öykünüzün konusu olabilir. Buna elbette kendi
yaşanmışlıklarımı ve hayal gücümü de katıyorum. Bu malzemelerden biri eksik
kalırsa çok sıradan ve lezzetsiz olacak bir yemeği pişirme sürecine de
benzetebiliriz öykü yazmayı.
Anlatıcı tercihinizi çoğu öyküde 1. tekil
şahıstan yana kullanıyorsunuz. Kahramanlar, içeriden en mahrem yanlarını,
olanca çıplaklığıyla anlatıyor. Size gösterdikleri yaralar nedeniyle onlara
acımadığınız, sempati duymadığınız çok belli. Tarafsızlığın böylesi nasıl
mümkün oldu?
Marifet ve Yeşil dışındaki
öyküler dediğiniz gibi birinci tekilden. İnsanın en mahrem düşüncelerini, en
saçma taraflarını yine en iyi kendisi bilir. Üçüncü bir şahsın ya da bir Tanrı
anlatıcının bile sizi, sizden iyi tanıması mümkün değil. Bu nedenle bu
kitaptaki seçkide birinci tekil daha ön planda oldu. Tarafsızlığı fark etmeniz
çok hoşuma gitti. Sizin de belirttiğiniz gibi karakterlerime acımıyorum. Bunun
iki nedeni var. Birincisi “çocuklarıma” böyle bir acıma ile yaklaşırsam, her
tökezlediğinde evladının yanına ağlayarak koşan ve onun kendi başına ayağa
kalkmasına fırsat vermeyen bir anneye benzerim ki, öyküde de çocuk
yetiştirmedeki aynı hatayı yapmış olurum; karakter gelişemez. Diğer neden ise
alttan alta insan denen varlığın günlük yaşamında dert sandığı şeylere
gerçekten sempatiyle yaklaşmamam. Bir yerlerde bazı insanların, çocukların,
hayvanların ya da doğanın gerçek dertleri var. Diğerleri de- ki bu gruba ben de
dahilim- kariyerimizde olanlara, sevgilimizle yaşadıklarımıza ya da trafik
sıkışıklığına üzülmekle meşgulüz. Bir an durup düşünürseniz bu zavallı bir
hâldir ve acımayı gerçekten de hak etmez.
Öykülerdeki çeşitlilik hoşuma gitti. Bu geniş
öykü evreninin kaynağı neresi? Neler sizi besler? Sizin için öykü nerelerden
doğar?
Öykü benim için her yerden doğabilir. Günlük
yaşantımda girip çıktığım her ortamdan bir öykü fikri ile ayrılabilirim. Ekmek
aldığım bakkal, kapıcım, iş yerim, haftasonu kaçamağı için gittiğim küçük tatil
beldesi... İstanbul’da yaşayan biri olarak çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
Zaten binlerce farklı hayatın göbeğindeyim. Sadece bakmayı ve cımbızla seçmeyi
bilmek gerekiyor sanırım.
Salıncak öyküsünde çok tekinsiz,
anlatıyı güçlendiren bir atmosfer var. Öyküde atmosfer belli ki sizin için
önemli.
Evet,
kesinlikle çok önemli. Öyküde atmosfer bazen bir karakter gibi işlev
görebiliyor, Salıncak da sizin
yakaladığınız gibi atmosferin bu şekilde görev üstlendiği öykülerden biri.
Gerçek hayatta nasıl ki içinde bulunduğumuz mekân, ortam, havanın durumu bizim
ruh hâlimizi ve yaptıklarımızı etkiliyorsa, öyküde atmosfer de aynı işi
yapıyor.
Yeşil dikkatimi çeken öykülerden
biri. Kahramanın donukluğunu, yarım bırakma, kaçma eğilimlerini, yolculuğunu,
korkularıyla yüzleşmesini, değişimini, kendini keşfetmesini usul usul
anlatıyorsunuz. Anlatmaktan korkmayan, öyküyü kısa anlara, kesitlere
sıkıştırmayan bir tarzınız var. Buna sadık kalacak mısınız?
Evet, anlatmayı seviyorum. Hâlâ öykünün
kuralları içinde kalarak, hikâyeyi daha uzun anlatabiliriz ve ben de dediğiniz
gibi bunu yapmayı seviyorum. Her şeyi gösterme derdinde değilim ama bazı metin
okurun hayal gücüne daha çok yaslanır. Zaman zaman daha kısa kesitler alsam da,
açıkta bağlanmamış fazla ipucu bırakmayı tercih etmiyorum.
Yayımlanan öykü kitabı sayısında artış var.
Bununla beraber bu kitaplar ya hiç görülmüyor, duyulmuyor ya da haklarında
çıkan yazılar, temel izleklerin sıralandığı, tek tek öykülerin özetlendiği
metinlerden ibaret kalıyor. Öykü eleştirisi konusundaki görüşlerinizi öğrenmek
isterim.
Öyküyle ilgili karışık duygular içindeyiz. Bir
grup diyor ki, günümüzde okurun zaten sabrı ve dikkat süresi sınırlı. Karamazov Kardeşler’i tamamlayabilecek
insan sayısı maraton koşanlardan az olabilir. Böyle bakıldığında öykü daha
şanslı bir tür. Diğer bir grup da diyor ki, öykü yazılıyor ve basılıyor ama
okunmuyor. Yazılan öyküleri yine sadece öykü yazarları okuyor! İki görüşün de
doğruluk payı var ancak romana karşı hâlâ geride duran, neredeyse özür dileyen
bir tür öykü. Bazı yazarların açıkça söylemeseler bile satır aralarında
dedikleri şey: “Kusura bakmayın bu kadar
yazabildim, büyüdüğümde roman yazacağım!” Öyküyü bu bakış açısından
çıkardığımızda ve doğru tanıttığımızda, öykü yazarları olarak da daha özgüvenli
bir duruş sergilediğimizde sorunun zaman içinde çözüleceğine inanıyorum.
Masada ne var? Neler okuyor ve
yazıyorsunuz? Teşekkür ederim.
Masa oldukça dolu aslında, hatta bazen bana
fazla dağınık görünüyor. İkinci öykü dosyam üzerinde ve bir de daha uzun bir
metin üzerinde çalışıyorum. Aslında uzun öykü olarak yola çıktım, sonra novella
haline büründü, bitiş çizgisinde ne olacak ben de bilmiyorum ama Cem
Kalender’in iki eli yakamda, bir an önce bitirmem gerekiyor!
Genellikle birden fazla kitabı aynı anda
okuyorum. Bugünlerde elimde Ursula Le Guin, Nabokov’unLectures&Literature kitabı ve ikinci kez okuduğum Canetti’ninKörleşme’si var.
* Bu söyleşi 27/2/2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder