Anne kız değil de arenada iki gladyatör sanki. Karşı karşıyalar. Ellerinde mızrak yok ama kelimeler de yırtıp acıtabilir.
Tuzu kuru onun. Sen ona bakma! Ayak uyduramazsın. Üzülürsün sonra. Canın acır.
Benim de hakkım değil mi! Güzel kıyafetler, ayakkabılar, tatiller, yemekler... Hep burada mı kalacağım? Senin gibi sürüneyim mi istiyorsun!
Bir bakışa ne kadar cümle sığarsa o kadar cümle sığıyor, gözden çıkıp bedene varıyor. Değdiği yeri yakıyor, kavuruyor.
Asya'nın kelimeleri misal, taş olup oturuyor boğazına. Emine, annesinin boğazındaki yumruya saklanmış kelimeleri görüyor. Öfkeyle doluyor. Çakmak çakmak yanıyor gözleri. Her bir hücresine yakıt oluyor öfke. Onu arşa çıkartabilir, dünyanın etrafını bir tur döndürebilir. O denli yoğun ve güçlü. Harekete de geçirecek üstelik. Durdurabilene aşk olsun.
Asya donup kalıyor. Ona düşen beklemek. Geri döndüğünde burada olacak. Çünkü bu işin sonu göz yaşı. İyi biliyor, kendinden biliyor. Aşka sahip çıkan yalnızca kadınlar. O biliyor, yaşadı. İş zora gelince nasıl da dımdızlak kaldığını iyi hatırlıyor. Eli kızının bileğine uzanıyor. Gevşekçe sarıyor. Sımsıkı dudakları aralanıyor bu defa.
"Gitme, dur!"
Emine omuz silkiyor. Annesinin bileğini çarşaf gibi silkeliyor, yatağın üzerindeki bavulun içini doldurmaya devam ediyor. Az sonra bavulun kapağını kapatacak, fermuarı çekecek ve kendi deneyimine kanat çırpacak.
Asya kapıya dayanmış, izliyor. Hep onun kanatlanıp uçmasını istemişti ama böyle değil. Bu şekilde değil. Kafasının içindeki sesler çoğalıyor. Ya kanatları yanarsa, ya ateş onu yakarsa, ya pişman olursa, ya dönmekten çekinirse, korkarsa... Ya ile başlayan kuşkuların ardı arkası kesilmiyor. Nihayet bir damla gözyaşı yuvarlanıyor yanaklardan aşağı.
"Ah bu gençlik! Neden hiç söz dinlemez?" derken dış kapı gümbürtüyle çarpıyor. Dört yıl sürecek duvarlarla konuşmak işte böyle başlıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder