Bugün
1 Eylül. Dünya Barış Günü. Nazi
Almanya’sının Polonya’yı işgalinin 83. Yıl dönümü. Dünya Barışını İkinci Dünya
Savaşı’nı başlatan işgal ile anmamız boşuna değil. Savaşı, savaşın bedellerini
göstermeden, konuşmadan, bu enkazın içinden doğan “Yıkıntı Edebiyatı”nın önde
gelen temsilcileri Heinrich Böll ve Wolfgang Bochert’i hatırlamadan barışı
konuşmak mümkün değil.
Neydi
bu yazarların ortak özelliği? Savaşta bulunmuşlardı. Altı yıl sonra eve
döndüklerinde karşılarında buldukları yıkıntılar üzerine yazmaya koyuldular.
Savaşı, yurda dönüşü ve yıkıntıları yazdılar, ne görüyorlarsa onu, çünkü yazar
çağının tanığıydı ve gören gözler ise onun en önemli aracı.
Savaşı,
yurda dönüşü yalnızca Yıkıntı Edebiyatı’nın Alman temsilcileri yazmadı. Avrupa
epik sanatının babası olarak bilinen Homeros da Truva Savaşı’nı, Truva’nın
yakılıp yıkılmasını, İthake Kralı Odysseia’nın geri dönüş yolculuğunu anlattı.
Truva Savaşı’nın son on gününü anlatan İlyada
Destanı hiç kuşkusuz bir savaş öyküsüdür. Savaşın güzelliğini dizelere
döker. İlyada, savaşan kahramanların
adeta ışıldadığı, silahlara, askerlerin hareketlerindeki estetik güzelliğe
duyulan hayranlığın, övgünün bitmediği epik bir şölendir. Gözlerinizi
silahların, kahramanca savaşan yiğitlerin ışıltısından çevirdiğinizde İlyada’nın bambaşka bir yüzünü
görürsünüz. Kahramanların savaşmayıp konuştukları, savaş meydanına gitmeyi
erteledikleri yerlerde sezilir barışa ve yaşamaya duydukları özlem.
Akhilleus’un yaşamın kutsiyetini anlatan şu sözleri örneğin:
“Canın
yerini hiçbir şey tutamaz dünyada, ne bakımlı İlyon’un Akhalardan önceki
zenginliği, ne de okçu tanrı Apollon’un taşlı Phyto’da mermer tapınağında saklı
hazineler. Sığırları, besili koyunları yakalar getirirsin, üçayakları, kızıl
yeleli atları satın alırsın, ama ne savaşla geri gelir, ne de parayla, dişlerin
arasından bir çıktı mı canın.”
Aradan
binlerce yıl geçse de yazarlar, sanatçılar savaşın kazananı olmadığını,
iktidarların yarattığı düşman imgelerini, halkların kardeşliğini anlatıyorlar. Geleceğin
yöneticileri ve karar vericileri olan çocuklara seslenmeyi de unutmuyorlar. Joke
van Leeuwen o yazarlardan biri.
Joke
van Leeuwen 1952 Lahey doğumlu. Çocukluğunu Amsterdam’da geçirdikten sonra 1966
yılında ailesiyle Belçika’ya yerleşti. Brüksel Üniversitesi’nde tarih öğrenimi
gördü. Ardından grafik sanatlar okudu. 1978 yılında yayımlanan çocuklara
yönelik ilk romanıyla Delft Kabare Festivali’nde bütün ödülleri topladı. Roman
yazarı, şair, çocuk kitabı yazarı, illüstratör ve sahne sanatçısı olarak büyük
başarılara imza attı. Yapıtları pek çok dile çevrildi, ulusal ve uluslararası
platformlarda ödüller kazandı. Çocuk edebiyatının en prestijli ödülleri H.C.
Andersen ve Astrid Lindgren Anma Ödüllerine aday gösterildi.
Bugün
değineceğim Joke van Leeuwen’in yazıp resimlediğiBabam Çalılığa Dönüşünce de ödüllü bir
kitap.2011 yılında Vlag&Wimpel ödülü alan kitap, savaş ve savaşın
getirdiklerine bir çocuğun gözünden bakıyor.
Roman
birinci tekil şahıs anlatıcının kendisini tanıtmasıyla açılıyor.
“Babam
çalılığa dönüştüğünde başka bir yerde yaşıyorduk. O zamanlar oradan başka bir
yerde olabileceğini düşünmezdim. Oysa yaşadığımız yer dışında her yer başka bir
yerdi.
İnsanlar
adımı kolayca söyleyebiliyordu. Ama şimdi yaşadığım yerde söyleyemiyorlar. K
harfine dilleri dönmüyor. Burada adımı söylemeye çalışan ilk kişinin az kalsın
dili kırılıyordu.
Şimdilik
adım Toda diyelim. İçinde tam tamına dört k harfi olan upuzun ismimin son iki
hecesi bu.”
Anlatıcı
kahraman, Toda olmadan önce babasının pastacı olduğu, annesinin başka bir
ülkede yaşadığı, onunla arada bir telefonda konuştuğu bilgilerini aktarıyor ve
sözü zorunlu değişimi başlatan çatışmaya getiriyor. Komşu ülkeyle aralarında
çatışma başlayınca yaşanan büyük değişimi, babasının cepheye gitmesini,
babaannesinin kendisine bakmak üzere yanına gelmesini, çatışmalar ilerleyince
çocuklarla beraber sınır dışına çıkmak üzere yaptıkları yolculuğu, annesinin
yanına varma uğraşını, geride bıraktıklarını anlatıyor. Tüm bunları savaş,
cephe gibi kavramları esnetip bükerek, düş gücüyle dönüştürerek, ağırlığını
azaltarak, çokça da mizaha yaslanarak yapıyor. Kitabın en başında sonu
gösteriliyor aslında. Geçmiş zaman tercihi, her şeyin çoktan olup bittiğini
gösterse de hızlı tempo ve yoğun olay örgüsü nedeniyle başlangıçta verilen
bilgiyi unutuyor, merakla bize gösterileni takip ettiğimiz yol hikâyesine dahil
oluyoruz. Böylece savaşın sıradan bireyler üzerindeki etkisini, dağılan
aileleri, zorunlu göçleri, dilini, evini, arkadaşlarını, okulunu geride bırakıp
gitmenin ne demek olduğunu herhangi bir duygu sömürüsü olmaksızın görüyor,
kavrıyoruz. Böyle bir kaçış kolay değil elbette. Toda’nın annesini bulmadı
tereyağından kıl çeker gibi gerçekleşmiyor.
Her adım aşılması zor bir engele dönüşüyor, her karşılaşma savaş,
sınırlar, aidiyet üzerine yeni bir sorgulamaya. Toda’nın yol boyu yaşadıkları
en sonunda bizde duygu yaratan bir deneyime dönüşüyor ve barıştan yana saf
tutuyoruz. Babalar çalılığa dönüşmesin, kremalı pastalar, mis kokan turtalar
pişirebilsin diye.
*Bu yazı ilk kez 1 Eylül 2022 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder