22 Eylül 2024 Pazar

Yaz biter, güz belirir

Resmi olarak sonbahar başlamak üzere. Okullar açıldı. Hâlâ pike var üzerimde ama geceleri uyurken pencereler kapalı. Çalışırken klimalar açık. Sandaletler ayakta ama şorta itibar etmiyorum eskisi gibi. Denize girmek hiç ama hiç gelmiyor içimden. Öğlenleri güneşli ve sıcak oysa. Girsen girersin. Ama zorlamaya gerek yok. Bir yaz daha geride kaldı. 

                                                                             *

11-14 Eylül arasında İstanbul'daydım. Toplantı, kongre açılışı, gala yemeği, yurdun dört bir yanından gelen arkadaşlarla ayak üstü sohbetler, aynı otelde kaldıklarımla daha derin sohbetler... Cumartesi eve dönüş telaşı. Yeni yaşıma kızımla girme isteği... Akşam yemeği saatlerinde eve geldiğimde onu mutfakta arı gibi çalışırken buldum. Baharatlanmış patates dilimleri fırına girmek üzere. Salata hazır. Ben yokken yesinler diye pişirilmiş tavuklu pilav ısınmakta. Duşa girdim çıktım. Hazır sofraya oturdum. Pastamı yedim ve hediye paketimi açtım. Daha ne olsun. Saat on bir sularında kızım yorgun olduğunu söyleyip diziye pazar günü devam etmemizi önerdi. Birkaç gün sürecek hastalığının ilk belirtisiymiş meğer yorgunluğu. İlaç, uyku, dinlenmeyle zımba gibiydi. Cuma sabahı ben boğazımda kuruluk ve kaşıntıyla uyandım. Öğle tatilinin önünü arkasını boşalttırdım. Tavuklu şehriye çorbası ve thylol hot içip birkaç saat uyudum ve işe geri döndüm. Vitamin, parasetamol devrilmeden atlattım sezonun bana ilk göz kırpan gribini. Bedenin ihtiyaçlarına kulak vermek gerek. 

                                                                           *



Netflix'te yeni bir dizi izlemeye başladım. Alpha Males. Madrid'te geçen İspanyol dizisinin orta yaşlarında dört erkek kahramanı var. Biri havalı ve bol sıfırlı televizyonculuk kariyerine cinsiyetçi olduğu için son verilen üst düzey yönetici, biri tutkusuz bir evliliğin içinde, biri sevgilisine evlenme teklif etmeyi planlarken onun açık ilişki teklifi karşısında şaşkına dönen, diğeri ise boşanmanın sorunlarıyla boğuşan bu dört adımın hikâyesi, hegemonik erkeklik, toksik erkeklik gibi kavramlar etrafında dönüyor ve inanın bana hem güldürüyor hem düşündürtüyor. İzleme listenize alın. 

                                                                            * 

Ben de böyleyim işte ne okuduğunun kaydını tutamayanlardan. Ayın kaçıncı kitabı bilmiyorum ama Erkeksiz Kadınlar'ı okudum. İncecik bir kitap. 1950'li yılların Tahran'ında geçen roman, kadının kendi hayatının öznesi olmasına izin verilmeyen kapalı ve iki yüzlü bir toplumda var olma, özgürlüğüne sahip çıkma kararlılığına sahip beş kadının birbirlerine bağlanan hikâyesini anlatıyor. Kadınların özgürlüğünü kaleme almanın diyeti ağır olmuş elbette Sharnush Parsipur için. İki kere hapse girip çıkmış. Birinde üç ay, diğerinde dört yıl demir parmaklıkların ardında yatmış. Erkeksiz Kadınlar yayımlandıktan sonra yine tepkileri üzerine çeken yazar (fahişe karakterine hamamda çıplak namaz kıldırma sahnesi nedeniyle şimşekleri üzerine çekmiş) çareyi ABD'ne kaçmakta bulmuş. İran'ın bir kadın tarafından yazılan ikinci romanı da yine ona ait. Okumaya devam eder miyim bilmiyorum (çünkü evdeki okunmamış kitap kuleleri, kitapların maliyeti, sadeleşme arzusu vs. vs.) ancak bulabilirsem Şirin Neşat tarafından filme alınan Erkeksiz Kadınlar'ı izleyeceğime eminim. 

                                                                        *

Kızım bu sabah da uykulara doyamadı. Hafta içi süren hastalığın bünyesinde bıraktığı yorgunluğu attı belki de. Güneşli bir pazardı. Pazar aynı zamanda baş başa kahvaltı yapabileceğimiz yegâne gün. Uzun sürmüş bir cumartesiden çıkınca, aklıma ilk gelen seçenek dışarıda kahvaltı ama onun da afyonu erken patlamıyor işte. Uyanmasını beklerken acıktım. Ufak bir kahvaltı sofrası kurdum kendime. Eksik malzemeler vardı zira. Kek, patates salatası gibi önceki günlerden kalan yancılar, haşlanmış yumurta, siyah zeytin, kaşar peyniri, tereyağı, bal, sallama çaydan ibaret kahvaltı karnımı doyurmaya yetti de arttı. Bir civarı uyanan güzel de karnını doyurunca kordona çıktık. Çantamızda kitaplar. Starbucks'a gittik. Bir tanıdığa rastlar mıyız diye sormuştum yolda. Rastladık, elbette. Kızımı tanıştırdım arkadaşımla. Edebiyat vesilesiyle tanıştığım arkadaşım Türk Dili ve Edebiyatı dördüncü sınıf öğrencisi şu sıralar. Okulda çağdaş edebiyata varmaktan memnun, okuma listesine başlamak üzere oradaydı. Ben yanıma aldığım çocuk kitabını bitirmek hedefindeydim. Kızım ise test çözmek. Kafenin sakinleri öğrenci değildi pek. Sesi boyunun on misli çıkan üç dört yaşlarında bir kız evladı, kızımın gözlerini belertmesine yetti de arttı. Kamusal alanda bireylerin sessiz kalma zorunluluğu yok elbette ama ses tonunu ortama göre belirlemek de ebeveynlerin öğretmesi gereken şeylerden biri bence. Çocuk sesi, çocuk kitabını bitirmeme engel olmadı. Ancak ödevlerini bitirme telaşında olan (çünkü akşam Beşiktaş maçı var) kızım için verimsiz bir oturum olunca eve geri dönmeye karar verdik.

Okumaya eşlik eden kahvemin vaadine bakın hele. Çok amin! 




                                                                     




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder