fotoğraf İmge Su Eroğlu
Kendi Karanlığına Dokunmak
Yazıya heves etmek entelektüel aklın içten gelen bir arzusu
sanırım. Çokça kitap okuyup yazılanlara hayran kalındıktan sonra ürkekçe bir-iki
şey karalanır sağ-sol kollanarak. O ilk denemeden sonra anlaşılır ki yazmak
zorlu, yetenek isteyen bir iştir ve belki de hayran olunan yazar gece indiğinde
uçuyordur kim bilir? Sonra dost meclislerinde şu cümle tekrarlanır “Yazmak kimileri için bir hevestir, başlanıp
bırakılır. Kimileriyse içten gelen bir itkiyle yola devam eder, sözcükler kendi
menziline çeker onları ve…” Oysa yazmak çokça emek, dilin çoğul denklemini
çözüp kendi ışığınla yoğurarak yeniden kurmak demek. Çocukluk döneminde boş bir
sayfaya karalanan her şeyin yazı temrini olduğunu düşünmek ne kadar gerçekçi?
Günlük tutan her çocuk yazar olma potansiyeli taşır mı? Peki günlük tutmayan
çocuklar arasından yazar çıkmaz mı?
Yazmaktan çok okumayı sevdim, düş kurmayı, sözcükleri,
onların birbirleriyle ve hayatla kurduğu irkiltici bağı. Çocukluk döneminde
ansiklopedileri severdim. Resimli Bilgi
Ansiklopedilerimiz vardı. Onlara bakmak kendi bıktırıcı gözümden kurtarırdı
sanki beni. Cleopatra’yı orada gördüm örneğin ilk olarak ama Cleopatra olmayı
düşlemedim, ansiklopedi yazmayı da. Çocuk aklımla kavrayamasam da bende
hayranlık yaratan bizimkinden farklı dünyaların varlığından haberdar olmaktı
sanırım. O sayfalara bakıp düş kurardım. Resimli, kırmızı kumaş ciltli Bin Bir Gece Masalları ve Ankara Büyük
Şehir Belediyesi’nin atık gazete karşılığında ücretsiz olarak çocuklara
dağıttığı Bir Şeftali Bin Şeftali bugün
bile unutmadığım kitaplardandır. Çoğu
çocuk gibi içimi daraltan şeyleri, korkuları, itirazları bir yerlere yazardım
ama adına günlük diyebileceğim derli toplu bir defterim hiç olmadı. Elime geçen
boş kâğıtlara içimi döker oraya buraya atardım sonra da. Yazma arzusu itiraz
etmek içindi o zamanlar, yaşananları bozup yeniden kurmak için. Gündelik
yaşamda karşılaşılan sorunları tekrar düşünmek, bir sonraki adıma hazırlanmak
amaçlı çiziktirilen şeylerdi. Daha çok duyguları bozup yeniden kurardım; öfkeyi,
kini, kıskançlığı, çok ya da az sevgiyi, korkuyu… En zorlu yazı denemem
ortaokulda aşk ilanı için karaladığım kısa birkaç cümleydi. Yazmanın ne menem
bir şey olduğunu o kısa mektubu karalamaya çalışırken sezmiş ama çokbilmiş
arkadaşlarımın aşk zor anlatılan bir şeydir kızım, gevelemelerine aldanarak zorluğun
yazmakta değil aşka dair yazmakta olduğuna inanmıştım. Ne tuhaf, bugün bile hâlâ kafam karışır bu
konuda. Sözcüklerin gücünü kavramam
şiirle başladı sonra da iflah olmaz bir şiir okuru olarak buldum kendimi. Nasıl
olup da gündelik hayatta sıkça kullanılan sözcüklerin, başka dizgelerin parçası
olduğunda beni bu denli sarstıklarına şaştım. “Ben üç şey biliyorum. Dinlemekle
dört kılana anlatacağım” dizelerine kafa yordum günlerce. Sevdiklerimin yakasına
yapıştım bu dizeleri birlikte düşünelim, diye. Evin içinde odadan odaya dolaşan
ablamın peşinden koşarak, ona kendi karaladığım şiirleri okudum, gönlüme şiirin
ışığını düşüren de ablamdı zaten. Sonra kısa cümlelere taktım kafayı, akıp giden bir metin içinde nasıl sert ve
etkileyici olduklarına, yazıya kattıklarına bakıp durdum. Ardından eksiltili cümlelere ilgi duydum, onlar
metnin okurla birlikte yeniden üretilmekte olduğunu daha derinden kavramamı
sağladı, eksilten yazarlara hayran oldum, beni böyle çağırdıklarına inandım.
Okuru etkileyen bir metin yazabildiğimi anlamam için uzun yıllar geçmesi
gerekti, otuzlu yaşların ortalarına kadar ne kendimi ne düşündüklerimi yazarak
anlatmaya heves ettim. Birkaç şiir denemem oldu o kadar. Kırılma ânı ablamı
apansız kaybettiğimde başladı sanırım. Ölümü anlamak, yaşadıklarım üzerine yazarak düşünmek, onunla
geçirdiğimiz onca zamandan sonra beni, ölümün hayatın olağan bir parçası
olduğuna inandırmak isteyenlere, sevginin en az ölüm kadar gerçek ve sarsıcı
olduğunu hatırlatmak, kendime ağlamak, acı çekiyorum demek içindi belki
bilemiyorum. Bir mektup yarışmasına son
anda katıldım. Büyük marketlerden birinin düzenlediği bir yarışmaydı bu.
Annemize yazılması istenen bir mektup… Jüride saygın isimler vardı, şairler,
öykücüler. İlanı görünce yazma arzusu hissettiğimi hatırlıyorum. İyi bir sonuç
bekledim mi bilmiyorum ama o yarışmada mansiyon almam ve genç bir öykücünün
beni kenara çekerek “Yazmayı bırakmamalısın, ilerde çok daha iyi şeyler
yazacağını düşünüyorum” diye fısıldaması hayatıma yazar olabileceğim inancını
sokuverdi. O günden sonra aklımda hep bu düşünce vardı. Yazabilmek için
uğraştım, nasıl yazıyorlar acaba, sorusu üzerine düşünmeye başladım.
Yazdıklarım hatırı sayılır dergilerde yayımlanmaya başlayınca iyiden iyiye
kendime olan inancım arttı. Gelen her eleştiriye burun kıvırmadan, kafamı patlatırcasına
eğildim. Çok sevdiğim öyküleri-öykü yazdığımdan- defalarca okudum, onları neden
sevdiğimi düşündüm. Bir burç gibi adını bellediğim öykücülerim oldu. Artık okumak ve yazmak dışında bir şey
yapamıyordum, hayatımın merkezinde onlar duruyordu. Kitabımın Yapı Kredi
Yayınları tarafından basılması ve hakkında epeyce yazılıp çizilmesi doğru yolda
olduğumu düşündürdü bana. Bugünlerde yeni kitabını yayımlamaya hazırlanan,
yalnızca kurmaca metinler değil kitaplara dair yazılar da yazan biri olarak
sözcüklerin gücüne olan hayranlığım korkuyla karışık bir tekinsizliğe evrilmiş
olsa da yazmanın kendi karanlığına dokunmak olduğunu çoktan keşfettim ve artık
geri dönmek için çok geç sanırım.
ŞENAY EROĞLU AKSOY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder