25 Mayıs 2016 Çarşamba

Buna, yazmak deniyor(*)

Ben beş yaşındayken yurtdışında yaşayan bir aile dostumuz bizi ziyarete geldi ve abime, ablama, bana hediyeler getirdi. Onların ne aldıklarını anımsamıyorum, ama üç hediye paketinin en büyüğünün benimki olduğunu anımsıyorum. Ambalaj kâğıdını yırtıp karton kutuyu açtığımda gülümseyen, pembe porselen bir domuz gördüm.
Adama kibarca teşekkür ettim, ama biraz hayal kırıklığına uğradığımı da itiraf etmek zorundayım. Porselen bir domuz ile ne gibi oyunlar oynanabilirdi ki?  Aile dostumuz, yüzümdeki hayal kırıklığını görünce bunun bir domuz kumbarası olduğunu söyledi. "Biriktirmek istediğin paraları," dedi, cebinden bir madeni para çıkararak, "domuzun sırtındaki yarıktan içeri atarsın ve para zamanla birikip çoğalır." Gülümseyen domuzun bir işe yarayacağını duymak beni mutlu etti, fakat parayı içinden çıkarmanın tek yolunun zavallı şeyi kırmak olduğunu öğrendiğimde mutluluğumdan eser kalmadı.
Masum domuzun sonunda kırılması gerekeceğini kavradığım anı hatırlıyorum. Gözyaşlarım, daha önce de pek çok kez olduğu gibi, boğazımda birikti ve gözlerime asla ulaşmadı. Dünyanın yuva öğretmenimin vaat ettiği gibi adil bir yer olmadığını acıyla kavradığımı hatırlıyorum. Bir şey daha hatırlıyorum: domuzun kocaman gözlerime baktığımı ve kendimi ona çok yakın hissettiğimi. Bu, o zaman açıklayamadığım türden bir yakınlıktı. Fakat bugün açıklayabileceğimi düşünüyorum: bütün ailesini soykırımda yitirmiş bir annenin ve savaştan altı yüz gün boyunca yerin altında bir delikte gizlenerek saklanan bir babanın oğlu olarak annem ile babamın hayatlarında yeterince acı çektiğini ve onlara daha fazla acı çektirmemem gerektiğini henüz çok küçük yaşlardayken biliyordum. Bu yüzden, ne zaman kalbime bir acı ya da üzüntü parası atacak olsam, içgüdüsel olarak bunu onlardan gizlemem gerektiğini hissediyordum. İçimdeki hüzün, aynı domuz kumbarasında olduğu gibi, sonsuza dek birikip çoğalmaya devam edecekti ve ben, paramparça olduğum güne değin bunu kimseyle paylaşamayacaktım.
Domuz kumbarası odamın rafında uzun bir yaşam sürdü. Yıllar zarfında, onu eline sallayan herkes içinde sadece tek bir bozukluğun sesini duydu: tanıştığımız gün içine atılan paranın sesini. Ben büyümeye ve gözyaşlarımı yutmaya devam ettim. Bugün bile, aradan geçen kırk beş yıla rağmen, hâlâ nasıl ağlandığını bilmiyorum, fakat biri beni havaya kaldırıp da sallama zahmetine katılacak olsa, tek bir hüzün parasının bile sesinin duyulmayacağını garanti ederim. Çünkü genç yaşta, birikip çoğalan hayal kırıklıklarını ve korkuları içimdeki kumbarayı parçalamak zorunda kalmadan çıkarmanın bir yolunu keşfettim: Buna, yazmak deniyor.
Etgar Keret

*Etgar Keret'in Siren Yayınları'ndan çıkan Domuzu Kırmak adlı öykü kitabının sunuş yazısıdır.
Uzun zamandır taslak olarak bekleyen bir blog yazım var. Başlığı "Neden Yazıyorlar?"
Yazarların neden ve nasıl yazdıklarına dair kendi ağızlarından alıntılar ağır, usul birikiyor. İşbu nedenle Etgar Keret'in sunum yazısına kayıtsız kalamadım. Aldım, kalbime koydum, unutmayacağım ama burada da dursun, okunsun ve unutulmasın diye.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder