İlkokulun sonuna kadar küçük
bir kasabada yaşadım. Henüz okumayı öğrenmemişken bile kendimi kelimelerin
heyecanına kaptırdığımı söylemek doğru olur. Evin ekmek almakla
görevlendirilmiş çocuğu olarak fırınla evin arasındaki uzun yol boyunca yerlere
atılmış gazete parçalarını, özellikle TipiTip sakızlarının karikatürlerini
toplar, evde annemin bulamayacağına inandığım yerlere saklardım. Çok zor elde
ettiğim bir hazineydi bu. Çünkü fırın yolu boyunca beni kovalayan, sürekli
bacaklarımı ısıran bir kaz sürüsüyle mücadele etmem gerekiyordu. Nasıl olsa
okumayı öğrenecektim bir gün, onun için bu eziyete değerdi. Sanırım zamanı
geldiğinde elimde çokça okunacak malzeme olsun istiyordum. Annem -ona göre çöp
olan- hazinemi her seferinde bulup, çöpe geri attığı için çocuk yaşta
koleksiyonculuktan vazgeçmek zorunda kaldım. Yine de eve götüremediğim TipiTip
karikatürlerine bakıp uzun uzun ne yazıyor olabileceğine dair hayaller kurdum.
Fırın yolundan bana,
hayranlıkla hatırladığım TipiTip –ki ilk aşkım sayılabilir- ve kazlardan korkum
kaldı. Hâlâ bir kaz sesi duyduğumda bacaklarımda acı hissederim. Ama en azından
kaçmamayı öğrendim.
Okumayı öğrenir öğrenmez büyük
bir açlıkla bulduğum her şeyi sildim süpürdüm. Okulun bir kütüphanesi,
kasabanın bir kitapçısı yoktu. İlkokul öğretmenim okuma aşkımı fark edince
kendi abone olduğu dergileri, eline geçen kitapları bana vermeye başladı.
Yaşıma uygun okumalar olduğu söylenemezdi onların da. Mizah dergileri, zamanın
magazin dergileri vardı içinde. Arkasından ablalarım sayesinde eve giren Kerime
Nadirler, Beyaz diziler geldi. Sonra harçlıkları biriktirip aldığım Tommiks,
Teksaslar.
Sanırım ilk kurmaca
metinlerim de o sırada başladı. Oyuncak sıkıntısı çeken çocuklar olarak,
oyunlarımızı hep doğadan bulurduk. Kardeşlerimle beraber bulduğumuz adına
“küçük adamcılık” dediğimiz bir oyunumuz vardı. Çamurdan insanlar yapar, onlara
bir hayat kurar, senaryolar yazar ve oynardık. Bunu her gün devam ettirmek,
konuyu bulmak ilk kurmacamdır diyebilirim.
İkincisi biraz daha polisiye
öğeler taşıyordu. Oldukça yaramaz bir çocuktum. Sanırım babam zamanının büyük
bölümünü benim peşimde koşarak harcardı. Anneminse bulduğu başka bir yöntem
vardı. Dağda bayırda her kaybolduğumda “Sana kuşlarla haber gönderdiğimde evde
ol, bana yaptığın her şeyi anlatıyorlar” demesiyle başlayan bir macera. Bir
süre sonra başımı ne zaman kaldırsam tepemde gördüğüm kargaların annemin
ajanları olduğuna karar verdim. Hatta kuşlar hükümeti kurdum kafamın
içerisinde. Kargalar kesinlikle sürekli gözetleyip ihbar eden bir iş yapıyor
olmalıydılar. Serçeler işçileri, kırlangıçlar özgürlükleri için savaşanları
temsil ediyorlardı benim için. Bildiğim bütün kuşlara bir görev buldum sonunda.
Kargaların yaptıkları kötülüklere dair yüzlerce hikâye yazdım kafamda.
Kargalarla hâlâ mesafeli oluşum
bundandır.
Ortaokulda bir sahil ilçesine
taşındık. Benim için büyük değişiklikti. Kütüphanesi olan bir okul, üstelik
yerel bir edebiyat dergisi çıkartan Türkçe öğretmeninden başka ne
isteyebilirdim ki hayattan. O sıralarda şiir ve şairlerle tanıştım. İlk göz
ağrım – ikinci büyük aşkım- Orhan Veli girdi hayatıma. Ve bu ülkede ilk gençliğinde
şiire bulaşmış insanlar gibi ben de şiir yazdım. Okul içerisinde dereceler
aldım ve şair olabileceğime dair hayaller kurdum.
Ailemden ayrılıp başka bir
kentte yatılı okula gittiğim ilk senelerde de sürdü şair olma isteğimin havalı
duruşu. Yatılı okul sıralarında haftanın bir günü çıktığımız çarşı izinlerinde
sahafları keşfettim. Ucuz kitap alabildiğim, bazen oturup biraz okuyup kitabı
geri bırakabildiğim mekânlardılar. Sanırım mekân olarak tek aşkım sahaflardır.
Babamdan gelen harçlıkları kitaba yatırmaya başladığım zamanlardı onlar. Hatta
bir yerden dünya klasiklerini satın alıp, senetleri babamın adına yaptırıp,
oldukça yüklü bir ödeme yaptırmışlığım vardır.
Yatılı okuldan başlayarak hep
yazdım. Çoğu zaman iç dökme, çoğu zaman mektup, nereye gittiğini bilmediğim
metinler. Defterler doldurdum sıra sıra. Bir kısmını yırtıp attım, bir kısmını
inatla sakladım. İnsanlara mektup, günlük yazıp hediye ettim.
Uzun yıllar kendim için
yazdıklarımı paylaşmak gibi bir isteğim olmadı. Oldukça geç bir yaşta
–hayatımın kırılma noktalarından birini yaşarken- Virgina Woolf’un “Kendine Ait
Bir Oda”sını okudum. Ve pek çok kadın gibi “kadınlar iç dökmek için değil,
edebi metin oluşturmak için yazın” cümleleri etkiledi beni. Aslında utandırdı
demek daha doğru. Sanki Virginia çekmecelerde sakladığım kelimelerimi görmüştü
ve doğrudan bana söylüyordu bunları. O saatten sonra o metinler çekmecelere sığmaz
oldu. Dışarı çıkmak, özgürlüklerini ilan etmek için başımın etini yemeye
başladılar. O sıralarda da bende kendi kişisel özgürlüğümü ilan ettiğim için
onların da buna hakkı olduğunu düşündüm.
Öykülerimi yayımlatmak
konusunda sıkıntı çektiğimi söyleyemem. Gönderdiğim ilk öykü önemli bir
edebiyat dergisinde yayınlandı. Arkasından birkaç öykü yarışmasında dereceler
geldi. Üst üste öykülerim okurla buluşmaya başladığında bir hastalığa
yakalandığımı ve iyileşmenin mümkün olmadığını anladım. Arkasından kitaplar
geldi ve bir öykü karakteri oldum.
Ama bütün bunlara rağmen henüz
yazar olamadım.
Hâlâ kargalarla ve kazlarla
aramda mesafe var. Günün birinde tekrar uçabileceğime inanıyorum. Rüyalarımda
TipiTipi gördüğüm doğrudur. Sokak hayvanlarıyla, ağaçlarla, kuşlarla konuşmak çocukluk
alışkanlığımdır. Babamı hatırlarken başımdaki dikiş izleriyle takip ederim
anılarımızı ve beni bir ırmaktan yakalayarak eve getirdiğine inanırım hâlâ.
Annem şimdi hatırlamasa bile kuşlar hakkında çok şey öğrenmeme vesile olmuştur.
Orhan Veli ince bir sızıdır içimde. Sokaklarda karikatür toplamasam da atılmış
bir kitap gördüğümde istinasız alır, eve götürür ve sahiplenirim.
Kısacası kendi hayatımı
yazmaya uğraşıyorum hâlâ. Ayşe Akaltun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder