Ait olmadığımız yerden ayrılma, kendimize yeni aile
bulma konusunda cesaret ve ilham veren Çirkin
Ördek Yavrusu masalı ve masalın ardına gizlenmiş semboller üzerine Mehmet
Fırat Pürselim ile konuştuk.
Masalların kuşaklar boyu aktarılması için toplum
tarafından kabul görmesi, çıkarsamasının sevilmesi gerekiyor. Bu yüzden de
genellikle kadına ve erkeğe toplum içindeki görevlerini öğreten, onları sözden
çıkmamaları için uyaran masallara aşinayız. Ancak istisnalar da var. Hans
Andersen’in derlediği ve ilk kez 1843 yılında yayımladığı Çirkin Ördek
Yavrusu, toplumdan dışlanmış kuşakları, kimlik duygularını yeniden
kazanmaya, kendi yaşam alanlarını bulana kadar direnmeye, yer değiştirmeye
davet ediyor. Andersen’in izleğinin sebebini kendi öz yaşam öyküsünde mi
aramalıyız?
Andersen’in başka masallarında da -Parmak Kız, Diş Ağrısı vs.- görürüz öz yaşamından parçaları, çünkü masal
derleyicisi olan Grimm Kardeşler ya da Charles
Perrault’dan farklı olarak Andersen
derleyiciliğinin yanı sıra hatta belki de derleyiciliği bir yana aslında masal
yazarıdır. Çirkin Ördek Yavrusu ise
otoritelerin genel kabulü doğrultusunda Andersen’dir.
Hans,
opera şarkıcısı olmak için 14 yaşında evden kaçarak Kopenhag’a gider. Orada
Danimarka’nın en tanınmış dansçısı olan Bayan Schall’u bulur ve ona, tiyatroyu
ne kadar çok sevdiğini, oyunculuk yapıp şarkı söylemek için duyduğu özlemi
anlatır. Bu sırada silindir şapkasını tef gibi kullanarak bir yandan dans edip
şarkı söylerken, bir yandan odanın içinde çılgın gibi döner ve ‘tef’ine vurarak
ortalığı toza boğar. Andersen’in ‘tımarhaneden kaçmış bir deli’ olduğunu
düşünen Bayan Schall ona durumunun umutsuz olduğunu söyleyince küçük Hans
ağlayarak oradan ayrılır. Başvurduğu tüm kapılar aynı umutsuzluğu yüzüne
vurarak kapanır. Koca burnu, kocaman elleri ve ayakları, çatallanmış çirkin
sesi, sırık gibi ve çok biçimsiz görünümüyle herkes Hans’ı çok komik ve acayip
bulur. Fakat oldukça ihtiraslı bir yapıya sahip olan Andersen, oyunculukta
başarılı olamayacağı gerçeğini en sonunda kabullenmek zorunda kalsa da, oyun
yazarı olarak başarı kazanır. Asıl büyük ününü ise hayalini kurduğu ışıltılı
sahnelerde değil de karanlık çocukluğunu anlattığı masallar alanında kazanır
hatta Çirkin Ördek Yavrusu’yla kuğu
olduğunu anlayamayan herkesten âdeta intikamını alır.
Masal, diğerlerine benzemeyenin itilip
kakılmasıyla başlıyor. Anne bir süre besleyen, gözeten, koruyan anne arketipine
uygun davranıyor. Yavrusunu savunuyor:
“Evet,
çok tuhaf görünse de o da benimkilerden biri. Üstelik, uygun ışıkta
bakıldığında yakışıklı bile sayılabilir.”
… başka bir ördek, avluyu koşarak geçti ve
çirkin ördek yavrusunu tam ensesinden ısırdı. Anne ördek “Dur!” diye bağırdı.
Ama zorba hızlı hızlı konuştu: “Tamam da, çok tuhaf ve çirkin görünüyor. Biraz
itilip kakılması gerek.”
… “O bir hata değil” dedi anne ördek. “O
yakında çok güçlü olacak. Sadece yumurtada çok uzun süre kaldı, buna rağmen çok
da biçimsiz değil. Öyle olsa bile düzelecek. Göreceksiniz.” Çirkin ördek
yavrusunun tüylerini düzeltti ve kakülünü yaladı.
Ancak kısa süre sonra anne dönüşüyor.
Önceleri annesi onu savunuyordu, ama daha sonra
o bile giderek bütün bunlardan yorgun düştü ve kızgınlıkla bağırdı: “Keşke
hemen defolup gitsen!”
Bu dönüşüm bize ne anlatıyor?
Andersen’in
masalı çocuklara; farklı olanların dışlanmaması gerektiğini, her canlının
farklı da olsa ayrı güzellikleri ve zenginlikleri olduğunu öğretmektedir.
Kardeşlerinin kötü davranması, kovması, gagalamaları yetmezmiş gibi ilk
başlarda ona sahip çıkan annesinin bile toplum baskısına yenik düşerek
Çirkin’in çiftlikten gitmesini ya da ölmesini dilemesi ‘kutsal aile’yi
sorgulamamıza sebep olur. Öncelikle Ördek Hanım, kutsal anneliğe karşı çıkan
bir yapıdadır, kuluçkaya yatmakta da çok gönüllü değildir. Diğer yavruları
yumurtadan çıktığı halde, en büyük yumurtanın çatlamaması sabrını taşırır, bu
konuda kendi kendine söylenir:
“En
büyük yumurta hâlâ olduğu yerde duruyor! Kırılması daha ne kadar sürecek ki?
Bıktım beklemekten!”
Bu
arada dağılmış bir ailedir anlatılan, yakışıklı ve havai erkek ördek, dişisini
yumurtalarla baş başa bırakıp gitmiştir. Yavru ördekler babalarına
benzemektedir ama ‘serseri babaları’ dişisini dölledikten sonra görünmez
olmuştur. Kardeşleri de farklı olduğu için alay edilen ve dövülen çirkin
ördekten yana olmak yerine diğerleriyle birlikte hareket edip, “İnşallah seni
kedi kapar da kurtuluruz!” derler. Anne ise yavrusunu dışlamasa da kucaklamaz,
hatta bir süre sonra gitmesine çanak tutar. Burada toplum baskısının sadece
farklı bireye değil tüm ailesine yapıldığını, baskıdan kurtulmak isteyen
ailenin de toplumla birlikte hareket ederek, farklı bireyi dışladığını görürüz.
Buna, neredeyse iki asırlık masal işte, diyerek geçemeyiz, çünkü günümüzde dahi
aile kendi kanından olanın değil baskıcı toplumun yanında yer almaktadır.
Annelik de yaşayarak öğrenilen bir süreç.
Annenin de rehberliğe ihtiyacı var, etrafındaki yaşlı kadınlar tarafından
desteklenmeye, cesaretlendirilmeye. Masalın başında yerleşik korkularını, yeni
doğum yapmış anneye geçiren bir yaşlı ördek var. Bu kısmı dikkat çekici ve
konuşmaya değer buluyorum.
Yaşlı bir ördek oradan geçiyordu. Anne ördek
ona yeni çocuklarını gösterdi: “Ne kadar da güzeller, değil mi?” diye övündü.
Ama yaşlı ördeğin aklı, çatlamamış olan yumurtaya takıldı ve anne ördeği o
yumurtanın üstünde artık oturmaktan caydırmaya çalıştı.
“Bu bir hindi yumurtası,” diye bağırdı yaşlı
ördek. “Hiç de uygun bir yumurta türü değil. Biliyorsun bir hindiyi suya
sokamazsın.” O biliyordu, çünkü denemişti.
Yerleşik korkuların anneye aktarılması, onun
çökmesine, yaşadığı toplulukla yavrusu arasında bir seçim yapmasına sebep
oluyor âdeta.
Haklısın Tuğba, toplum baskısı ve yerleşik
korkular, aileleri en değerli varlıkları olan evlatlarından bile
vazgeçirebilmektedir. Bu sadece masallarda değil günümüz toplumunda da sıkça
yaşanmaktadır.
*Erken dönemde yalnızca diğerlerinden farklı
olduğu için dışlanmak, Çirkin Ördek Yavrusu’nun benlik duygusunu yaralıyor.
Huzur bulamayacağını anlıyor ve rahat yüzü görebileceği bir yer bulma çabasına
giriyor. Arayış devam etse de, zayıf, çirkin, işe yaramaz, beceriksiz olduğunu
düşünüyor ve bu gerçeğin değişmeyeceğine inanıyor. Burada durup, erken dönemde
dışlanmanın yarattığı içsel sorunlardan bahsedelim istiyorum.
Küçük
yaşlarda ayakkabıcı olan babasını kaybedince okulu bırakıp çalışmak zorunda
kalan Andersen, erken dönemde sürekli olarak dışlanan bir çocuktu. Kısa süreli
terzi çıraklığı sırasında başından geçenlerin üzerinde iz bıraktığı
muhakkaktır. Hans’ın görünüşü hiç de erkeksi değildi, bir grup iş arkadaşı kız
olup olmadığını anlamak için onu herkesin önünde pantolonunu aşağıya indirmeye
zorlar. Daha sonra marangozun yanına çırak olarak girdiğinde; önceki olay
zihninde taze olduğundan, işteki ilk gününde aptal bir suratla kızarıp
bozararak ve titreyerek öylece dikilip kalmaktan kendini alamaz. Sıkıntılı
halini fark eden diğer çırakların alayları üzerine sıvışıp kaçar. Sonrasında
tekrar okula döndüğünde de gerek müdürün gerekse de arkadaşlarının dışlama ve
alaylarına maruz kalır. Bunların sonunda
da, açık alanlarda dolaşmaktan, tekneyle denize açılmaktan, diri olarak
yakılmaktan, bir kadını çıplak olarak görmekten korkan psikozlara boğulmuş bir
adam ortaya çıkar. Andersen’in korkmadığı
şeyleri saymak belki daha kolay olacak ama gene de korkularını saymayı
deneyeceğim; zehirlenmekten, soyulmaktan, köpekten, pasaportunu kaybetmekten
korkuyordu. Ateşte yanmak öylesine büyük korkusuydu ki, yangın çıkarsa, ipi
pencereden aşağı sarkıtıp kurtulurum diye yanında daima ip bulunduruyordu. Diri gömülme korkusu öyle bir boyuttaydı ki;
uyurken ölü sanıp da gömmesinler diye,
uyurken başucuna ‘Ölmedim, sadece uyuyorum’ diye notlar bırakıyordu.
Masallarda Jung’un eş-zamanlılık dediği,
olayların rastlantısal bir şekilde birbirine geçmesi şeklinde tanımlanabilecek
ilke daima iş başında. İç geçirilen, özlenen, düşü kurulan hayaller, birtakım
tesadüfler sonucunda gerçekleşiyor. Çirkin
Ördek Yavrusu masalında da bunu görüyoruz.
Bir sabah ördek yavrusu kendini buzun üzerinde
kaskatı kesilmiş bir halde buldu ve o zaman öleceğini düşündü. İki yaban ördeği
uçarak aşağı indi. Ördeği uzun uzun incelediler. “Çirkinsin,” diye gürlediler.
“Çok kötü, ne kadar da üzücü! Senin gibi birisi için hiçbir şet yapılamaz.” Ve
uçarak uzaklaştılar.
Şans eseri oradan bir çiftçi geçiyordu ve buzu
sopasıyla kırarak ördek yavrusunu kurtardı. Ördek yavrusunu kucağına aldı ve
ceketinin altına sokarak eve doğru yürüdü.
Çirkin Ördek Yavrusu bu dışsal yardım nedeniyle
hayatta kalıyor ve hayranlık duyduğu kuğularla bir araya gelme yolu da bu
vesileyle açılmış oluyor. Modern dünyada dışsal yardımla hayallerimizin mümkün
olacağına dair inancımız zayıflamış gibi geliyor bana. Masallar bu yüzden mi
inandırıcılığını yitirdi? Ne dersin?
Masallarda, efsanelerde kahramanın yardımına
koşan doğaüstü yardımcılar vardır ve kahramanı, kahraman – kurtarıcı yapan
aslında onlardır (Campbell – Doğaüstü Yardım, Propp – Büyülü Yardımcı). Külkedisi’nin
Peri Annesi, Pamuk Prenses’in Yedi Cüceleri, Parmak Kız’ın kurtarıcı kırlangıcı
vs. kahramanın en sıkıştığı anda ortaya çıkarak sorunu çözümler. Sancho
Panza’sı olmayan Don Kişot bir hiçtir, Cuma olmasaydı Robinson yaşayamazdı,
yalnız kovboy olduğunu söyleyen Red Kit’i bile nice macerasında atı Düldül
kurtarır. Ama günümüzde yazılan roman ya da diğer türlerde kahraman başarmak
zorunda olan ve başarıyı kimseyle paylaşmayan yapıdadır. Diğer karakterler
çevresine konuşlanır ama yardımcı olmaktan ziyade ‘yancı’ tiplerdir. Yaşantımız
neyse edebiyatımız da o sonuçta. Günümüzde birinin yardım etmemesi değil, elini
uzatması şaşırılacak davranış haline geldi. Biri yardım ettiğinde hemen
ardından bir şey geleceğini hiçbir iyiliğin sebepsiz olmayacağını düşünüyoruz.
Oysa bu hayata tek başımıza katlanabilmemiz mümkün değil.
Masallarda kahramanlar genellikle normal
kişilerdir -çocuk/kişi kendini daha rahat özdeştirebilsin diye- yardımcılar ya
da yardımcı nesneler ise sihirlidir. Belki de bu sihirli nesnelere günümüz
teknolojisiyle erişimin mümkün olması karşısında, hayalle arasındaki bağ koptu.
Hayalimizde yaşadığımız maceranın olağanlaşması belki de inandırıcılığını
zedeledi. Masallara mümkün olmadığı için inanırken, mümkünlük inandırıcılığını
kaybettirdi belki de. Kendimize ve çocuklarımıza hayal kurmak için şans
tanırsak, bence hâlâ perilere ve masallara inanabiliriz. BEN PERİLERE VE
ONLARIN KULAĞIMA FISILDADIĞI MASALLARA İNANIYORUM!
Söyleşi: Tuğba
Gürbüz
*Bu söyleşi Lemur Derginin temmuz sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder