Suriyeli
şair Adonis, ‘Anlam Ormanlarında Gezi
İçin Rehber’ adlı şiirinde ‘nedir
ayna?’ diye soruyor. Yanıtıysa şöyle:
‘ikinci bir yüz ve üçüncü göz.’
Yazmakla
ilk ilişkimi tam da bu yukarıdaki mecaz üzerinden tanımlıyorum. Benim yazı
uğraşım, dışa dönük sayılmaz, daha ziyade içe dönük bir çoğalma; yazarak,
okuyarak edindiğim ilave gözler ve yüzlerle falan, fazla temas kuramadığım
dışarıyı ve dışarının bana bakışını, görüş açımı genişleterek kavrama. Kısacası,
sosyallikle ilgili sorunlar yaşayan bir çocuğun yazarak var olma mücadelesidir,
yazarlık serüvenim; bir anlama ve uyum mücadelesi!
Bir
tek çocuk olduğumdan, annem ve babam da çalıştığı için, yalnız başıma uzun
saatler geçirmek zorunda kalıyordum. Korumacı haminnem (bana on yaşıma kadar
bakan ve komşumuzun annesi olan eşsiz kadın), yegâne arkadaşımdı. Mahallede
başka çocuklar vardı var olmasına da, haminnem kendini çok sorumlu
hissettiğinden eve pek gelemezlerdi. Dışarıya da seyrek çıkardım. Kendi
oyunlarımı kurmak, kendi arkadaşlarımı yaratmak zorunda olduğumu anlıyorsunuz
sanırım. Böylelikle, özlem duyduğum her şeyi zihnimde canlandırmaya alıştım.
Yine
de çok şanslı olduğumu düşünürüm. Haminnemin şefkatindeki sahiciliği ve
yoğunluğu tam anlamıyla yetişkin olduktan sonra kavrayabildim. Bu beni öfkeli
ve sevgisiz bir yetişkin olmaktan korudu. Ayrıca beraber olduğumuz her fırsatta
bana kitap okuyan, masal anlatan, zamanını benimle geçirmeyi seven bir annem
vardı. Daha iki, üç yaşlarındayken, ofis ve ev işlerinin ağır yüküne rağmen, hafta
sonlarını beni tiyatrolara, sinemalara, balelere götürmek için harcadı.
Tanıdığım, sevdiğim herkesle paylaşıyorum bunu; zihnimde o yaşlarımdan kalan öyle
güzel imgeler ve duygular var ki, ne zaman bunalsam yazarım ve yazmak beni
mutlaka çölde vaha hissi veren çocukluğuma çıkarır. Yetişkinliğin zor zamanları
için inşa edilmiş bir korugan gibidir, çocukluğum. Belki yine bu yüzden,
tenhalığı değil, yalnızlığı seven bir yetişkin oldum. Sevdiklerim erimimde
olsunlar istememle birlikte, onlarsız geçen zamanlarımda da, en az onlarla olduğum
zamanlardaki kadar keyiflenebilirim.
Ben
yeteneğin insana tek başına gelmeyeceğine inananlardanım. Sanatın hemen her
alanını denemişliğim vardır. Harikalar yaratamadım. Ancak, vasat da olsa,
kendimi denediğim tüm dallarda ifade edebildim. Müzik hariç. Müzikte sadece
dinleyiciyim. Yazarken dinlemeyi de çok severim.
İşin
sanat kısmında esin kaynağım babamdı. Babamda sanatçı bir ruh vardı. Ev, dolap
vs. gereksindiğimiz her şeyin planını o çizerdi. El yazısı inci gibiydi. Boş
günlerinde saatlerce okurdu. Zaten okulda arkadaşları kompozisyonlarını ona
yazdırırlarmış. Benim yazmak ve okumak için ayırdığım zamanlar, en çok onu
mutlu ediyordu belki.
Orta
ikiye geçtiğim sene, yaz tatilimin hemen başında, babam eve koskocaman bir
koliyle geldi. Memurdu maaşına göre kim bilir ne çok para vermişti. Aklına
gelen, evde olmayan tüm klasikleri almıştı bana. Şolohov, Gorki, Çehov, Tolstoy,
Soljenitsin, Turgenyev, Dostoyevski… Ah, şimdi bile ağzım sulanıyor. Şahane bir
yazdı. Bu koliden okuduğum ilk kitaplar, Şolohov’un dört ciltlik Don serisiydi.
Rus Edebiyatını daha sonra diğer ülke edebiyatlarından yazarlar izleyecekti.
Bence
babamın, benim okumalarım için, kendi kitaplığındaki kitaplar da dâhil, yaşıma
uyar mı, uymaz mı kaygısı hiç olmadı. Ne anladıysam anladım, ama İki Şehrin
Hikayesi’ni, Toprak Ana’yı, yahut yanlış hatırlamıyorsam Macar besteci Franz
Liszt’in hayatından bir kesit anlatan Arzunun Ötesi’ni okurken kimseye hesap
vermedim. Fikrimi sorarsanız, her birinin de mayama erkenden karılmaları gayet
iyi oldu.
Annemin
iş arkadaşlarının çoğu, bilim insanlarıydı. Yaz aylarında onlarla reaktörde
(ÇNAEM) çok zaman geçirirdim. Annem, çoğunun ablasıydı. Bu yüzden doğum
günlerimi renklendirmek için bana ne alacaklarını gayet iyi bilirlerdi. İlla ki
kitap: Fadiş, Dört Kardeştiler, Ülkü öğretmen, Gümüş Patenler, Tom Amca’nın
Kulubesi, Küçük Kadınlar, İki Sene Okul Tatili… Kemalettin Tuğcuları, Aziz
Nesinleri, Rıfat Ilgazları ve daha pek çoklarını mahallemize gelen gezici
kütüphaneden ya da evdeki kütüphaneden temin ederdim. Bunları yazıyorum, çünkü
ben yazar olduysam eğer (oldum mu acaba?), biraz da bütün bu kitaplarla içine
gömüldüğüm dünyaları çok özlediğim ve okuma anlarımdakine benzer güçlü duygu
durumlarını yeniden yaşamak istediğim içindir.
Her
biri yazıldıkları dönemlerin özelliklerine, coğrafyalarına bağlı olan yığınla
izlek, üslup, bilgelik barındırır. Kanıma da işlemiştir, usul usul. Ondan
yazmışımdır.
Adonis,
“nedir gerçeklik?” diye sorar sözünü
daha önce de ettiğim şiirinde ve “çökeltiler, dilin ırmağı içre,”
diye yanıtlar. Elbise, ayakkabı, kendine ait bir oda, takı-toka bakımından
bolluk taşımayan hayatımda, bunlara dair bir ihtiyaç duyduğumu da
hatırlamıyorum. Tek istediğim; soba başında bir minder, iyi kötü bir aydınlık
ve kitapların terkisinde karıştığım hayali dünyalarımdı sanırım. İhtiyaçlarım
açısından şanslı bir çocukluk ve gençlik yaşadığımı hiç yatsımayacağım. İşte o
zengin okuma ortamından bana kalan çökeltiler, benim için gerçekliği ve benim ‘kendiliğimi’
yarattılar. Ne olduysam yazarlarım sayesindedir. Simone de Beauvoir’dan
Füruzan’a, Yaşar Kemal’den James Joyce ya da Kafka’ya, kim var kim yoksa bütün o
yazarlar benim ailem sayılırlar.
İlkokula
birinci sınıfta kayıtsızdım ve ikinci sınıfa sınavla alındım. Kasım ayı
geldiğinde okumaya başlamıştım, yazmaya da. Avuç içim kadar küçük kareli bir bloknotu
baştan sona masalla doldurduğumu hatırlıyorum. Annemin masallarından intihaldi,
şüphesiz. Sonrasında tutkulu ve kararlı bir günlük yazarı oldum. Herhangi bir
anda, çok istediğim her ne varsa, yalnız zihnimde değil, yazarak da
canlandırmayı alışkanlık edindim.
Öğretmenlerim,
okumamı, yazmamı ve konuşmamı teşvik ederlerdi. Ortaokulda Türkçe öğretmenim
Fatma Hanım’ın ve İngilizce öğretmenim Mehmet Ali Bey’in torpili sayesinde gezici
kütüphane için okuldan ayrılma izni edinmiştim. Otobüsün mahalleye girişi ders
saatlerine denk düşerdi. Uygun ilk arada uçarak otobüse giderdim. Genç şoförle
birlikte büyüdük. Çalışmaya başlayana kadar devam ettim oradan kitap almaya.
Liseyi
Kandilli Kız Lisesi’nde okudum. Kendimi edebiyat hocamızın göz bebeği gibi
hissederdim. Necla Hanım’ın kompozisyon sınavından kim dokuz, on aldı diye
bakmaya gelirdi, arkadaşlar. Biraz hırçın bir kadındı galiba. Acaba öyle miydi?
Gülümsüyorum şu an. Çünkü bellek, tereddüde düşürüyor insanı. Belki hırçınlığı
bir efsaneden ibarettir, bize öyle gelmiştir.
Etütlerde
ders çalıştığımı hiç anımsamam. Yazardım, durmadan. Bir şeyler yazıp vermiş
olduğum, onları hala saklayan vefalı dostlarım var, hemen her yaşımdan. Demek
yanlış yapmamışım; yazmak, çekingenliğimden, yabancılığımdan dünyaya,
arkadaşlığa attığım köprü olabilmiş.
Üniversitede
duvar gazetesi çıkarırdık. Bu gazete, 80 Eylül’üyle birlikte engellenen faaliyetler
arasında neden yer almamıştı acaba? Babam ilk daktilomu aldığında havalara
zıplamıştım. Daktiloyla yazdıklarımızı keser, panoya şeritler halinde iğnelerdik.
Aynı daktiloyu Yazarlar Kooperatifi Yazko'nun haftalık yayını Somut'un gençlik
yazılarını yazmak için de kullandım, ta ki bu haftalık gazete kapanana kadar.
Galiba Somut’ta yazmama Basın Yayın Yüksek Okulunda öğrenci olan bir kaç
arkadaşım aracılık etmişti.
Üniversitenin
üçüncü sınıfından kalan çok sevdiğim bir anımı anlatayım size. Maçka’daki eski
Maden Fakültesi binasında okuyorduk biz. Dönemin bizim için en önemli adresi
olan (kitapları, imzaları, ödülleriyle) Akademi Kitabevi, Nişantaşı’nda,
okulumuza yürüyüş mesafesindeydi. Uzun kuyruklarda bekleyip kredilerimizi alırdık.
Alır almaz yaptığımız ilk şey oraya gitmek olurdu. Son sefer, Tomris Uyar’ın
Diz Boyu Papatyalar’ını almıştım. O sıralarda siyasi çatışmalar yeniden
alevlenmişti. Ne olduğunu hatırlamadığım kötü bir şeyler yaşandı. Pek çok
kayıpla çıktığımız 77-82 arasındaki dönemin olanca ağırlığı ve isyanı hâlâ yüreklerimizdeydi.
O gece annemler komşularımıza gitmişti. Ben de tüm duygularımı kâğıda dökmek
için bunu fırsat bildim. Tekrar okuyunca yazdıklarıma öyle hayran oldum ki, oldukça
geç bir saatte, kalın sarı şehir rehberinden Tomris Uyar’ın telefonunu buldum. Heyhat!
Kadıncağız beni terslemek şöyle dursun o acemi metnimi telefonda okumama bile
ses etmemişti. Sonra beni evine davet etti. Arkadaşlarım Canan ve Meltem’le
(Meltem Basın Yayın’da, Canan ile ben sınıf arkadaşıyız) Ulus’taki Profesörler
Sitesi’ne gittik. Sonbahar veya kışa girer ayak… Soğuk, kasvetli bir öğleden
sonra. Oğul Turgut ev ödevi yapıyor. Dubleksin merdiven basamaklarında limonlar,
şişeler falan… Tomris ve Turgut Uyar hafiften demlenmeye koyulmuşlar. (Eli boş
mu gitmiştik? Onlar bize bir şeyler ikram etmişler miydi? Aman Allah’ım, hiçbir
detay hatırlamıyorum, ikisinden başka.) Nedense giderken bir gece önce telefonda
okuduğum düzyazıyı götürmemişim beraberimde, şiir götürmüşüm. Doğal olarak da
sevgili Turgut Uyar’ın payına düşmüşüm. Çok zarif davranmışlardı bize, bunu gayet
iyi anımsıyorum. “Güçlü imgelere meyillisin, Edip Cansever oku, bol bol oku,” demişti,
‘24 Saat’ sevgilim! Okudum, çok okudum. Yalnızca Cansever’i de değil. O gün
bugündür, ne zaman bunalsam, keyiflensem, aklıma gelse, pek çok şairden şiir
okurum.
Okul
yıllarını gerçekten çok yoğun bir çalışma hayatı izledi, benim için. Yazmak,
günlük tutmakla sınırlı kaldı. Ta ki iki binli yılların başlarına kadar.
Birden
gelmişti dalga üstüme. Yazıyor yazıyor, sayfalarda sıkıştığımı hissediyordum.
Karşıma Yeşim Cimcoz çıkana kadar, tamamen uzak olduğum edebiyat dünyasının
kapısı nerededir, bir kapısı var mıdır bilemedim. Yeşim üniversitede bu konuda
okumuştu. Amerika’dan yeni döndüğü o günlerde önce ofis tutmuş, hemen sonra bir
atölye duyurmuştu. O zamanlar bir tane bile yazı atölyesi yoktu (Pınar Kür’ün,
Mario Levi’nin atölyeleri onunkinden çok çok sonradır) Türkiye’de ve sanırım
usta-çırak ilişkisi dışında yazınsal bir dayanışma mevcut değildi. Yeşim’in Dalgaları Aşmak Yazı Atölyesi, yine bir
arkadaşım sayesinde çalındı kulağıma. Daha ilk gün büyük bir haz aldım. Şimdi
iyi dostlarım olan güzel insanlar buldum orada. Yeşim ile birlikte altı
kişiydik. İçlerinden biriyle, Fulya’yla, daha o akşam, atölyeden çıkıp içmeye
gittik ve edebiyat, aşk, hayat üzerine saatlerce sohbet ettik. Dalgalar grubu
bana bir sürü şey öğretti. Yeşim’in inanılmaz güzellikteki yaratıcı
çalışmaları, ısrarla dayattığı eleştiri etiği, diğer arkadaşlarımın içten gelen
desteği ve kendi başarılı verimleri, tutkulu yazın sürecimin motivasyonunu
oluşturdu. Öykülerimden birindeki karakterin yolun karşısına bir türlü
geçemediğini keşfettiğim anı gayet iyi hatırlıyorum. Salt bu bilgi için bile
Yeşim’e ne kadar teşekkür etsem az. “Ben yazdım, oldu,” dememeyi öğretti Yeşim,
bana. Okura saygıyı, okurun bana katılması halinde alacağım kanatlı hazza
hazırlanmayı öğretti. Daha ne öğretsin.
İlk
kitabım 2007’de çıktı, Kanguru yayınlarından. Öncesinde, kendimi okur
karşısında sınayacağım başka fırsatlar da buldum. Bunlardan en değerlisi, Özgür
Pencere yazın platformuydu. Forumdaki tanışıklığımızı hayat boyu dostluğa evirdiğimiz
İlkay Noylan ve Berat Alanyalı’yla ilk kitap sevincimizi de paylaştık. Her
ikisi de ödüller aldı arkadaşlarımın. Birbirimize verdiğimiz okuyucu desteği
sayesinde kendi payıma pek çok geliştim. Özgür Pencere’nin Yaşar Kemal Özel
Sayısını (dergi) elden götürmek, İstanbul’da olduğumuz için Berat’la bana
düştü. Ustayla uzun sohbetimiz boyunca, şeker kavanozunda iki çocuktuk, neşeyle
dolduk, neşeyle taştık.
Bugün
olduğu gibi o günlerde de Internet üzerinden ulaşılan çeşitli edebiyat
platformları vardı. Örneğin Altzine ve Kahve Dünyası. Yazılarımı bu sitelerde
paylaştım. Oralarda dikkatimi çekip yakından takip ettiğim birçok arkadaşım
şimdi Türkiye’nin sayılı yazarları arasında yer aldılar. Örneğin, Sait Faik
ödüllü olan dostum Feryal Tilmaç.
Kanguru
Yayınevi’nin kurucusu şair Aydın Şimşek’ti. Onun iki önemli kitabı, edebiyat
yolculuğumda bana ufuk açtı. İşte o kitaplar; ‘Sanat ve İktidar / Siyasal Tarih Sürecinde’ ve ‘Estetik ve Mücadele Estetiği’. Şimşek,
‘Estetik ve Mücadele Estetiği’nin tanıtımına şunları yazmıştı: “Sanatın ve sanatçının tanıklıkla yetindiği
günler çoktan geride kalmış gözüküyor... Sanat estetiğinin
"tanıklığa" indirgendiği süreçler ile, modernizmi kuran
"Aydınlanma Aklı", Küresel kapitalizm tarafından işgal edilmiştir.
Artık içeriğine "güzel" algısından daha fazlasını katmak zorundadır
sanat. Bu kavramlar hem politikadan, hem de etik'den alınacak kavramlardır.
Sanatçının özgünlüğünü işaretleyen estetik oluşumlar; "başkaldırı"
"vicdan" "dil" ve "itiraz" bilindik kimliklerini
ne yazık ki giderek yitiriyor. Şimdi bu kimliklerin yeniden kazanılması için
estetik algıyı, estetik değerleri "Mücadele Estetiği"yle yeniden
kavramak ve dönüştürmek gerekiyor. Sanatın mücadelesi sürüyor...” Çok
severek okudum. Sevgili Şimşek’in asla unutamayacağım güzel tavsiyesinden de
söz etmeliyim. “Öykü mü yazıyorsun Reyhan,” demişti, “öyleyse öykü üzerine oku.
İyi öykü oku. İyi öyküleri yakın oku ve yaz. Öykü üzerine de yaz!” Bakışımı değiştiren
bu tavsiye için kendisine ne kadar teşekkür etsem az.
İki
şeyin, sevgili Sezer Ateş Ayvaz’ın sıcak bir jestinin ve ayrıca Aydın Şimşek’in
yukarıdaki tavsiyesinin olmaması halinde, Berat’la birlikte yaptığımız, yazma
serüvenlerimize yeni boyutlar katacak Öykülü Perşembeler’e giden yolumuz açılmazdı
belki. Açılmazdı ve belki biz, biz olacaksak da daha gecikmeli başarırdık bunu.
Yıl
2006’ydı. Ankara Öykü Günleri harika geçerdi, o zamanlar. İşlerimi ve otelimi ayarladım.
Sonradan can arkadaşım olacak Ufuk Duruman ile birbirimizi forumdan tanırdık.
Orada buluştuk. Ufuk’un içten mihmandarlığında hiçbir şey kaçırmadan tüm
etkinlikleri izledim. Yazarları şahsen tanıdım, kitap önerileri biriktirdim. Bu
etkinliklerden birinde sahneye güzel gözlü, ufak tefek, kıvırcık saçlı, sesi
yumuşacık bir kadın çıktı. Gözümü bile kırpmadan dinledim onu. Etkinlik bitince
bir baktım ki yanıma gelmiş. “Öyle güzel dinlediniz ki, bu bana keyif verdi,” dedi. Sezer Ateş Ayvaz’dı! Bu
hakikatliliğiyle, sevdiğim yazarları, elimi uzatsam erişebileceğim denli
yakınıma getirmişti. İleride Öykülü Perşembeler’imiz için ilham perim olacaktı.
Sezer’in farkında bile olmadığı o ulaşılabilirlik vadi, hem bizleri, hem yazar
arkadaşlarımızı, hem de etkinlik katılımcısı okurlarımızı pek çok bir sürü
etkinlikle besledi.
Berat
ve ben çok çalıştık. Perşembelerimiz boyunca yirmi dört öykücümüzü irdeledik. Sahneye
çıkmadan önce her yazarın tüm kitaplarını okur, tartışırdık. Buluşmaların amacı
söyleşi değildi. Amaç, yazarlara, okurlarının algı ve duygularını geri
beslemekti. Onları davet ettik, hayatlarını ve edebiyatlarını aktaran sunumlar gerçekleştirdik.
Öykülerine yaptığımız yakın okumalarımızı paylaştık. Değerli yazar arkadaşımız
Nalan Barbarosoğlu büyük destek verdi bize. Sayesinde yazarlarımızla güvenilir bir
iletişim başlatabiliyorduk. Ayrıca, yaptığımız bu çalışmaların tamamının, dönemin
iyi edebiyat dergilerinde yayınlanması mümkün oldu. Etkinliklere sadece günün
odağı olan yazarımız gelmiyor arkadaşlarını da getiriyordu. İstiklal Caddesi, Sadri
Alışık Sokaktaki Edebiyat Koop’da Perşembe müdavimleri arttı, gelenlerin bir
kısmı ayakta kalmaya bile başladı.
Öykülü
Perşembeler’de konuk ettiğimiz yazarlardan bir kısmı şöyleydi: Leyla Erbil,
Selim İleri, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Nalan Barbarosoğlu, Sezer Ateş Ayvaz, Jale
Sancak, Nursel Duruel, Ayşe Kilimci… Bununla kalmadı, Selçuk Baran sunumumuz, Tarık
Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde Eşikcini tarafından düzenlenen ‘Solgun Bir
Yazar: Selçuk Baran’ etkinliğine esin kaynağı oldu. Ben de orada Selçuk Baran Öykücülüğü’nde Simgesel
Kullanımlar adlı bir konuşma yaptım. Bu amaçla yazarın kişisel
kütüphanelerden falan güçlükle derleyebildiğim kitaplarının tamamını
taramıştım. Dönemin değerli eleştirmenlerinden Ömer Lekesiz ve çok sevgili
dost, yazar Selim İleri de salonda bulunuyordu. Kısa bir süre sonra da,
nerdeyse unutulmaya yüz tutmuş olan Selçuk Baran’ın değerli yapıtları, aileden
yayın hakkını alan YKY’ce, yeniden gün ışığına kavuşturuldu. Bunları yazıyorum,
çünkü sürecin her bir saniyesi beni besledi, geliştirdi. Minnettarlığım sonsuz.
İlerleyen
yıllarda yalnız yazmakla kalmadım, Türk ve Dünya edebiyatını daha iyi tanımaya
da çalıştım. Pek çok etkinlikte konuşmacı oldum, dergilere öykü ve
değerlendirmeler yazdım.
Şimdi
durum ne? Şöyle:
Artık
Çanakkaleliyim. Burası bana uğurlu geldi, nihayet ikinci öykü kitabım Şubat
ayında yayımlanabildi. Tuğba Alaybeyoğlu Gürbüz’le 14 Şubat Öykü Günleri’ni
düzenledik. Aynı zamanda Çanakkale Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin kurucu üyesiyim.
Geçici ev sahibimiz Ece Ayhan Kültür Merkezi’nde birkaç etkinlik gerçekleştirdik.
Halen üzerinde çalıştığım dosyalarım var. Kısacası, yazmaya devam!
Yazar
oldum mu bilmiyorum, ama yazarlarla ve edebiyatla iç içe geçen bu yıllardan
sonsuz mutlu oldum, onu biliyorum. Daha da mutlu olabilirdim; coğrafyamız adil
bir düzen pratiği ile günyüzü görebilseydi, doğamız tehdit edilmeseydi,
geleceğimiz bu denli belirsiz kılınmasaydı… Adonis ile açtım, öyle bitireyim.
Ne demiş şair: “nedir yüz? gözyaşının
göçü için en yakın liman.” Zaman zaman ağlıyorum, ama ben ağlıyorum, öykülerim
ağlamıyor. Çünkü onların analizin, haklı öfkenin, bazılarını şaşırtacağını
bildiğim özgüven ve kararlılığın, değiştirme gücünün sesi olmalarına
çalışıyorum.
Yolumuzun
kesişmesini dilerim. Yazarak, okuyarak, dönüşme gücü bularak esen kalın.
Reyhan
Yıldırım
Kitaplar (Öykü)
‘Bazıları
Çok Üşür’, Kanguru Yayınları, 2007
‘Boynumda
Bir Dize İnci’, Nota Bene Yayınları, 2013
Kolektifler
·
‘Şimdi Seni Düşünüyorduk (Selim İleri
Armağan Kitabı)’, Kolektif, Doğan Kitap, 2008
·
‘Bozcaada Öyküleri’, Kolektif, Yitik Ülke
Yayınları, 2009
·
‘Son Otobüs’, Kolektif, Pupa Yayınları,
2010
·
‘Kadın Öykülerinde Doğu’, Kolektif, Sel
Yayınları, 2011
·
‘Ayla Kutlu Kitabı’, Kolektif, Yeni Yüz
Yıl Üniversitesi, 2012
·
‘Kadınların Ruh acıları’, Kolektif,
Nezih-Er Yayınları, 2014
·
‘Öyküden Çıktım Yola’, Kolektif, Aylak
Adam, 2014
Kuramsal Yazılar, Kitap Tanıtımları
ve Yakın Okumalar
·
Sabitfikir, Radikal Kitap, Varlık,
Portreler, Notos, Öykü Teknesi, Kül Öykü, Eşik Cini, Yeni Yazı, Paylaşım,
Markalar, Akköy Edebiyat, Bugünden Edebiyat, Sarnıç, Çerçi Sanat, Beş Parmak,
Artcivic, Artfulliving, Lacivert, Galapera Fanzin vb.
Etkinlikler
·
Öykülü Perşembeler: Berat Alanyalı’yla
birlikte. Edebiyatçılar Kooperatifi, İstiklal Caddesi / İstanbul. (24 öykücünün
yaşamlarına, edebiyatlarına, öykülerine yapılan yakın okumalara yer verildi.)
·
ÖyküMola:
Türk ve Dünya Edebiyatı Öykü Okuma / Paylaşım etkinliği. Galapera Kültür
ve Sanat Derneği, Tünel / İstanbul.
·
Edebiyatta Şenlik Var! Yeşim Cimcoz Yazı
Evi, Kadıköy / İstanbul.
·
Arıza Kadınlar I – II, Arıza Adamlar I-II,
Çifte Kavrulmuş Arızalar I-II (Mitoloji-Psikoloji-Kurmaca Atölyesi).Yeşim
Cimcoz Yazıevi, Kadıköy / İstanbul
·
2016 Çanakkale 14 Şubat Öykü Günleri
Etkinliği
Konuşmacı / Panelist Olarak
·
PEN Kadın Yazarlar Komitesi – Edebiyattan
Hayata Nezihe Meriç / Konuşma Başlığı: La Sesini Arayan Kadın: Nezihe Meriç
(Eşik Cini’nde yayımlandı.)
·
Eşikcini – Solgun Bir Yazar: Selçuk Baran
/ Konuşma Başlığı: Selçuk Baran Öykücülüğü’nde Simgesel Kullanımlar (Eşik
Cini’nde yayımlandı.)
·
PEN Kadın Yazarlar Komitesi – Leyla Erbil,
Edebiyatımızda Hallaç Etkisi / Konuşma Başlığı: Edebiyata ve Dünya Görüşüyle
Müdahil Olan Bir Yazar: Leylâ Erbil (Eşik Cini’nde yayımlandı.)
·
26.İstanbul Kitap Fuarı – Atölye
Çalışması: “Bir Öykü Kişisinin İki Yazardaki Yolculuğu”
·
27. İstanbul Kitap Fuarı – “Öyküde Genç
Adımlar” Paneli ve Öykü Okuma
·
2008 İzmir Kitap Fuarı – Söyleşi ve Okuma:
“Öykü Bir Şenliktir”
·
11.Uluslararası Ankara Öykü Günleri –
“Sait Faik Abasıyanık’ın Müthiş Bir Tren Öyküsüne Yakın Okuma ve Çözümleme”
·
5. Eskişehir Ulusal Öykü Günleri – Öykü
Okuma
·
V. Hişt Hişt! Genç Sait Faik Öykü Yazma
Yarışması Ödül Töreni – Konuşma Başlığı: Sait Faik, İnsanlık Onurunu Yücelten
Yazar
·
Yeni Yüz Yıl Üniversitesi, I. Çağdaş Kadın
Yazarlar Sempozyumu, Bildiri: Ayla Kutlu Edebiyatı’nda Şiir Avcısı Mekânlar
(Dünden Bugünden Edebiyat' ta Yayımlandı.)
·
Çanakkale Nazım Hikmet Kültür Merkezi ‘Aydın
Olunmalı’ etkinliği – Konuşma Başlığı: Aziz Nesin Olunmalı
·
İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi –
Konuşma Başlığı: Gülten Akın: Beni İtip Balıma Dadanan Bu Çağı Sevmedim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder