İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı
yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur.
Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak
soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya
uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren
yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Nedense
bu soru beni çok düşündürdü. Tamamen soyutlaşmış bir kavram olan ‘iyi’yi cümle
dışına almadan devam edemedim: “Anlamı aşmak
öykünün de meselesi midir?”
‘İyi’
gitti. Gitti gitmesine de, bu sefer ‘de’ye takıldım. ‘De’yle ima edilen
yoldaşlık, öykü ve şiir türlerinin verdiği farklı hazları ayrıştırmamak, bu
ikisinin anlatım araç ve tekniklerini kısırlaştırmaktır gibi geldi bana. Sınırladığım,
hatta sınırlandırıldığım duygusuna kapıldım. Nihayetinde şiir seven bir
öykücüyüm, ancak öyküden şiire varmayı da hiç amaçlamadım. Soru zihnimde son
kez yapılandı: “Anlamı aşmak öykünün
meselesi midir?”
‘Anlamı
aşmak’ ne demektir, özellikle de öykü
için?
Ben, edebiyat
yoluyla dünyanın dönüştürülebileceğine, yazarın dünya görüşünün bu dönüşümün yönünü
etkileyeceğine inanıyorum. Ne var ki dil nihai anlamı dikte eden kavramsal bir
yapı taşır. Nesnel değildir. Her kültürdeki güç ilişkileri öncelikle dilde
kodlanır. İnsanın bilinci ve algısı toplum genelinde iktidarın söylem
araçlarınca, özellikle de bunların en kritiği olan dille yapılandırılır. Eğer yazanlar dile dair bir kuşku taşımıyorsa
iktidarın yazıcıları olarak kurumsallaşırlar. Sanırım anlamı aşmak (estetik
yönünü ayrı tutarsak) bu yanlışa düşmemenin bir yolu olarak kavranmalıdır. Öyküde,
anlamı kültürleme yoluyla dayatan ve pekiştiren araçlardan olan dilin yapısını sarsmak,
yazanın sözünün alımlanabilmesi için iktidarı aşan kimi anlatım tekniklerini
kullanmak gerçekten iyi ve etik olabilir.
Nasıl
mı?
Tümcenin
sınırlarına sıkışmayan, yeri geldiğinde ‘her
çeşit’ iktidarın ötekini dille imtihanındaki hinliği deşifre edecek gönderme
dizinlerini, verili anlamları duyuran bir yaklaşım benimsemek işe yarayabilir.
Okura,
metne birden fazla bakış açısıyla yaklaşma, öznel yorumunu katma çağrısı yapılabilir.
Dahası,
her seferinde, herkeste ve zamanda değişmeye devam edecek şekilde ‘tamamlanmamış’
metinler yazmak denenebilir.
İndirgemelerden
kaçınmak, kurgulanmış mantığı dışlamak, yanıtların değil soruların peşinden olmak,
olguların değil olasılıkların ardından koşmak, sezgileri, duyuları, imgeleri,
sembolleri, metaforları, metinlerarasılığı, sesi, görselliği metinde değerlendirmek
de (özellikle içinde yaşadığımız dönemde) işe yarayabilir.
Görüyorum
ki bunlar zaten yapılan şeyler. O zaman rahatça söyleyebiliriz: Anlamı aşma
çabası, öyküyü ne anlamsız bırakır ne de anlaşılmaz kılar. Biraz zorlaştırır.
İnatçı, akıllı okur ister.
Ayrıca,
yukarıdaki yazın yaklaşımları ölçüt boşluğunu doldurarak malum soruya ‘iyi’
kavramını da iade eder: “Anlamı aşmak iyi öykünün meselesi midir?”
En
kesin cevabımı veriyorum: Evet,
evet, evet!
*
Beni
kim cesaretlendirir, esinler diye düşündüm;
Örneğin
“Parşömen kâğıtlar / okunduğunda,
kıvrıktırlar; şiirin / ve kadavranın içi açılmamıştır, / insan insanın hiç,”
diyen Ece Ayhan esinler.
“Bir gaz lambası... / Çivilenmiş duvara… /
Çivi, kuyruğunu kıvıra kıvıra / bir defter kâadının / kalbini delip geçmiştir.
/ Kâat bembeyaz, / kâat sapsarı… / Çivi kâadın kanını içmiştir,” diyen
Nazım Hikmet esinler.
“Bir yerdeyim ceneviz eskimiş / Denizin
sofalarında enuzakyosunları aralıyorum / Gece safranlarımı, suikindilerimi
açıyorum. Seni görmemiştim işte çıplaktık, / karanlıktı / KRAL ÇOCUK SAKAL /
Gecenin pancurlarını açtım. / Bir yerini dönüyordum, durma oranı yaşıyorum.
Eskitiyo-rum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğuN,” veya
“Kaos birikimli salacaktır kökünü. / Denizdendir dendeniz. / Ayrıks,” diyen
İlhan Berk esinler.
Örneğin
Bilge Karasu… “bir güz / dalın- / dan /
kopmuş, / kopu- / vermiş / sarartılı / bir yap- / rak, ye_ / re de- / ğince /
kimse- / nin duy- / madığı, / yeri, taşı, / toprağı ba- / ğırtmamış, /
incitmemiş / bir tüy, bir telek, / bir güz yaprağı / gibi düşmüş yerleşmişti
içi- / me / içerime, / gönlüme, / etime / k o r k u / BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN
ÜSTÜME / Karınca- / lar gi- / biydim, / düş ka- / rıncaları, / ozan ka- /
rıncaları, / çıdamlı ka- / rıncalar / gibiydim, / çıdamlı, / dümdüz / uzanan /
uçsuz / bucak- / sız / engebesiz bir düzlükte / ÜSTÜME BİR ÇIĞ GİBİ GEL- / DİN
KENDİNE KATTIN BENİ” şeklindeki satırlarıyla (dize değil) beni
cesaretlendirir.
Ve
Leyla Erbil, daha ilk kitabı Hallaç’tan itibaren, büyük cesaret verir:
“Betimleme:
Bilinç
yordamıyla açtığı kafeslerin gürbüzlüğü ET’e koklandığı ortamda yosununa kaygan
ISSIZ.
Kişiler:
Torbası,
tası, sırtta. Sarmısak çatlağı ağzını astığı satır. Neden sineklerin BUN’ ları
ortaya ortaya kaçarak pazeni mumsu yüzlerin.
Doğa:
Kırı
tok mutluluğa sallanan kirli çamaşırları torbada. ÇAYIR mektup kırpıntıları,
-kişilerin saklamak amacıyla kırpılmış- adaları türkülü, toprağı aşk nemli,
ufakken atlıları donuna kaçırdığı dolu dizgin mavili.
Dialog:
—
Ondan kaçılmaz diliyor.
— Ondan
kaçılmaz yapalım.
—
Açmasın çatırdısında kuruluğun torbasını, sakının.
—
Foyalara göz kulak ve el olmak, kelden önce...
—
Saldı, korku, ürkü, bastı, yetti, bezdik.
Başkaldırı:
Sürülerimizi
otlamak, örmek ağacımızı, kamburumuza mürdüm ortancasıyla kılıf çekmek,
vergisiz kılarak ve özgür, gür, gür, gür.”
Sonra
Necati Tosuner… “Önce Eskişehir
geçiliyor. Bir demir köprü geçiliyor. Tren yarış ediyor kendi gölgesiyle.
Telgraf direkleri gitmiyor Mersin'e. Çobanlar ve sürüleri. Bozkır. Kar örtüsü
seyrelmiş yükseltiler en uzakta. 361 sayılı bir direk yitiyor, - olmuş olmamış
gibi. Ankara yaklaşıyor kuramsal olarak. Sesleri duyulmayan köpekler saldırmaya
kalkışıyor trene. Trenimiz kurtuluyor kızılderililerden, - kolaylıkla.
Bulutların izleri büyük düzlükler üzerinde, -kahve falları. Geçilen makaslar, -
makas sesleri. Hiç trene binmemiş berberler ve terziler, - hiç trene binmeyecek
olan ve hamsi iriliğinde bir kuş – bir an - bir tren penceresinde. Pençeleri
olmayan. Ve Ankara, kuramsal olarak biraz daha yakında. Ve yaklaşılmayacak olan
bir köy görüntüsü, -belki köyden bozma bir kasaba. Sürülerek paylaşılmış -
gibi- tarlalar. Gün sayan toprak. Bir makas ve yanda ayrılıp ışıldayan bir
-yeni- demiryolu. Ve koşan çocuklar.” Bu satırlar benim için cesaret
nedenidir.
Elbette
Sevim Burak… “Büyük kocaman bir balık
almışlar- Mutfakta balıktan her türlü şey yapıyorduk. Köpeğimiz de orta yerde
çakılı duruyordu- Baktım- kafasının ucundan çekeyim dedim – Kafayı bıraktı- Sen
misin çeken- Ayağımın üstünü koparmış- Köpek beni tanır mı- Sonra yatmışım - Doktor
Zıpçıyan gelmiş O ’nu muayene etmiş- Öbür çocuklar oynarken O çocuk pencerenin önünde
kalmış- Az değil- Tam dört ay kaldım yatakta-”
Ve
başkaları da… Öykünülesi metinler…
Öykünme
cesareti, iyi yazma umudunu taşımaktır, diyerek bitireyim.
Reyhan Yıldırım
Reyhan Yıldırım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder