Kim konuşuyor burada?
Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü metnin hem
içinde hem de dışındadır bana kalırsa. Dışındadır çünkü öykü bir iç dökme aracı
ya da otobiyografik bir anlatı değildir. Üstelik öykü yazarı kendi yaşantısının
dışındaki sayısız olaydan, andan, insandan ve durumdan beslenir. Yazma
dürtüsü veren hemen her durumu, insanı, nesneyi kurmacaya dönüştürürken
edebiyatın sarp ve dikenli yollarını teper. Bu yüzden dışındadır yazdığı
metnin. Bir taraftan da içindedir. Öykücü kendini yazmaz. Yazmadığını iddia
eder, yazmamaya çalışır. Yazdığının etrafından dolaşır, dışarıdan bakmaya
çalışır. Ama ne yaparsa yapsın yazdığına bir şekilde dahil olma arzusundan
yakasını kolay kurtaramaz. Elbette metne dahil olmak olay örgüsüyle,
karakterlerle filan olacak değil. Metne dahil olmanın bin türlü yolu vardır. Öykü
yazarı öyküsünün umulmadık bir yerinden okuruna göz kırpar.
Aysun Kara
Öyküdeki ben anlatıcı, okur olarak bizi bazen öylesine etkiler ki, onu
yazar sanırız. Metnin kurmaca olduğunu bile bile bu tongaya basarız. Sanırım bu
hoşumuza gider. Yazardan parçalar aramak okurun işidir. Öykünün içine
kendinden, yaşadıklarından ya da hayatından ufak parçalar yerleştirmekse
yazarın. Bu demek değildir ki, anlatılan yazarın hikâyesidir. Hayır, anlatılan
senin hikâyendir ey okur. En sevdiğim şekilde ifade edecek olursam;
Flaubert’in, “Madam Bovary kim?” diye soranlara, “Madam Bovary benim,” demesi
gibi, Madam Bovary yazardır. Öte yandan muhtemeldir ki, Flaubert bu sözü arkası
kesilmeyen sorulardan bunalarak kahramanını korumak için söylemiştir. Yani
aslında Madam Bovary; yazardır, yan komşudur, sokaktaki fahişedir, evde
beslenen kedidir, herkestir, hiç kimsedir. Kedi ne alaka demeyin; kedinin
kaprisleri, sokuluşu sonra birden tırnaklarını çıkartması bile yazarı etkileyip
kahramanına ilham olabilir. Öyküde ben bazen de okurdur. Bu daha çok,
sevdiğimiz ve kendimizden şeyler bulduğumuz metinlerde olur; hiç görmediğiniz,
irtibatınızın bulunmadığı belki de dünyanın bir ucunda elli yıl önce ölmüş olan
yazar sizi – okuru anlatmıştır. Hımmm, yazarken benim kafam karıştı, okurken
siz nasıl anlayacaksınız, diye düşünüyorum ama maalesef bu işin formülü bu:
Öyküdeki ben, herkes ve hiç kimsedir… buna yazar da okur da dahildir, hatta
kedi de… özellikle de kedi. ;)
Mehmet Fırat Pürselim
Hepsinde değil belki ama son çıkan öykülere baktığımızda konuşan kişinin
karakter olmadığını, o metni yazan yazar olduğunu görmekteyiz. Soruya buradan
baktığımızda öykücü metnin tam ortasında duruyor. Hatta metnin içine batmış,
çıkamıyor da. Çıkmak istediğine dair elimizde bulgu da yok. Oysa edebiyat
tarihi bize göstermiştir ki kendisi ile metin arasına mesafe koyan yazarlar
başarılı eserler vermiştir. Hatta James Joyce üstadımız gibi söyleyecek olursak
yazan kişi bir köşede tırnağını kesmeli. Metnin içine girmemeli.
Birinci tekille yazılan metinler yazara aitmiş gibi algılanması bizim
edebiyat düzeyimizle ilgili. Bu algıyı oluşturan etmenlerin önemli bir yerinde
de yazarın kendisi duruyor. Günümüz yazarları anlatmayı seviyor. Sürekli
anlatıyorlar. Bu uzun anlatımların kaynağı kendi hayatları. Peki yazarın kendi
hayatını anlatmasında ne sakınca var? Birincisi kendi hayatı anlatılacak kadar
çekici değil, beni ilgilendirmiyor. İkincisi kendi hayatına davet ettiği beni,
metnin içine nasıl çektiği, yani nasıl anlattığı? Metni bana hissettirmesi
lazım. Bir metnin hissettirilebilmesi için illa ki yaşanmasına gerek yok, onun
iyi bir dil ve kurguya gereksinimi var.
Kendi metinlerimde herkesin olabileceği kadar varım. Çok küçük. Hatta hiç olmamaya çalışmak en güzeli. Ama bir duygu, bir düşünce, bir hareket, geçmişte yaşanan bir olay, ister istemez metne sızıyor. Bu sızıntıyı en küçük seviyede tutmak bence ideal olanıdır. Çünkü kendimizden uzaklaştıkça sağlam metinler yazabiliriz. Kendimizden uzaklaşmak, hayattan uzaklaşmak demek değil, sakın ola yanlış anlaşılmasın.
Kendi metinlerimde herkesin olabileceği kadar varım. Çok küçük. Hatta hiç olmamaya çalışmak en güzeli. Ama bir duygu, bir düşünce, bir hareket, geçmişte yaşanan bir olay, ister istemez metne sızıyor. Bu sızıntıyı en küçük seviyede tutmak bence ideal olanıdır. Çünkü kendimizden uzaklaştıkça sağlam metinler yazabiliriz. Kendimizden uzaklaşmak, hayattan uzaklaşmak demek değil, sakın ola yanlış anlaşılmasın.
Murat Darılmaz
Soruyu, belirleyici
olduğunu düşündüğüm unsurlardan birine değinerek yanıtlamak istiyorum; bakış
açısına.
Hepimizin bildiği
gibi, yazarın bakış açısına uygun anlatı evrenini en kapsayıcı şekilde
aktarabilecek ‘kişi’, anlatıcı olarak seçilir. Kimi zaman konu, birden fazla
anlatıcıyla kuşatılabilecek denli katlıdır. Kimi zamansa, kurgu içinde kurgu
üzerine düşünerek meta dil yapılandıracak, fazladan bir anlatıcı aranır. Bana
göre bakış açısı, tüm unsurlar içinde en önemli olanıdır. Öykünün
anlatıcılarını her şeyden çok o belirler.
Öyküde ‘ben’i
görünürleştiren ve okurda gerçeklik duygusunu en sağlam şekilde inşa eden
anlatıcı türünün ‘ben anlatıcı’ olduğunu düşünüyorum. Öykü gerektiriyorsa
(bakış açım uyarınca) onu kullanmaktan kaçınmıyorum. Ancak bu yazın tekniği
oldukça zor. Çünkü yazanın karakterden tümüyle ayrışmasını istiyor.
Ben, okurla aramızda
bir devamlılık ilişkisi bulunduğu inancındayım. Metinlerimi, ‘okura gerçeklikte
eşlik edecek kurmaca’ anlayışının gerilimiyle de üretiyorum. O zaman klasik
‘ben’ anlatıcıyı aşmak, metnimdeki ‘ben’leri çoğaltmak, belki aynı metne tanrı
anlatıcıyı da katmak, hatta metne yazar kimliğimle sızmak zorunda kalıyorum.
İşi biraz zora koşmak oluyor. Bazen yazar olarak metindeki varlığım
tartışılıyor. Okur açısından anlaşılırlık da azalıyor. Neyse ki meraklı okur,
öyküyü birkaç defa okumaktan, onu tüm katlarıyla kuşatmaktan kaçınmıyor. Çok
zevkli! Elbette bakış açısı, tüm bu biçimsel arayışları belirleyen ana unsur
olarak kalmaya devam ediyor.
Reyhan Yıldırım
Öyküde konuşan, o metnin karakteriyle beraber atmosferi, dili ve ritmidir. Bazen öykü yazarın uzantısı olarak görülür ki "ben" anlatıcının da bunda etkisi vardır, bazen yazar da kendini öyle görür. Ancak metnin mesaj iletme aracı olarak kullanılmasını tercih etmediğimden, öykücünün metnin önüne geçmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kurmaca sanatı, kendimizden bir başkası gibi ve başkalarından kendimiz gibi bahsedebilme yeteneğiyse, öyküdeki "ben" farklı bakış açılarını, bu bakış açılarına tepkileri, bıraktığı izleri ve duyguları, yazar-anlatıcı-karakter-okur karması olarak içerebilir.
Suzan Bilgen Özgün
Öyküdeki "Ben" ile bendeki öykü yan yana, karşı karşıyadır. (Burada paralel demekten imtina ettim.)
Kimi zaman "Anlatıcı" çeşitli kılıklara bürünür. Anlatıcı ben olur, sen olur, o olur, ama hep "ben"dir aslında.
Anlatıcı metnin kalbine tesir eder, ama her zaman metnin dışında bir yere oturur. Bir yoğun bakım ünitesi misali kablo ve hortumlarla yaşam verir. Lezzetli metinlerde bize bu tıbbi gereçleri göstermez anlatıcı.
Türker Ayyıldız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder