Nasıl Yazar/Şair Oldum...
Fotoğraf: Zeynep Kavalcı
Selden sonrası
Soruya takıldım.
Gerçekten yazar olup olmadığıma zamanın karar vereceğini biliyorum; yazar
sayılmanın yarına kalmakla ilgisi var. Bugünde yazanlardan biri olarak, bu
soruyu erken buluyorum. Kendi adıma, şimdiki zaman kipiyle yazarlığı yan yana
koymayacağım. Bir durumu hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak kesinlikte
ifade etme özelliği taşıyan bir dile sahip Antik Latin dünyasında, birinin
öldüğünü bildirmek için “vixit” fiili kullanılırdı; “yaşadı” anlamında. Gün
gelip aynı kesinlikle “yazdı” denecek olursa, ne mutlu bana...
Yazarlığı
sonradan teslim edilen birçok isme bakılırsa, bugünden başlayan bir kabulün
yetersiz olduğu, ama yazılanların yarına kalması için bir kaydın gerekliliği
açık. Günümüzde en geçerli medya, basılı kitaplar. Tam bu noktada, hayatı boyunca yazdığı halde basılı tek
kitabı olmayan yazarları düşünüyorum. Yapısı, eğilimleri, duyarlılığı, dil ve
ifade gücüyle tam bir yazar olup tek kitabı basılmamış olanları... Bunun
yanında, birçok kitabı basılmış “yazan kişi”leri... Yazdıkları, rastlantılara
bağlı olarak insanlık mirasına katılanları... 1924’te öldüğünde basılmış
yapıtları ancak küçük bir kitap eden ve pek tanınmayan Kafka’yı mesela... Ya
Kafka’nın işgüzar dostu Max Brod olmasaydı? Kafka’sız bir dünya edebiyatı nasıl
da eksik kalırdı! Demek aralarında adalet de olmak üzere hem birçok koşula
bağlı, hem bunca rastlantısal bir sıfat üzerine konuşuyoruz. Sel geçip
gittiğinde geriye kalan kum taneleri üzerine...
Yazarlığı ne
azımsıyor ne kutsuyorum; yazınsal kalıta şükran duyuyor, ona saygıyı ve
liyakati önemsiyorum. Bu yoldadır çabam.
Yaradılış olarak
yalnızlığa yatkınım ve hatta düşkünüm. İnsansızlıktan söz etmiyorum;
varlıklarından sevinç duyduğum dostlarım, yakınlarım ve şikâyetsiz üstlendiğim
birtakım sorumluluklarım var. İçsel bir yolculuk halini işaret ediyorum; yoksa
içsel bir dinleme hali mi desek, içe bakış mı... Derinde bağımsızlıkla ilgili
olduğunu sandığım bu durum, benim için büyük ihtiyaç. Olur da gün boyu böyle
bir fırsat yakalayamazsam, uykuyu öteleyip en azından birkaç saat düşüncelerimle/duygularımla
kalıyorum. Bakıldığında “dinlenme” gibi görünen fakat hiç de öyle olmayan bu
yüklü süreçte uç veriyor genellikle, ilk filizler.
Yazmak beni
mutlu ediyor, yazarken yanıp kavrulsam da. Güneşin altında yeni bir şey
olmadığını öğreneli çok oldu. Ancak şu koca evrende her insanın özgün bir
prizma olduğu inancıyla, hayat ışığının kendi prizmamda nasıl kırıldığını,
hangi renkleri hangi desenlerle nasıl yansıttığını görmek için yazıyorum. İlk
kitabım basılmadan önce de böyleydi, şimdi de böyle. Hayat akarken her duyarlı
insanın yapabileceği kadar değişmiş olabilirim. Fark, paylaşımın getirdiği
sorumlulukta. Şimdi, yazma ve yazdıklarımı paylaşma hikâyemi anlatabilirim.
Meraklı, inatçı, ketum...
Kitaplı bir evin
en küçük bireyiydim. Günlük gazetelerin karikatürlerini, evimize düzenli olarak
giren Akbaba, Varlık ve Doğan Kardeş dergilerinin merak ettiğim köşelerini esir
aldığım ev halkına okuturdum. Annem, babam ve iki ablamın yılgın yüzlerini
anımsıyorum; pek düşkün olduğum ayrıntılara merakım o yaşlarda başlamış olmalı.
Radyo günlerini
anımsayacak yaştayım. “Arkası Yarın”lar, “Mikrofonda Tiyatro”lar, “Çocuk Saati”
programları edebiyatla bağlarımı pekiştirdi. Akşamları dinleyecek bir şey
yoksa, babam seçtiği bir öyküyü okurdu bizlere ya da devli perili masallarından
birini anlatırdı. Bütün arkadaşlarının okula gittiği bir ortamda, beş yaşında
olduğu halde “ya beni evlendir ya okula gönder” diyerek babasının karşısına
dikilen, misafir öğrenci olarak
kendisini ilkokula yazdırmayı başaran, böylece vaktinden erken okuyan biri
olarak yazmayı da çabuk öğrendim. Anneme, öğretmenime ve bir kediye yazdığım
şiirlerin beğenilmesi, yazmanın iyi bir şey olduğuna inandırdı beni. O zamanlar
herkesin bunu yaptığını sanıyordum; yer içer, güler söyler gibi yazdığını...
Öylesine doğal ve seçeneksiz bir ifade yoluydu sanki, yazmak. Günlük yaşamın
bir parçası olarak yazıyordum. Günlük yaşamın bir parçası olarak okuyordum. Okuma
yolumu büyük ölçüde, tanıdığım ilk entelektüel olan annemin yakın arkadaşı Emel
Teyze çizmiştir. İlk Çehov’ları, Tolstoy’ları, İstrati’leri, Abasıyanık’ları
onun yönlendirmesiyle okudum. Bir gün ona gururla, Cronin’in Nöbetçi Hemşire adlı romanını “bir
oturuşta” bitirdiğimi söylemiştim. O da soğukkanlılıkla “Nöbetçi Hemşire, bir oturuşta bitirilecek bir roman değil” demişti.
Hayatımın dersiydi; özenli okur olmakla böylece tanıştım.
Adım adım
büyüdüm... Büyürken, yazdıklarımı –her anlamda- şifrelemeyi öğrendim. Sadece
kendimin çözebileceği bir alfabeyle tuttum günlüklerimi. Yıllar sonra
kahkahalar arasında okuyacağım birkaç öykü yazdım, tundan tuna saklayarak. Üniversite
yıllarımda şiire yoğunlaşacaktım.
Kazandığım
fakülteye kaydımı yaptırmak için evden çıkacağım sabah, hayat dondu, her şey sokağa
çıkma yasağı sonrasına ertelendi. Kayıt için bula bula 12 Eylül 1980 gününü
bulmuştum! Öğrenciliğim askeri yönetim altında geçecekti. Buna karşın, hayatımın
dönüp dönüp yeniden yaşamak istediğim dönemidir, fakülte yıllarım. Ana dalım
olan Klasik Filoloji yanında felsefe, sosyoloji, psikoloji ve antropoloji
bölümlerinden dersler alıyor, aklımı donatıyordum. Ne şenlik! Şiir yazan çılgın,
serseri bir arkadaşım vardı, Felsefe öğrencisi. Onunla çok vakit geçiriyorduk.
Herkes sevgili olduğumuzu sanıyordu, halbuki ikimizin de sevgilisi yoktu.
Panellere, açık oturumlara, sinemalara, tiyatrolara gidiyor, durmadan şiir
konuşuyorduk. Bir gün Papirüs’e götürdü beni, Cemal Süreya ile tanıştırdı. Kendisine çekine çekine iki karalamamı
gösterdim. “Olacak... Olacak...” demişti tüm nezaketiyle, çekmecesine koyarken.
Papirüs’e bir kez daha gidecek, son sayının zarflanması için Cemal Bey’e yardım
ederken Necati Cumalı, Atilla Özkırımlı, Behzat Ay ile karşılaşacaktım. Beni
tanıştırırken “şiir yazıyor” dediği için Cemal Bey’e borçlu duyarım kendimi. O
yıllarda öğrenci kahvelerinde şiirlerimi paylaştığım arkadaşlar, ki birkaçı
günümüz şairlerinden, “senin şiirinde
öykü var” diyorlardı. Öyküye döndüm, ama bugün de öykümde şiir olduğunu
duyuyorum sıkça. Yine de nihai adresimin öykü olduğunu derinden hissediyor,
başka bir dala atlamayacağımı biliyorum.
Yıllar,
yıllar... Koca bir hayat geçti yazdıklarımla ben arasından. Öğrencilik, iş
hayatı, aşklar, ayrılıklar, yenilgiler, zaferler... Gün gelip kendime
baktığımda, seçtiğim sözcüklerin hayat boyu yanımda yürüdüğünü gördüm ve bu
sessiz yoldaşlara gönülden borçlandım.
Silkelenme anları
Hep yazıyordum
ya, yayımlatmak için bir çabam yoktu. Belki mesleğim gereği yazdıklarımın
yayımlanıyor oluşunun etkisi... Dergi yazıları, tv programları, tanıtım
filmleri... Ama öykülerim de vardı ve neredeyse kırk beşime gelmiştim. Ortanca
kardeşim günün birinde sabrı taşmış olarak çok fena silkeledi beni “daha ne
duruyorsun” diyerek. Bir “kadın
öyküleri” yarışmasından söz ediyordu. O yarışmaya katıldım, o yarışmaya nasıl
katılacağımı anlamak için araştırma yaparken duyurusuna rastladığım bir başka
yarışmaya daha katıldım. Böylece üç ay arayla iki derecem oldu. Ödül
törenlerinden biri (KASAİD 2006, Ankara) doğum günüme rastlamıştı. Bunu uğur
saydım. Diğer ödül ise (Özgür Pencere 2005, Adana) bugün hâlâ hayatımda olan
bazı arkadaşlarımla tanışmamın ve bunlar arasında sevgili Aydın Şimşek de
olduğu için ilk kitabımın yolunu açtı. Biri forumda, diğeri yüz yüze iki
atölyesine katıldığım Aydın Hoca, “artık bu atölyeden kanatlanıp uçmanın zamanıdır”
diye beni silkeleyince, çekmecedeki öykülerime çeki düzen verip Tin Kovuğu dosyasını hazırladım.
Forumda
tanıştığım arkadaşlarımdan biri Reyhan Yıldırım’dı. Onunla sevgili Salih
Bolat’ın yönettiği bir seminerde yakınlaşmıştık. Reyhan benden genç, fakat aynı
lisede, aynı edebiyat öğretmeninde okumuşuz. Acep bu terbiye miydi, bizi
edebiyata aynı özenle yaklaştıran? Her neyse, benzer yaklaşımda okurlar olarak
birlikte bir şeyler yapmaya karar verdik ve “Öykülü Perşembe” etkinlikleri
doğdu. Bu etkinlikler, çevre ve gelişim anlamında bizi zenginleştirdi. Birçok
başka etkinlikler için katkılara dönüştü. Yolun devamı için Reyhan dostumun bu
dizideki yazısı okunabilir; çünkü yolculuğun bu kısmını birlikte yaptık. Bu
sürecin sonunda ilk kitaplarımız Kanguru Yayınları’ndan çıktı.
Tin Kovuğu basıldığında, Ayla Kutlu’ya kitabımdan
gönderdim. Öykülü Perşembe’ye davet etmek üzere kendisiyle bir kez karşılaşmıştım.
Etkinliğimize gelememişti ama bağımız kopmamıştı, arada yazışıyorduk. Bir süre
sonra Ayla Hanım telefonla arayarak kitabım hakkındaki düşüncelerini dile
getirdi. Hem beğenileri, hem eleştirileri vardı. O uzun sohbetimizi hiç
unutmuyorum. Sonra araya hayat girdi, koptuk. Yıllar geçti. Kendisinin haberi
yok ama yeniden buluşmamıza Hülya Soyşekerci vesile oldu. Sevgili Hülya, Akköy
dergisinin editörlüğünü üstlendiği bir sayısı için benden bir öykü istemişti.
“Lekenler, Patenler” adlı öykümü gönderdim. Dergiyi okuyan Ayla Hanım, bana bir
mektup yazarak beğenisini dile getirdi. O mektubu çok geç aldım; mail adresim
değişmişti ve mektup Reyhan aracılığıyla beni bulana kadar –yine- doğum günüm
gelmişti! O mektup, ikinci kitabımın yolunu açan Bilgi Yayınevi ile buluşturdu
beni. Tam da bir sonraki doğum günümde -yine!-, sevgili editörüm Biray Üstüner
eliyle akşam vakti ulaştırılan bir koliden, Ömrün
Yazı çıktı.
2012 doğumlu Ömrün Yazı, 2013’te, Dil Derneği’nin düzenlediği
Ömer Asım Aksoy Ödülü’ne değer görüldü. Onu 2015’te Keşiş Örümceği izledi. Bu iki kitap arasında “Yüzyılın Masalcısı”
adlı öyküme verilen “Homeros Kısa Öykü Ödülü”nü de 2012’de hayatıma katılan
sevinçlerden biri olarak anmalıyım.
Bu arada hiç
aklımdan geçmezken, birkaç seçkisine katkı verdiğim YKY aracılığıyla, çocuk
yazını da gündemime girdi. Yıllar önce yazdığım Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası adlı masalım, YKY’nin “Daha Güzel
Bir Dünya İçin” dizisine uygun düşünce, basıldı. Sevgili Filiz Özdem’in yetişen
kuşaklara karşı aydın sorumluluğumu anımsatarak beni silkelemesi sonucu, gerisi
de geldi. Çocuk okurların vefasını duyarak “yazar”lık yapmak meğer ne güzelmiş!
Şimdilerde,
masallar da biriktiriyorum öykülerin yanında. Öykülü Perşembe’ler için yaptığım
yakın okumalarsa, belki bir gün kitaplaşmak üzere el atmamı bekliyor. Bakalım,
neler getirecek zaman.
Zaman... Son kararı
verecek olan.
Berat Alanyalı
Seni senden okumak sabah güneşinde doğaya merhaba demek gibi.Gün senden ne çok şey bekliyor biz de
YanıtlaSilNe de zevkle okudum, epeydir böyle bir solukta zevkle okuduğum yazı olmamıştı. Siz geleceğe kalırsınız, sevgiler....
YanıtlaSil