1 Ekim 2016 Cumartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (28)


Nasıl Yazar/Şair Oldum...
Fotoğraf: Zeynep Kavalcı


Selden sonrası

Soruya takıldım. Gerçekten yazar olup olmadığıma zamanın karar vereceğini biliyorum; yazar sayılmanın yarına kalmakla ilgisi var. Bugünde yazanlardan biri olarak, bu soruyu erken buluyorum. Kendi adıma, şimdiki zaman kipiyle yazarlığı yan yana koymayacağım. Bir durumu hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak kesinlikte ifade etme özelliği taşıyan bir dile sahip Antik Latin dünyasında, birinin öldüğünü bildirmek için “vixit” fiili kullanılırdı; “yaşadı” anlamında. Gün gelip aynı kesinlikle “yazdı” denecek olursa, ne mutlu bana...



Yazarlığı sonradan teslim edilen birçok isme bakılırsa, bugünden başlayan bir kabulün yetersiz olduğu, ama yazılanların yarına kalması için bir kaydın gerekliliği açık. Günümüzde en geçerli medya, basılı kitaplar. Tam bu noktada,  hayatı boyunca yazdığı halde basılı tek kitabı olmayan yazarları düşünüyorum. Yapısı, eğilimleri, duyarlılığı, dil ve ifade gücüyle tam bir yazar olup tek kitabı basılmamış olanları... Bunun yanında, birçok kitabı basılmış “yazan kişi”leri... Yazdıkları, rastlantılara bağlı olarak insanlık mirasına katılanları... 1924’te öldüğünde basılmış yapıtları ancak küçük bir kitap eden ve pek tanınmayan Kafka’yı mesela... Ya Kafka’nın işgüzar dostu Max Brod olmasaydı? Kafka’sız bir dünya edebiyatı nasıl da eksik kalırdı! Demek aralarında adalet de olmak üzere hem birçok koşula bağlı, hem bunca rastlantısal bir sıfat üzerine konuşuyoruz. Sel geçip gittiğinde geriye kalan kum taneleri üzerine...



Yazarlığı ne azımsıyor ne kutsuyorum; yazınsal kalıta şükran duyuyor, ona saygıyı ve liyakati önemsiyorum.  Bu yoldadır çabam.



Yaradılış olarak yalnızlığa yatkınım ve hatta düşkünüm. İnsansızlıktan söz etmiyorum; varlıklarından sevinç duyduğum dostlarım, yakınlarım ve şikâyetsiz üstlendiğim birtakım sorumluluklarım var. İçsel bir yolculuk halini işaret ediyorum; yoksa içsel bir dinleme hali mi desek, içe bakış mı... Derinde bağımsızlıkla ilgili olduğunu sandığım bu durum, benim için büyük ihtiyaç. Olur da gün boyu böyle bir fırsat yakalayamazsam, uykuyu öteleyip en azından birkaç saat düşüncelerimle/duygularımla kalıyorum. Bakıldığında “dinlenme” gibi görünen fakat hiç de öyle olmayan bu yüklü süreçte uç veriyor genellikle, ilk filizler.



Yazmak beni mutlu ediyor, yazarken yanıp kavrulsam da. Güneşin altında yeni bir şey olmadığını öğreneli çok oldu. Ancak şu koca evrende her insanın özgün bir prizma olduğu inancıyla, hayat ışığının kendi prizmamda nasıl kırıldığını, hangi renkleri hangi desenlerle nasıl yansıttığını görmek için yazıyorum. İlk kitabım basılmadan önce de böyleydi, şimdi de böyle. Hayat akarken her duyarlı insanın yapabileceği kadar değişmiş olabilirim. Fark, paylaşımın getirdiği sorumlulukta. Şimdi, yazma ve yazdıklarımı paylaşma hikâyemi anlatabilirim.



Meraklı, inatçı, ketum...


Kitaplı bir evin en küçük bireyiydim. Günlük gazetelerin karikatürlerini, evimize düzenli olarak giren Akbaba, Varlık ve Doğan Kardeş dergilerinin merak ettiğim köşelerini esir aldığım ev halkına okuturdum. Annem, babam ve iki ablamın yılgın yüzlerini anımsıyorum; pek düşkün olduğum ayrıntılara merakım o yaşlarda başlamış olmalı.



Radyo günlerini anımsayacak yaştayım. “Arkası Yarın”lar, “Mikrofonda Tiyatro”lar, “Çocuk Saati” programları edebiyatla bağlarımı pekiştirdi. Akşamları dinleyecek bir şey yoksa, babam seçtiği bir öyküyü okurdu bizlere ya da devli perili masallarından birini anlatırdı. Bütün arkadaşlarının okula gittiği bir ortamda, beş yaşında olduğu halde “ya beni evlendir ya okula gönder” diyerek babasının karşısına dikilen,  misafir öğrenci olarak kendisini ilkokula yazdırmayı başaran, böylece vaktinden erken okuyan biri olarak yazmayı da çabuk öğrendim. Anneme, öğretmenime ve bir kediye yazdığım şiirlerin beğenilmesi, yazmanın iyi bir şey olduğuna inandırdı beni. O zamanlar herkesin bunu yaptığını sanıyordum; yer içer, güler söyler gibi yazdığını... Öylesine doğal ve seçeneksiz bir ifade yoluydu sanki, yazmak. Günlük yaşamın bir parçası olarak yazıyordum. Günlük yaşamın bir parçası olarak okuyordum. Okuma yolumu büyük ölçüde, tanıdığım ilk entelektüel olan annemin yakın arkadaşı Emel Teyze çizmiştir. İlk Çehov’ları, Tolstoy’ları, İstrati’leri, Abasıyanık’ları onun yönlendirmesiyle okudum. Bir gün ona gururla, Cronin’in Nöbetçi Hemşire adlı romanını “bir oturuşta” bitirdiğimi söylemiştim. O da soğukkanlılıkla “Nöbetçi Hemşire, bir oturuşta bitirilecek bir roman değil” demişti. Hayatımın dersiydi; özenli okur olmakla böylece tanıştım.



Adım adım büyüdüm... Büyürken, yazdıklarımı –her anlamda- şifrelemeyi öğrendim. Sadece kendimin çözebileceği bir alfabeyle tuttum günlüklerimi. Yıllar sonra kahkahalar arasında okuyacağım birkaç öykü yazdım, tundan tuna saklayarak. Üniversite yıllarımda şiire yoğunlaşacaktım.




Kazandığım fakülteye kaydımı yaptırmak için evden çıkacağım sabah, hayat dondu, her şey sokağa çıkma yasağı sonrasına ertelendi. Kayıt için bula bula 12 Eylül 1980 gününü bulmuştum! Öğrenciliğim askeri yönetim altında geçecekti. Buna karşın, hayatımın dönüp dönüp yeniden yaşamak istediğim dönemidir, fakülte yıllarım. Ana dalım olan Klasik Filoloji yanında felsefe, sosyoloji, psikoloji ve antropoloji bölümlerinden dersler alıyor, aklımı donatıyordum. Ne şenlik! Şiir yazan çılgın, serseri bir arkadaşım vardı, Felsefe öğrencisi. Onunla çok vakit geçiriyorduk. Herkes sevgili olduğumuzu sanıyordu, halbuki ikimizin de sevgilisi yoktu. Panellere, açık oturumlara, sinemalara, tiyatrolara gidiyor, durmadan şiir konuşuyorduk. Bir gün Papirüs’e götürdü beni, Cemal Süreya ile tanıştırdı.  Kendisine çekine çekine iki karalamamı gösterdim. “Olacak... Olacak...” demişti tüm nezaketiyle, çekmecesine koyarken. Papirüs’e bir kez daha gidecek, son sayının zarflanması için Cemal Bey’e yardım ederken Necati Cumalı, Atilla Özkırımlı, Behzat Ay ile karşılaşacaktım. Beni tanıştırırken “şiir yazıyor” dediği için Cemal Bey’e borçlu duyarım kendimi. O yıllarda öğrenci kahvelerinde şiirlerimi paylaştığım arkadaşlar, ki birkaçı günümüz şairlerinden, “senin şiirinde öykü var” diyorlardı. Öyküye döndüm, ama bugün de öykümde şiir olduğunu duyuyorum sıkça. Yine de nihai adresimin öykü olduğunu derinden hissediyor, başka bir dala atlamayacağımı biliyorum.



Yıllar, yıllar... Koca bir hayat geçti yazdıklarımla ben arasından. Öğrencilik, iş hayatı, aşklar, ayrılıklar, yenilgiler, zaferler... Gün gelip kendime baktığımda, seçtiğim sözcüklerin hayat boyu yanımda yürüdüğünü gördüm ve bu sessiz yoldaşlara gönülden borçlandım.



Silkelenme anları
Hep yazıyordum ya, yayımlatmak için bir çabam yoktu. Belki mesleğim gereği yazdıklarımın yayımlanıyor oluşunun etkisi... Dergi yazıları, tv programları, tanıtım filmleri... Ama öykülerim de vardı ve neredeyse kırk beşime gelmiştim. Ortanca kardeşim günün birinde sabrı taşmış olarak çok fena silkeledi beni “daha ne duruyorsun” diyerek.  Bir “kadın öyküleri” yarışmasından söz ediyordu. O yarışmaya katıldım, o yarışmaya nasıl katılacağımı anlamak için araştırma yaparken duyurusuna rastladığım bir başka yarışmaya daha katıldım. Böylece üç ay arayla iki derecem oldu. Ödül törenlerinden biri (KASAİD 2006, Ankara) doğum günüme rastlamıştı. Bunu uğur saydım. Diğer ödül ise (Özgür Pencere 2005, Adana) bugün hâlâ hayatımda olan bazı arkadaşlarımla tanışmamın ve bunlar arasında sevgili Aydın Şimşek de olduğu için ilk kitabımın yolunu açtı. Biri forumda, diğeri yüz yüze iki atölyesine katıldığım Aydın Hoca, “artık bu atölyeden kanatlanıp uçmanın zamanıdır” diye beni silkeleyince, çekmecedeki öykülerime çeki düzen verip Tin Kovuğu dosyasını hazırladım.





Forumda tanıştığım arkadaşlarımdan biri Reyhan Yıldırım’dı. Onunla sevgili Salih Bolat’ın yönettiği bir seminerde yakınlaşmıştık. Reyhan benden genç, fakat aynı lisede, aynı edebiyat öğretmeninde okumuşuz. Acep bu terbiye miydi, bizi edebiyata aynı özenle yaklaştıran? Her neyse, benzer yaklaşımda okurlar olarak birlikte bir şeyler yapmaya karar verdik ve “Öykülü Perşembe” etkinlikleri doğdu. Bu etkinlikler, çevre ve gelişim anlamında bizi zenginleştirdi. Birçok başka etkinlikler için katkılara dönüştü. Yolun devamı için Reyhan dostumun bu dizideki yazısı okunabilir; çünkü yolculuğun bu kısmını birlikte yaptık. Bu sürecin sonunda ilk kitaplarımız Kanguru Yayınları’ndan çıktı.



Tin Kovuğu basıldığında, Ayla Kutlu’ya kitabımdan gönderdim. Öykülü Perşembe’ye davet etmek üzere kendisiyle bir kez karşılaşmıştım. Etkinliğimize gelememişti ama bağımız kopmamıştı, arada yazışıyorduk. Bir süre sonra Ayla Hanım telefonla arayarak kitabım hakkındaki düşüncelerini dile getirdi. Hem beğenileri, hem eleştirileri vardı. O uzun sohbetimizi hiç unutmuyorum. Sonra araya hayat girdi, koptuk. Yıllar geçti. Kendisinin haberi yok ama yeniden buluşmamıza Hülya Soyşekerci vesile oldu. Sevgili Hülya, Akköy dergisinin editörlüğünü üstlendiği bir sayısı için benden bir öykü istemişti. “Lekenler, Patenler” adlı öykümü gönderdim. Dergiyi okuyan Ayla Hanım, bana bir mektup yazarak beğenisini dile getirdi. O mektubu çok geç aldım; mail adresim değişmişti ve mektup Reyhan aracılığıyla beni bulana kadar –yine- doğum günüm gelmişti! O mektup, ikinci kitabımın yolunu açan Bilgi Yayınevi ile buluşturdu beni. Tam da bir sonraki doğum günümde -yine!-, sevgili editörüm Biray Üstüner eliyle akşam vakti ulaştırılan bir koliden, Ömrün Yazı çıktı.





2012 doğumlu Ömrün Yazı, 2013’te, Dil Derneği’nin düzenlediği Ömer Asım Aksoy Ödülü’ne değer görüldü. Onu 2015’te Keşiş Örümceği izledi. Bu iki kitap arasında “Yüzyılın Masalcısı” adlı öyküme verilen “Homeros Kısa Öykü Ödülü”nü de 2012’de hayatıma katılan sevinçlerden biri olarak anmalıyım.





Bu arada hiç aklımdan geçmezken, birkaç seçkisine katkı verdiğim YKY aracılığıyla, çocuk yazını da gündemime girdi. Yıllar önce yazdığım Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası adlı masalım, YKY’nin “Daha Güzel Bir Dünya İçin” dizisine uygun düşünce, basıldı. Sevgili Filiz Özdem’in yetişen kuşaklara karşı aydın sorumluluğumu anımsatarak beni silkelemesi sonucu, gerisi de geldi. Çocuk okurların vefasını duyarak “yazar”lık yapmak meğer ne güzelmiş!





Şimdilerde, masallar da biriktiriyorum öykülerin yanında. Öykülü Perşembe’ler için yaptığım yakın okumalarsa, belki bir gün kitaplaşmak üzere el atmamı bekliyor. Bakalım, neler getirecek zaman.

Zaman... Son kararı verecek olan.

Berat Alanyalı

2 yorum:

  1. Seni senden okumak sabah güneşinde doğaya merhaba demek gibi.Gün senden ne çok şey bekliyor biz de

    YanıtlaSil
  2. Ne de zevkle okudum, epeydir böyle bir solukta zevkle okuduğum yazı olmamıştı. Siz geleceğe kalırsınız, sevgiler....

    YanıtlaSil