Küçükken ne şiir ne hatıra defteri,
hiçbir şey yazmıyorum. Üstüne üstlük okula sırf macera olsun diye aynı çanta
aynı defter kitaplarla gidip geliyorum. Okulun hemen arkasında Balçık Tarlası
diye muhteşem eğlenceli bir yer var; çamurlu sular, ördekler, gecekondular,
çingeneler. Sonra eve dönüş yolunda pasaj içinde tuhafiyeci, fırın ve kitap
dergi satan köhne bir dükkân. İşte orası hep yalana yutkuna yanından geçtiğim
bir yer. Killing, Kara Oğlan, Kemalettin Tuğcu, Tina, Yaramaz Beşler, Tommiks,
Teksas… Derken benden yedi yaş büyük ablam sayesinde çok erken yaşta Barbara
Cartlandlara terfi ediyorum… Su içer gibi kitap, dergi, çizgi roman, elimize
yazılı ne geçerse bulursak okuyoruz. Hızımızı alamayıp evdekileri tüketmişsek,
bu kez de komşu kızla bakkal sepeti aracılığıyla kitap değiş tokuşu yapıyoruz.
Babam uzak yol kaptanı, annem sabahtan
akşama dek çalışan bir öğretmen ve biz ablamla özgür anneanne çocuklarıyız. Masanın
altında, dolapların içinde, okuma odasına çevirdiğim boş eşya kutularında
elimde toz şekerli tereyağlı ekmeklerle hep okuyorum. Annemin, “Ders çalışmazsan
pazarda limon satarsın” tehditleri beni hiç mi hiç yıldırmıyor… Yıllar sonra
limon değil ama başka şeyler satıyorum Feriköy Bitpazarı’nda, korkuttukları
gibi hiç değilmiş çok da eğlenceli…
Babam denizde karada hiç durmadan
polisiye kitaplar okuyup daktilosuyla Akba yayınları için Türkçeye çeviriler
yapıyor. Erle Stanley Gardner, Charles Williams, John D. Mcdonald, Mike Hammer…
Yaşım için pek uygun olmasa da hepsini bir solukta okuyorum. Daktilo sesleriyle
uyuyup daktilo sesleriyle uyanıyorum. Daktilo şeridi değiştirmek, harflerin
tıkanıklığını temizlemek, ruloya kâğıt yerleştirmek en sevdiğim işlerden.
Daktiloda yazmak hoşuma gidiyor ama bütünüyle anlam ifade etmeyen harf
zincirleri benimkiler. Belki de kafamda bir hikâye var ama cümlelere dökersem
büyü bozulacak. Çevremde İngilizce, Fransızca, Türkçe sözlükler, kitaplar,
kâğıtlar ve ağzında piposu devamlı yazan bir adam. Tak tak taka tak.
Annemin çalıştığı tarihi okul beş
yaşından sonra benim oyun alanım oluyor. Türkiye’nin ilk Amerikan destekli
proje yuvası burada kurulmuş. Resim tahtaları, oyun hamurları, pastel boyalar,
parlak okuma kitapları her şey ambalajından yeni çıkarılmış pırıl pırıl.
Tiyatro, ront yapıyoruz, şiir okuyoruz, öğlen yemeklerinde pirzola yiyoruz, Amerikalı
yuva müdürümüz bize anlamadığımız kitaplar okuyor. Yuva bitip de annemin yanına
yukarı katlara çıktığımda, bu kez tebeşirler, cetveller, not defterleri, içi
başka hazinelerle dolu tahta dolaplar, beni şımartan kız öğrencilerle
birlikteyim.
Evimiz, annemin çalıştığı okul,
babamın gemilerini demirlediği liman, Akba Yayınevi; Şişli, Beyoğlu, Karaköy
benim üçgenim. Akbank çocuk tiyatrosu, çizgi filmler, sinemalar, kitapçılar
neler yok ki burada… Genco Erkal, Kenterler, Gazanfer Özcan, devlet
tiyatrolarında Vişne Bahçesi, Kafkas Tebeşir Dairesi, Üç Kız Kardeş, Lüküs
Hayat, Asiye Nasıl Kurtulur… Her birini en az ikişer üçer kez seyrediyorum. Sinema
başka bir tutku babam, ben ve ablam için...
Avusturya Orta Okuluna başlamamla
birlikte ezber dönemim başlıyor. Kelimeler, artikeller, fiil çekimleri, anlamadığın
paragraflar, şiirler. Erich Kaestner’in
Emil ve Dedektifler’i, Türkçeye yıllar sonra Küçük Hafiyeler olarak çevrildi,
âşık olduğum ilk Almanca roman. Müllbauer Alman Kitabevi’ne girince bütün çocuk
kitaplarını satın almak istiyorum ama en incelerine bile harçlığım yetmiyor.
Çok para kazanıp bir gün istediğim bütün kitapları alacağıma söz veriyorum
kendime.
Şimdi yine aynı kitapevine gidiyorum ama
Almanca kitaplar hâlâ çok pahalı geliyor. Ancak yeni açılan kafesinde bir kahve
içip kitapların sayfalarını çevirip nefsimi köreltiyorum.
İki uçlarda dolaşıyorum hep. Bir
taraftan Hesse, Frisch, Lenz, Zweig,
Storm, Keller, klasikler… Okuyor, edebiyat sunumları hazırlıyor diğer taraftan
cep fotoroman, Gırgır ve Fırtları yalayıp yutuyorum. Tarih, coğrafya gibi Türkçe
ders kitaplarımın içlerini karikatürlerle bezemeye başlıyorum. Basri,
Hüdaverdi, En Kahraman Rıdvan… Kendi karakterlerim. Sınıfta, okul yolunda
yaşadıklarımız… Arkadaşlarım bayılıyor bunlara. Yavaş yavaş konuşma balonları
da ekliyorum. Hatta tarihi ve edebi karakterleri saçma sapan kafiyelerle
konuşturmakta üstüme yok artık. Ders
yılı bitiminde kitaplarım açık arttırmaya çıkacak duruma geliyor. Sorarsanız bugün
bir tanesi bile kalmamış bende! Ama sanat eseri, el yazması kitaplarım yıllar
sonra bile sınıf arkadaşlarımın dilinde. Edebiyattan kusacak hale geldiğimiz
için lisede sınıf olarak fen bölümüne geçiyoruz.
Üniversite sınavı mı! Dershane mi!
Kalsın derken… İlk yıl İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünü kazanıyorum.
Babam artık hayatta olmadığı için, annem arkeolog olup sakallı adamlarla dağ
tepe dolaşmamı istemiyor. İkinci yıl Boğaziçi Üniversitesi İngilizce
öğretmenliği bölümüne kaydımı yaptırmaya gittiğim gün dağcılık kulübüne üye
olup sonraki beş yıl boyunca sakallı adamlarla takılıp Türkiye’nin en ücra
köşelerini dağ tepe dolaşıyorum.
Kitaplar yine elimde. 1984, Çavdar
Tarlasında Çocuklar, Latife Tekin, Yaşar
Kemal, ne bulursam artık… “Daktilolu Kız” olduğum için, kulüp faaliyet
raporlarını ben yazmaya başlıyorum. Diğer klasik raporlardan farklı; ironik,
hikâyesel, akılda kalıcı metinler. Kulüp başkanı arkadaşım, “sen yazmalısın”
diyerek ilk kehaneti söze döküyor.
Sen misin ders çalışmayan, öğretmenleri
çenenle bezdiren! Bir özel okulda İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başlıyorum.
Bu kez öğrencilerle birlikte İnci, Sineklerin Tanrısı, Bebek Evi, Hindistan’a
Bir Geçit, On İki Kızgın Adam, Amerikan ve İngiliz edebiyatından öyküler,
şiirler, tiyatrolar okuyup, metinleri didik didik inceliyoruz. Öğrencilerle edebiyat dersleri çok güzel ama
disiplin kuralları, ders planları, bitmeyen toplantılar hiç bana göre değil.
Kızım da bu yıllarda doğuyor, okul öğretmenliğine elveda diyorum.
Sonraki yirmi yılımı kah çocukları
İngiltere’deki yaz okullarına götürmekle kah eşimle birlikte bir baskı evi
işletmekle geçiriyorum. İngiltere kitapçıları, bitpazarları kızımla benim için
bir hazine sandığı. Ne kadar çocuk kitabı bulursak bavullarla doldurup eve
taşıyıp birlikte okuyoruz. On yıl boyunca her yazımı çocukları dil okullarına
götürerek, onlar okuldayken kafelerde, kütüphanelerde kitap okuyarak,
bitpazarlarını dolaşarak geçiriyorum.
Benzer bir rüyayı görüyorum hep.
Çalmasını hiç bilmediğim ve beceremediğim keman, gitar gibi şeyleri rüyamda
rahatlıkla çalar görüyorum kendimi. Veya çok yükseklere zıplayabilen bir yüksek
atlamacıyım. Çok hızlı koşabilen bir atlet. Uyandığımda gizli yeteneğim ne
acaba diye merak ediyorum. Şimdiye kadar
denemediğim ne olabilir?
Ben o anda farkında olmasam bile,
Christine Nöstlinger’in Konserve Kutusundan Çıkan Çocuk Konrad kitabıyla Beyazıt
Kitapçılar Çarşısı’nda bir yer tezgâhında karşılaşmam yazmaya doğru götürecek
beni. 1993 baskısı, Düzlem yayınları. Sakine Eruz çevirisi. Zehra İpşiroğlu’nun
detaylı bir yazısıyla; hem ana babalar hem çocuklar için. “Ben böyle bir kitap
yazmak istiyorum.” Tek düşündüğüm bu. Yazara da romana da âşık oluyorum.
Christine Nöstlinger’le yıllar sonra yollarımızın farklı yerlerde
kesişeceğinden haberim yok daha…
Baskı evimizde kartvizit, antetli
kağıt, fatura gibi şeylerin son okumalarını yapmak, hata bulmak, düzeltmek
dikkatimi keskinleştiriyor. Nermin Bezmen, Adalet Ağaoğlu, Can Göknil ve daha
bir sürü tanınmış yazarın taslak kitaplarını veya başka malzemelerini
hazırlıyoruz. Kitaplaşmamış metinleri çıplak halleriyle görmek beni
heyecanlandırıyor. Adalet Ağaoğlu’na yine işlerini teslime götürdüğüm bir gün
zile basmadan önce kapısında durup kendime soruyorum. Ben de bir şeyler
yazabilir miyim? Kapının sağındaki saksıda dev bir kaktüs. Gizlice bir dalını
kırıp cebime atıyorum. Evde yaşatabilirsem ben de belki yazabilirim…
Sonra bir gün en yakın arkadaşım bana
birinden ve bir projeden bahsediyor. Ve hayatım değişiyor! Yeşim Cimcoz ilk
defa yazmak isteyen insanları; her ay İstanbul’un farklı bir semtinde
toplayacak ve hep birlikte gezerek, gözlemleyerek yazacağız. Aynı günlerde
Boğaziçi Üniversitesi mezunlar derneğinde Murat Gülsoy atölyesine başlıyorum.
Ve her şey kontrolden çıkıyor! Her şeyi, her yere, durmadan yazmaya başlıyorum.
Artık müşterilere kestiğim faturaların üstünde bile öyküler var. İstanbul’da ne
kadar atölye varsa katılıp notlar alıyorum, sevdiklerimi sevmedikleri
yazıyorum. Ben eğitmen olsam neler yaparım sorusu dolaşıyor hep kafamda…
Yeşim Cimcoz, yazı evini kurmaya karar
veriyor. Ben ve eşim baskı evini gençlere devrediyoruz. Artık özgürüm! Hem
yazıyor hem yazı evi için farklı programlar hazırlıyorum. Bu arada yayınevi
sahibi bir arkadaşımdan gelen bir teklif üzerine ilk hayalet yazarlık deneyimim
gerçekleşiyor. Sonra dağcılık, kişisel gelişim, nehir söyleşi, biyografi,
özyaşam öyküsü gibi konularda birçok kitap yazıyorum müşterilerimle birlikte.
Hayalet Yazarlık bir meslek ve yazmayı sevenlere bir destek olabilir
düşüncesiyle Yeşim Cimcoz’la bundan üç yıl önce ilk hayalet yazarlık atölyesini
Türkiye’de gerçekleştiriyoruz. Gençlerle,
çocuklarla müzelerde ve okullarda öykü ve yazmak üzerine atölyeler düzenliyorum.
Dünyayı geziyorum. Okuyorum. Çiziyorum. Fotoğraf çekiyorum. Yazmak isteyen, yazmayı
deneyen herkese cesaret veriyorum.
Yazdıklarım bekliyor, çoğalıyor,
değişiyor ve yazar ustalarım, dostlarım sayesinde yolum Günışığı Kitaplığı
Müren Beykan ile kesişiyor. Ayasofya Konuştu, Sırlar Yolu kitaplaşmış projeler.
Ama cepte neler yok ki… Öykülerim mi? Onların da sırası gelecek bir gün…
Durmak yok! Her gün yeni bir umut yeni
bir oluşum…
Nasıl yazar oldun diye sorarsanız
bana; her şey hem şans hem de hiç değil derim…
Füsun Çetinel
İlgiyle okudum sevgili Füsun.
YanıtlaSilRengarenk ve hareket dolu bir çocukluktan sonra olabilecekleri kim bilebilir ki. Harika. Okuduğum çoğu sıkıcı biyografiye hiç benzemeyen, akide şekeri tadında bir hikaye bu. Seni tanıdğım için çok mutluyum sevgili Füsun.
YanıtlaSil