Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim.
Öykü ne değildir?
Ursula K. Leguin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar isimli
eserinde (Metis, sa: 63-64) yazarın; salıverilmiş ego parçalarından ibaret
belagatli mesajlarla, birikmiş zehirlerini akıtmak için okurunu çöp tenekesi
olarak kullanamayacağından söz ediyor. Elbette,
burada ifade edilen sadece öykü değil, bütün edebiyat eserleri için geçerli bir
kaygıdan söz ediyoruz ve ben bunu etik bir problem olarak çok önemsiyorum. Öykünün
ne olup ne olmadığına dair birçok düşünce öne sürülebilir ancak bana göre
bunların hepsinden önce; öykü, yazarın içini boşaltmak için okuyucuyu bencilce
alet ettiği bir mecra olmamalı.
Edebiyat
üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç
dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğum tek bir şiirden söz etmek
benim için imkânsız. Ancak soruyu okuduğumda ilk aklıma düşen
şiiri paylaşabilirim.
EKMEK VE YILDIZLAR
Ekmek dizimde
Yıldızlar tâ uzakta
Ekmek yiyorum yıldızlara bakarak
Öyle dalmışım ki sormayın
Bazan şaşırıp ekmek yerine
Yıldız yiyorum
Oktay Rifat
Biz yazan ya da genel olarak sanatla uğraşan insanlar galiba yıldız
yiyoruz. Yıldız benim için uzakları, dışımda-ötemde olanları, bilinmeyen
dünyaları, ötekileri, hayalleri ve rüyaları temsil ediyor. Yazmak için gündelik
Olanın dışına çıkmamız gerekiyor. Bir yandan ekmek peşinde koşarız, bir
yandan da yıldızlara bakarak sanat yaparız. Yaşam bizden zorunlu olarak
her ikisini de talep eder. Belki ekmek derdi olmasa yıldızlar da olmazdı çünkü
sanat insanın zorluklarla başa çıkmak için ortaya koyduğu insanca, insana has
bir edimdir. Öte yandan, ekmek ve yıldızları bir metafor olarak, gerçeklik ile
düş ikiliği çerçevesinde düşündüğümde yaşadığım zihinsel çağrışım beni
Nietzche'nin Tragedya'nın Doğuşu isimli eserinde ele aldığı Apollon/Dionysos
ilişkisine götürüyor. Dionysos şarap tanrısıdır ve düşleri, hayalleri, esrimeyi,
kendinden geçmeyi, kendi "ben"inin dışına çıkmayı, bireyliği terk etmeyi temsil
eder. Dionysıs ayinleri sırasında hakikat ile hemhâl oluruz ancak bu hakikat başa
çıkabileceğimiz bir hakikat değildir. Bunu başarmak hakikate bakabilmek için onu
duyulur bir sanat formuna kavuşturmak gerekir. Bu da müziğin, sanatın, şiirin
tanrısı Apollon'a düşer. Apollon bize güzeli, uyumu, ölçüyü verir. Özetle, şiirin tözü
Dionysos ise onu haz veren, dayanılır kılan bir sanatsal forma kavuşturan
Apollon'dur.
Atmosfer,
bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Bu soruya Aslı
Erdoğan’ın Taş Bina ve Diğerleri
isimli öykü kitabındaki Mahpus isimli
öyküden bir örnekle yanıt vermek istiyorum.
“Oradan buradan,
tanıdıklardan, ikinci el dükkânlardan toparladığı, hor kullanılmış eşyalarla
dolu oda, hırkaların, battaniyelerin, tomar tomar gazetelerin altında güçlükle
soluk alıyordu.” (Aslı Erdoğan, Taş Bina ve Diğerleri, Mahpus, sa:41, Everest Yayınları)
Burada hor
kullanılmış olan kimdir, güçlükle soluk alan kimdir? Bana öykü kişisi gibi
geliyor. Öyle ise edebi mekânda kurulan atmosfer sadece bir betimlemeler
zinciri olamaz. Aslı Erdoğan’ın bu pasajında atmosferin öykü kişisinin ruh
dünyasından bağımsız olmadığını ve hatta öykü kişisinin iç dünyasının dışa
vurulması için incelikli bir şekilde örüldüğünü, iç yaşantının temsil
edilmesine hizmet ettiğini görüyoruz. Öyküde ya da herhangi bir edebiyat
metninde betimlemenin sadece edebi mekânın tasviri olarak kullanılması bence
eserde fazlalık, kalabalık yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Büyük yazarların
yapıtları, betimleme doğru bir şekilde kullanıldığında, eserin ufkunun nasıl
genişleyeceği, katmanların nasıl derinleşeceği konusunda yol göstericidir.
Dönüp dönüp okumalı.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Bu soruya Jean
Paul Sartre’ın Edebiyat Nedir isimli
eserinden bir alıntı ile yanıt vermek isterim.
“Aynı çağda, aynı
toplumda yaşayan, aynı olayları yaşamış bulunan, kendilerine aynı soruları
soran ya da aynı sorulardan kaçınan kişilerin ağzındaki tat da aynıdır,
aralarında aynı suç ortaklığı, aynı ölüler vardır.” (Sartre, Edebiyat Nedir, sa:72,
Can Yayınları)
Ne yazar ne de
okuyucu boş bir zihindir. Her ikisi
de tarihe batmıştır. İçinde bulunduğu tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş
olan yazarın eserini okuması için çağrıda bulunduğu okur da, kaçınılmaz olarak,
metne, taşıdığı tarihsel yükün ağırlığı altında yaklaşacaktır.
Yine sözü Sartre’a
bırakırsak:
“Aynı tarih içine
gömülmüş bulunan ve bu tarihi yaratmaya aynı ölçüde katılan bu insanlar
arasında, kitabın dilmaçlığıyla tarihsel bir bağlantı kurulmaktadır. Yazma ile
okuma aynı tarihsel olgunun iki yüzüdür...” (J.P.Sartre, Edebiyat Nedir, sa:73-74, Can
Yayınları)
Özetle, öykücü
çağının tanığı olmaktan kaçınamaz.
Ernest
Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne
oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken
çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden
bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek
yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye
düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en
doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Tıkandığım zaman
çoğunlukla yürüyüşe çıkarım. Edebi eser üretmenin bir zihinsel yolculuk
gerektirdiğini düşünüyor ve yürümenin bu yolculuğa yardım eden, yaratıcılığı
tetikleyen bir yönü olduğuna inanıyorum. Yürüyüş esnasında bir yandan ayaklarım
yolları, bir yandan da zihnim bilincimi arşınlar. Bütün bunları yazmayı düşünürken
aklıma nedensiz yere Borges’in Yolları Çatallanan
Bahçe isimli öykü kitabı geldi. Yazmayı planladığım yanıtı bir kenara
bırakıp kitabı karıştırma ihtiyacı duydum ve kapağını açar açmaz Zâhir öyküsü
ile karşılaştım. Kitabı okuyalı yirmi yıl kadar olduğundan öyküyü
hatırlamıyordum ancak yeni yayımlanan Kuyuda
isimli öykü kitabımda yer alan Kıssa öyküsünde
zahir kelimesi üzerine epeyce düşünüp uğraştığımdan ilgimi çekti ve Borges’in
öyküsünü yeniden okumaya başladım. Okudukça şaşkınlığım arttı çünkü öyküde
zahir bir paranın adıydı. Zahir dış yüz ya da görünüş manasına geliyor. Benim Kıssa isimli öykümde ise, öykü kişisi
aracılığı ile bir altın paranın zahirî
mi yoksa sahih mi olduğu sorgulanıyor. Aslında her iki metinde de
hakikatin algılar ve dış görünüş aracılığı ile elde edilip edilemeyeceğine yönelik
sorgulama var. İki öyküdeki bu ortaklığı keşfetmek bana heyecan ve mutluluk
verdi. Böylelikle Borges’in öyküsünü yeniden okuyup bitirdiğimde, yirmi yıl
kadar önce okumuş olduğum bu öyküden aslında ne kadar etkilenmiş olduğumu ve
unutmuş olsam da zihnimin bilinç dışı çatallı
yollarında onu muhafaza ederek –
unutuşta muhafaza ederek -esinlenmiş olduğumu anladım. Dolayısı ile
aslında burada iki öykünün benzer bir temayı mesele edindiğine dair bir keşif
yoktu; anımsama ve esin sürecinin gizemli, anlaşılmaz sürecine yönelik bir
açığa çıkış vardı. Öyle ise, öykü yazarken bilincimiz kadar bilinç dışımız da
bize yol gösterir ve hatırlamak her zaman bilinçli bir süreç değildir.
Modernist edebiyatın en önemli unsurlarından biri bilinç dışının keşfidir. Bilinç
dışımızda büyük bir hazine saklıdır ve ilham yürürken, yazarken, uyku ile
uyanıklık arasında ve hatta yanan portakal kabuklarının çıkardığı mavi alevleri
izlerken deneyimlediğimiz, bilinç ve bilinç dışını birbirine yaklaştıran, belki
de onları birbirleriyle gizemli bir dilde konuşturan, o belirsizlik ve esrime anlardaki
ara bölgede gerçekleşir.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dilin araçsallığı
bildirişim özelliğinden kaynaklanır. Dil; oyuncunun bedeni, ressamın boyası,
müzisyenin aleti gibi düşündüğümüzde bir araçtır ama araçsallaştırılmaması
gerekir. Öte yandan nasıl oyuncu bedeninin, ressam renklerinin, müzisyen
aletinin sınırlarını bir anlamı açığa çıkarma yolunda zorluyorsa edebiyatçı da
dilin sınırlarını yıkmak ve aşmak için uğraşır. Yazarın çabası edebi mekânda
imgesel bir nesne yaratmaktır ve bunu da dil aracılığı ile ve bazen de dile
rağmen başarmak zorundadır. Bu nedenle dil, edebiyat açısından, üzerinde düşünüldüğü;
gerektiğinde yıkılıp yeniden yapıldığı ölçüde bir amaç haline gelir. Martin
Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni isimli
kitabında “sanat şiirleştirmedir” der ve şiir sanatına bütün sanat türleri
arasında en üstün payeyi verir. Bunun nedeni şiirin, dilin düz anlam iletmekten
ibaret olan bildirişim özelliğini yıkan, onu dilbilgisi kuralları ile
belirlenmiş genel geçer anlam üretiminin ötesine taşıyan yapısında saklıdır.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Kendi hikâyesini
yazmak isteyen karakterleri mesele edinen edebi eserleri çok severim. Benim de
kaderine razı gelmeyen birkaç öykü karakterim var. Kıssa isimli öykü kitabımda, özellikle Son Nefeste ve Öykü isimli
öykülerimde bu temaya eğilmeye çalıştım. Pirandello’nun üniversite yıllarımda
okuduğum ve arkadaşlarımla birlikte sahnelemiş olduğumuz Altı Kişi Yazarını Arıyor isimli tiyatro oyunu, yaratıcısının
elinden kurtulan karakterlerle karşılaşmama vesile olmuştu. Oyunda,
Pirandello’nun zihninde yarattığı fakat her nedense yazmaktan vazgeçtiği
karakterler yollara düşüp bir tiyatro sahnesine gelirler ve orada prova yapmakta
olan tiyatro oyuncularına onları canlandırmalarını, “yaşamak istediklerini” söylerler.
Beni uzun yıllar hiç bırakmamış olan bu oyunda, yaşamak isteyen karakterlerin
istekleri ve sahnelemenin –dolayısı ile bir sanat formunun- gereklilikleri
arasındaki çatışma uzun yıllar zihnimi kurcaladı ve zannedersen Öykü isimli öyküme esin kaynağı oldu.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı
aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler
zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı
aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma
konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren
yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Yazarın edebi mekândaki
çabası dil ve sözcükler aracılığı ile bir imgesel nesne yaratmaktır. İmgesel
nesne sözcüğün iletmeye çalıştığı düz anlamı aşar. Dilbilgisi kurallarının,
dilin bildirişim özelliğinin ötesinde ve hatta bazen de ona rağmen varolur. Bu
nedenle birçok yazar yaratım sürecinde dil ile bir mücadele halindedir.
Edebiyatımızda bunu en güzel şekilde dile getiren yazarlarımızdan biri Bence
Latife Tekin’dir. Pelin Özer’in kaleme
aldığı Latife Tekin Kitabı’nda Latife
Tekin yazarken dile karşı açtığı savaştan şu şekilde söz ediyor:
“Sessizliği yücelten, tümüyle dile karşı bir şey
yazmak istedim. Dili kullanarak dile karşı bir şey yazacaktım ama dilin kendisi
böyle bir şeye izin vermiyordu. Dilin kendisi bana ‘Beni kullanarak bana karşı
bir şey yapamazsın’ diyordu. Dil benimle konuşuyor ve ne yapmaya çalıştığımı
soruyordu, ben de ‘Kavga etmek istiyorum seninle’ diyordum. Tümüyle
sessizleşebilmek için dili haklamam gerekiyordu. Bana madem o kadar dile
karşısın, neden yazıyorsun diye sorarlar hep. Dili aradan çıkarmak için
sanırım. Dilin yarattığı uğursuz gürültüye katlanamıyorum” (Pelin Özer, Latife Tekin Kitabı, sa:148, Everest)
Burada görüyoruz ki, metin üreten yazarın; dilin salt
iletişim maksatlı sarfiyatından kaçınması ve sözcüklerin gündelik kullanımının
temsil ettiği düz anlamın ötesine geçmesi gerekiyor. Bana göre dili içinden
dinamitleyip onun düz anlam üreten yapısını bozguna uğratan yazarlarımızın
arasında Sevim Burak’ın önemli bir yeri var. Özellikle bir “dil çalışması”
olarak nitelediği Everest My Lord, Ford Mach I ve Afrika Dansı’nın kalem oynatan ve dil üzerine düşünen herkes için
ders niteliğinde olduğunu düşünüyorum. İlhan Berk’in sözünü ettiği “anlamı
aşmak” belki de dilsel malzemeyi kullanarak okuyucunun imgeleminde çok katmanlı
“imgesel tasarımlar” yaratmakla mümkün olur. Salt “imge” yerine “imgesel
tasarım” ifadesini kullandığımızda; imgenin, bizi kuşatan mekânı –dış dünyayı- bir
temsiliyet ilişkisi çerçevesinde yansıtan, kopya eden, akseden boyutunun
ötesine geçip, zihnin hayal gücü ve tasavvura yaslanan, anlamı çoğaltan yaratıcı
faaliyetine işaret etmiş oluruz.
Anlamı çoğaltma/aşma
konusunda bana cesaret ve ilham veren daha önce sözünü etmediğim diğer yazarlar
arasında, Leyla Erbil, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi yazarlarımızı sayabilirim.
Batı edebiyatında ise Proust, Beckett, Kafka, Joyce, Bachmann ve Woolf dönüp
dönüp yeniden okumayı arzu ettiğim yazarlar arasındadır.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Maurice Blanchot’nun yazarın kendini silmesi, ile ilgili
sözlerini çok önemsiyorum. Kurmaca metinlerin yazınsal uzamında, yazar “ben”
dediğinde, “ben” sözcüğü neye tekabül etmektedir? Edebiyat eserinin oluşturduğu
estetik mekânda yazar “ben” dediği anda, “ben”in yerine geçen -anlatıcı “ben
anlatıcı” bile olsa- hiç kimseye dönüşmüş bir “ben”dir. “Ben”in yerini alan bir
“o”dur. Bunun için Blanchot’ya göre yazmak “ben”den “o”na geçmektir. Öyleyse,
kurmaca metin yazmak, ilk cümleden itibaren kendi “ben”ini terk etmeyi, “ben”in
sözünün iktidarından vazgeçmeyi gerektirir. Bu bir göçtür. Dünya hakkında “ben
olarak” söz söyleme hakkından, temsiliyet otoritesinden vazgeçmektir. Onun için
de, “benim sözüm” yitip gider. Böylece yazar ilk sözcüğü yazdığı anda, daha en
başta “silinmeye çağrılıdır.” (M. Blanchot, Yazınsal
Uzam, sa:22, Yapı Kredi Yayınları). Yazar elbette yazarken kendinden kaçamaz ve egosu ile sürekli
mücadele halindedir. Öte yandan edebi mekânı yazarın kendi kişisel meselelerine
alet etmesi edebiyata ihanettir. Bunu her şeyden önce yazarın etik-estetik
duruşu açısından bir gereklilik olarak görüyorum. Öykücü metnin neresindedir
sorusuna tam bir yanıt veremiyorum. Hem her yerindedir hem de hiçbir yerinde
çünkü bir metnin esere dönüşmesi için okuyucusu ile buluşması gerekir. Anlam
yazar ve okuyucunun birleşik çabası sonucu “oluşa” gelir ve eser, okuyucusu ile
birlikte her seferinde yeniden üretilip çoğalır. Burada yeniden sözü Sartre’a
bırakmak isterim:
“... yazma işleminin karşısında
diyalektik bir bağlaşık terim, yani okuma işlemi vardır ve birbirine bağlı bu
iki edim iki ayrı edimci gerektirir. Zihnin ürünü olan bu somut ve imgesel
nesneyi yazarla okuyucunun birleşik çabası ortaya çıkaracaktır. Sanat ancak
başkası için ve onun aracılığı ile vardır.” (J.P.Sartre, Edebiyat Nedir, sa:49, Can
Yayınları)
"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş
Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra,
yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan,
fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca
yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma
süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi
kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik
yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Bütün öykülerimi defalarca yeniden yazdım. Bir öykünün
tamamlanması zaman ister. Yazdıktan sonra genellikle bir süre demlenmeye
bırakırım. Öyküye yeterince mesafe alabildiğimi düşündüğümde yeniden başına
geçip düzeltmeye başlarım. Dergilerde yayımlanan öykülerimde de ufak tefek
değişiklikler yaptığım oldu. Yeniden yazma süreci ne zaman biter bilemiyorum.
Belki bir gün yazdıklarımın hepsini yeniden yazmak isterim. Kim bilir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder