“Klişelerden
uzak durun. Güneş, tepede parlayan bir tepsiye benzemesin,” diyorsunuz profesör.
Kürsüden inip aramızda dolaşıyorsunuz. Sırtınızda yaz kış üzerinizden
çıkarmadığınız ceket. Ayakkabılarınızın kösele tabanı, kararlı ve sert
adımlarla dövüyor amfinin taş zeminini. Omuzlarımızın üzerinden
kâğıtlarımızı okuyor, yüzünüzü buruşturuyor, kaşlarınızı kaldırıyorsunuz. Bunu
özellikle yapıyorsunuz, biliyorum. İlk nasihatiniz: "Sizi izleyen
gözlerden kurtulun, oto sansürü yenin." Açıkça meydan okuyorsunuz. Bu
hâliniz babamı andırıyor profesör, korkuyorum, yazamıyorum. Babam ve siz, bir
bütünsünüz artık. Üzerime yürüyorsunuz. Merdivenlerden yukarı odama kaçmaya
çalışıyorum. Ayağım takılıyor. Düşeyazıyorum. Annem hemen ardınızda. Saçları
fönlü, üzerinde ten rengi elbise. Elini uzatıyor, durdurmak istiyor. Öyle
saydam ki, görülmüyor. İnce dudaklarından dökülen sesler duyuluyor yalnızca.
"Bir
şekerleme ister misin Massi?"
Sınav
başlayalı tam yirmi üç dakika oldu, profesör. Önümdeki kâğıt boş. İlham perimi
bekliyorum. Zihnimde birbirinden alakasız pek çok kelime uçuşuyor, tüy gibi,
bulut gibi, dondurma gibi. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Sıranın üzerine
bir daire çiziyorum. İçine adımı yazıyorum. Massi, küçük bir çocukken annemin
beni çağırdığı gibi, Mas-si. Etrafını kelimelerle, kısa cümlelerle sarıyorum.
Dik dur Massi. Omuzlar yukarı. Yine mi alkol aldın Massi? Bu halde araba mı
kullandın Massi? Seni sevmiyorum Massi. Beni arama Massi. Kızgın, hayal
kırıklığına uğramış, öfkeli Massi. İyi çocuk Massi. İşbirliğine açık
Massi...
Kalemi
sıkmaktan avuçlarım acıyor. Serçe parmağımın uzamış tırnağı, avuç içimi
kanatıyor. İsa gibi, kanıyorum profesör. Farkına varamıyorsunuz. Gözleriniz,
sınıfın en seksi kadınlarının bacaklarında, memelerinde... Bakışlarınız
sırnaşık. Anneme de böyle mi bakıyordunuz, profesör? Başım bir gülle kadar ağır
şimdi. Elimle destekliyorum. Bedenim iyice kaykılıyor. Ağzı açık bir çuval
gibiyim, kelimeler kümelendiği yerden dolu dizgin çıktı, çıkacak. Kanadığım
yerden yazacağım profesör, göz yaşlarımı akıttığım yerden.
Her
şeyi başlatan o ağustos gününü hatırladığımda aklıma gelenler bütünüyle klişe.
En iyi bildiğim şekilde yazayım. Dilediğiniz yerden kırparsınız notumu. Üzerine
kırmızı kalemle not almazsanız gücenirim. Başlıyorum. Güneş tepedeki
malikânenin üzerinde bir tepsi gibi parlıyordu. Massimiano, yatağının içinde
huzursuzca sağa sola döndü. Dışarıda yaprak kımıldamıyordu. Alnında biriken
terler, sicim gibi iniyordu. Saate baktı. İkiye yaklaşıyordu. Sabırsızca ayağa
fırladı. Pencereden dışarıyı izlemeye koyuldu. Babası iki arkadaşıyla
tenis oynamaya devam ediyordu. Dördüncü olarak çağrılmamak için odasında
pinekliyor, malikâneye çıkan yokuşu tırmanacak Vespanın, kaskın altında uçuşan
koyu kestane rengi saçların yolunu gözlüyordu. Serena'nın babasına ait olduğunu
düşündüğü gümüş rengi arabayı görünce, merdivenlerden aşağı koşarak indi.
Beş
duyu mu istiyordunuz, profesör? Biraz sese ne dersiniz? Bulaşık makinesinden
çıkarılan çatal kaşıkların birbirine çarpmasından doğan sese, soğutulmuş
kovanın içine dökülen buzların sesi karışıyordu. Konukları düşünen annesinin,
mutfak personeline gerekli talimatları verdiği, eve yayılan kokulardan
belliydi. Taze nane ve zencefille tatlandırılmış limonata, kızarmış sosisli ve
peynirli küçük börekler, biraz yüzdükten sonra midelerini şenlendirecekti.
Mekânı
genişletmeliyim belki de... Doğduğum evi, sizin kadar iyi tasvir edemiyorum
profesör. Romanınız yanımda olsa, oradan bakabilirdim. Tepedeki eve sığınmış
amatör oyuncu, şehre tepeden bakan mağrur evin sakinleri... Bana yazmayı
öğretin profesör, kelimelerle öç almayı. Babam hakkında yazdıklarınız tek
katmanlı. İşin kolayına kaçmışsınız profesör. Sizden çok daha iyisini
beklerdim. Gücünü, merak edilen gerçeklik duygusundan alan bir roman için bu
kadarı yeterli diye mi düşündünüz? Sahi, annem anlattığınız kadar ateşli mi?
Bana abartıyor gibi geldiniz. Tabii siz Serana'yı görmediniz.
Serena,
hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Serena; dilin ucu
damaklardan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere
dayanır. Se-re-na.
Aşkın
dört mevsimini anlatacağım size profesör. Neşeli ilkbahar, her şeyi solduran
yaz, kekre sonbahar, ve nihayet kış; soğuk ve ayaz... Çok üşüyorum profesör.
Bana ceketinizi verir misiniz?
* Bu öykü 8/1/2017 tarihinde Birgün Pazar Haftanın Öyküsü köşesinde yayımlanmıştır.
* Bu öykü 8/1/2017 tarihinde Birgün Pazar Haftanın Öyküsü köşesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder