Öykücülere Sordum
onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye
yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler
tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten
büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine,
bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda
cevapları arttırmak istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Hanife Altun ile devam ediyor.Öykü ne değildir?
Çok zor soru. Neyi öykünün dışına koyabilirim diye
düşündüğümde bir şey bulamıyorum. İstisnasız hepimiz bir hikâyenin/öykünün
içine doğuyoruz (ki öncesi de bilmediğimiz ayrı bir öykü) içinde var olduğumuz,
“yaşam” denen süre boyunca oyalandığımız yere çoğunluk dünya dese de ben, kocaman
bir rahim gibi algılıyorum bunu. Burada geçen her saniye, meydana gelen her
kıpırtı hikâyeye dâhil. Bununu dışında kalan bir şey varsa ancak o hikâye/öykü
değildir. Böyle düşününce henüz akla gelmemiş, hayal edilmemiş olan şeyler öykü
değildir diyebilirim.
Edebiyat üzerinden akrabalık
kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle
paylaşır mısınız?
Şiir çok var. Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğum
şair, diye düşünce ilk aklıma gelen isim Didem Madak . Umursamanın, dert
edinmenin potasında eritip-yoğurup; kıyısını, köşesini, dibini ezber
ettiklerini alaycı, umursamaz, dipdiri bir başkaldırıyla aktarış biçimini, o
üslubu kendime çok yakın buluyorum. Onun her dizesini istisnasız, ayırımsız bu
paylaşım başlığı altına ekleyebilirim. Şu an ilk aklıma geleni söyleyeyim
“Kimbilir çocuklar doğacak bahara
Babası canı cehenneme çocuklar”
Bir de şiirler var. Kendimde şiire ait anımsadığım en
eski kayıtlara kadar indiğimde karşıma çıkan ilk şiir olması bakımından önemli
olan Edip Cansever’in şu dizelerini de paylaşmak isterim.
“Ey yağmur sonraları loş bahçeler, akşamsefalarıSöyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum”
Ve bir de onlu yaşlarımın ortalarına kadar dilime
pelesenk olmuş bir cümle var ki, kendimle çok özdeş bulmam bakımından, bu
cümlenin geçtiği Behçet Necatigil’in şiirinden şu tek dizeyi de eklemeden
geçemeyeceğim.
“Çocukluğun soyadı, evimize gidelim”
Ve en son olarak her ne kadar şair/şiir denilmese de
Aysel Gürel’in şarkı sözlerini de buna dâhil etmek isterim. Şiire dair bir
bilincin, farkındalığın oluşması açısından en önemli etkenlerden biridir o
şarkılar, benim için. Birden fazla oldu ama…
Buna çok katılmıyorum. Atmosfer betimlemelerden ibaret
değil, olmamalı da. Gerektiği yerde, gerektiği kadar olmalı. Betimlemelerden
ibaret bir atmosfer kurmaya kalkıştığımızda bu sıkıcı, yavan ve lezzetsiz bir
şey olacaktır. Betimlemek yerine gösterme yoluyla inşa edilmiş bir atmosfer
tercihim. Hele ki söz konusu öyküyse, az sözle çok şeyi anlatmak mecburiyetin
var. Uzun uzadıya ılık bir sonbahar tasviri yerine, ince bir hırkayla, yere
dökülmüş yaprakların üstünde yürürken gördüğümüz öykü kişisi benim için çok
daha işlevsel.
Belki de
yaşadığımız çağın gereği olarak, her şey görsel algı üzerinden alınıp,
aktarıldığı için bu, böyle. Birçok şeyin tarifi değişti. İş saati metrobüste
oturacak yer bulmuş insan sevinci, diye bir tarif var artık. Çocuklar gibi
sevinmeye hiç benzemeyen bir tarif bu. Yani, ah! Nerede o eski betimlemelerJ Uzun ve “incelikleri” şeyler anlatıp, anlayacak vakti yok
kimsenin. Maalesef yok.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Bunun aksi pek mümkün değil gibi. Çağa/döneme ait yapılar, eşyalar, araçlar anlatı içinde yer aldığında bu da bir nevi tanıklık oluyor kanımca. Sosyal ve siyasi olaylar bağlamında bir tanıklıktan söz ediyorsak da yaşadığımız dönemde meydana gelen olaylara kayıtsız kalmak olası değil. Önemli olan bunun bir bildiri, bir slogan, bir manifesto, bir siyasi söylem tadında ve bir görev bilincinde metne boca edilmemesi. Bütün mesele, çağında cereyan eden olayları kendine dert edinip, içinde süzdükten sonra dibe çöken malzemeye yeni bir biçim verip ortaya koyabilmekte. Bu tanıklık senin dünya görüşünden izler taşıyabilir elbette ama bir sürü bileşen arasında, hissedilen bir tat olmalı sadece. Bütünün içinde erimemiş, ayırt edilen bir topak gibi durmamalı, işaret etmeli fakat doğrudan göstermemeli.
Ernest Hemingway, "...
bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük
portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi
alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak:
'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken
doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm,"
diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi
hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Sadece yazarken değil herhangi bir konuda tıkandığımda
ya da ne yapacağımı bilemediğimde, bir çözüm bulmaya çalıştığımda başvurduğum
tek yöntem, mümkün olabildiğince tenha ve sessiz bir mecrada saatlerce yürümek.
Yazarken tıkanmak özelindeyse, iyi metinler okumak, iyi bir müzik/film de bir
ışık yakıp, bir yol açabiliyor bana.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil benim evimdir.
Öykücü, bir hikâye kahramanı
yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna,
küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi
hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü
kahramanınız oldu mu?
Olmuştur, oluyor,
olacaktır da. Spesifik bir örnek gelmiyor aklıma fakat bu uzun uzun anlatmak
isteği ya da o öykü kahramanının beni daha uzun anlat talebi değil de, “Bu
olmadı” diye benim içime sinmeyişleri, ya da karakterlerin “Ben olmadım. Ben burada
böyle mi tepki verirdim, öyle davranır mıydım hiç?” itirazları şeklinde oluyor.
Uzun ya da kısa anlatım ölçüt değil. Karakteri mümkün olan en iyi şekilde potsuz,
kırışıksız metne, metni de karaktere oturtabilmek aslolan. Karakter dışında kurgunun
ve meselenin kendisi için de söz konusu olabiliyor bu olmama, yerine oturmama
hali, yeniden kurma gereği. Mecburen bozup bozup yeniden inşa ediyorum öyle
zamanlarda.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında,
"Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da
disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak
soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan,
anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren
yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Anlamı hiç aşmadım nasıl bir şey bilmiyorum J Anlamı aşmak, bunu amaçlamadığınızda mümkün olur ancak.
Türkü sözleri geliyor aklıma anlamı aşmak diye düşününce. Acıyı, kederi, yası,
sevinci, mutluluğu bir süre içinizde biriktirip hapsettikten sonra, onun
sizdeki yansımasını dışarı bıraktığınızda anlam filan kalmaz ortada. Damla
dediğinizde bir kavramı, anlam yükünü işaret etmiş olursunuz fakat o damla birikip
birikip yere düştüğünde anlam aşılmış olur. Kurulup, planlanarak yapılabilecek
bir şey olarak görmüyorum. Bunu öyküde yapmak ne kadar olanaklı emin değilim,
şiir bunun için daha elverişli bir tür diye düşünüyorum. Öykü gibi düz yazı ve
somut anlatıma dayalı metinlerde, anlamı aşmak kurallar, yasalar, teknik ve
anlatım türleri diye dayatılan çerçevenin dışına çıkabilmekle mümkün olabilir.
İlk aklıma gelenler: Leyla Erbil’in anlamı eğik, büküp
ona yeniden şekil verdiği metinler, Latife Tekin’in türleri, anlatı
tekniklerini harman ettiği, çerçevenin dışında kendisine yepyeni bir alan
yarattığı, gerçek üstü mü, fantastik mi, toplumcu gerçekçi mi, bilinç akışımı, ne
olduğunu tanımlayamadığınız, hepsinden biraz olup, hiç biri olmayan anlatı
tekniği. Sevim Burak’ın “Ne diyor bu kadın?” diye, dönüp dönüp başa sardığınız,
elli kere okuduğunuz, elli birinci kerede yine anlaşılmayacağını bilerek
kendini okutan metinleri.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücünün “anlatıcı” kimliğiyle metne dâhil olmasını sevmiyorum. Bu
bir kusur. Birinci tekil kişi, “Ben” anlatıcı dışında bir “aktarıcı” anlatıcıya
yer vereceksek bile sadece duvarın üstünden uzanıp gördüğü kadarını söylemeli
bize.
Öykücü metnin herhangi bir
yerinde olabilir elbette ama görünür ve duyulur olmamalı. Öykücü, kendisini öyküde
anlattığı kişiler dışında biri olarak görmemeli zaten. Öykücü de bir insan
nihayetinde, anlatılan da Âdem’den bu yana var olan herkesin hikâyesi. Milyar
tane çeşidi varmış gibi dursa da temel özellikleri aynı olan yekpare bir şey
değil mi insan-lık-? Bence öyle J Özetle, öykücü bağırmadan metnin herhangi bir yerinde buyursun,
gezinsin.
"Eserin
ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını
bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan
anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden
dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin
için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da
kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu
konuda neler düşünüyorsunuz?
Benim durumum Hemingway’in dediği kadar bile değil.
Bende ilk hâl, denen şey birkaç cümlelik ya da bir paragraflık hiçbir anlam
ifade etmeyen notlardır. Misal, kitapta
yer alan “Benim Fikrim Ağrıyor Hocam” adlı öykünün ilk hali şöyle:
Otuzlu yaşların ortasında genç bir kadın var. Varoluşsal
sıkıntıları filan olacak. Buna bir tane son gün hikâyesi yazılacak.
Karaköy/Kabataş sırtlarından sahile inen bir mahallede yaşıyor olacak.
Vazgeçmeyi aktaracak bir imge bul. Başta bir barfiks demiri göstereceksin,
hikâyenin sonunda barfiks demirinde muallak bir son.
Benim bütün taslaklarım ve ilk halim buna benzer
biçimdedir. (Neyse ki Hemingway görmüyor bunu) Sonrasında hemen yazıya geçirmem
birkaç gün birlikte dolaşırız, ayrıntılar oluşur, ilerleyeceği hattı
belirlerim. Zihnimde tanıdık ve yaşanmış bir olay kıvamına gelene kadar bekler.
Süreç tamamlandığında çok da kaba sayılmayan bir işçilikle yazıya aktarırım.
Bittikten sonra ince işçilik diye tabir edilen düzenlemeleri yapar, birkaç
zaman sonra yeniden üstünden geçmek, son halini vermek üzere soğumaya
bırakırım. Bu sürede bir-iki aydan az olmaz.
Hanife Altun'un öykülerini hiç okumadım -henüz- ama daha önce de bir söyleşisini okumuştum, doğallığı, içtenliği beni şaşırtıyor. Öykülerini okumak da kısmet olur inşallah :)
YanıtlaSilSizden iyi olmasın ama çok iyi öyküler hepsi de. Ben okudum hepsini de oradan biliyorum :)
SilTeşekkür ederim, sevgiler...