Çocukluğumda babamın anlattığı masallardan birisi yarım kalmıştı ya da bana yetmemişti. O zaman da adım gibi biliyordum ki o yarım kalan masalı babam kafasından uydurmuştu. Kaç kez istedimse de bir türlü devamını anlattıramadım. Çünkü babam ne anlattığı masalı hatırlıyor ne de artık daha fazla uydurabiliyordu.
Televizyondan izlediğim çizgi filmler ve sinema filmleri
bana çok ilginç geliyordu. Bunları oynayanlardan çok bu filmleri nasıl
yazdıklarına merak salıyordum. Babam Ziraat Bankasında çalışıyordu. Başak Çocuk
adlı bir dergi getirmişti. Bu dergiyi bankanın çıkarması çok ilgimi çekti.
Şiirler, hikâyeler, resimler, karikatürler, ilginç bilgiler vardı bu dergide.
Kimlerin yazıp çizdikleri de altlarında üstlerinde yazıyordu sayfaların. Ben de yazmak ve çizmek istedim. Diğer
bankaların da böyle dergiler çıkarıp çıkarmadıklarını sordum babama. İş Bankası
ve ŞekerBank’ın da çocuk dergileri olduğunu öğrendim. Onları da edindim. Sonra,
Milliyet Çocuk, Türkiye Çocuk dergilerinin varlığını öğrendim. Bütün bunları
okurken kendim de şiirler, düz metinler yazmaya resimler, karikatürler çizmeye
başladım. Bunları öğretmenlerim ve arkadaşlarımla paylaşıyordum. Beğendiklerini
gördüm. Mutlu oluyordum. Ağabeylerim
sayesinde çizgi romanlarla tanıştım. Mister No, Yüzbaşı Volkan, Zagor, Baltalı
İlah, Rex, Conan, Kızılmaske. Bunlara bakarak ben de çizmeye, sahneler oluşturmaya
başladım. Çizdiklerim ve yazdıklarım bir ya da iki sahneden öteye gitmiyordu. Tarkan
ve Kara Murat çizgi romanlarını heyecanla takip ediyordum. Tabii ki bunları
ağabeylerim getiriyordu eve. Aynı şeyleri ağabeylerim de yapıyorlardı.
Yazıyorlar, çiziyorlardı.
Bir gün Yavuz ağabeyim sinemada izlediği bir filmi anlattı.
Anlattıkça coşuyor, el ve yüz hareketleriyle filmin her saniyesini izlemişim
gibi oluyordum. Beni de götürmesini istedim. Yaşım henüz küçük olduğu için
televizyon filmleriyle yetinmek zorunda kalmıştım.
Büyük ağabeyim Cengiz, bir gün bir sürpriz yaptı bize.
Karagöz ve Hacivat oynattı evimizin içinde. Heyecanla izliyorduk. Mum, perde,
çubuklar, gölgeler, kartonlar, boyalar…. Hepsi bir araya gelmiş ağabeyimin
sesinde hayat bulmuşlardı. Bunu ben de
yapmalıydım.
Okulumuza kukla oynatıcıları gelmişti. Onların kukla
olduklarını bildiğim halde nasıl olur da bu kadar bana heyecan verdiğini
sorguladım. Bütün iş anlatıcıdaydı, o kuklaları oynatan ve seslendirenlerde… Bu
müthiş bir şeydi.
Büyük dayım bana Pinokyo kitabını almıştı. O zamana kadar
Cin Ali’den başka kitap okumamıştım. Pinokyo’yu bir solukta bitirdim. İncesu,
Ertuğrulgazi İlkokulunda, sınıf öğretmenim Ayşe Sarıkoyun, Türkçe dersinde “Kim
okuduğu bir hikâyeyi anlatmak ister?” diye sorduğunda, ne zaman parmak
kaldırdım, ne zaman kendimi kara tahtanın önünde buldum, bilemiyorum.
Ben anlattıkça sınıf heyecanla dinliyor, öğretmenim
gülümseyerek izliyordu. Zil çaldığında
öğretmenim çocukların gözlerine baktığını hatırlıyorum. “Devam etsin mi, teneffüse
mi çıkalım?” diye sordu. Sınıf “etsiiiiin”
diye bağırdı. İki ders saati boyunca Pinokyo’yu anlatmıştım. O an zaman durmuştu. Sadece ben anlatıyordum
ve çok mutluydum. Böyle bir hikâye yazabilmeyi
diledim.
Ağabeylerimle evde film sahnelerinden replikler
canlandırıyor, bazı replikleri kendimize göre değiştiriyor, en ciddi sahnelerde
komik cümleler söyleyerek kahkahalara boğuluyorduk. Anlatmak güzel bir şeydi.
Hem de çok güzel. Evet, bu işi kafaya koymuştum. Anlatacaktım.
Şimdilik anlattıklarım sözle sınırlıydı. Yazmıyordum.
Yazamıyordum. Karikatürlerle idare ediyordum.
İncesu Ortaokulunda, okulca Abdullah Şahin tiyatrosunu
izlemiştik. Tıka basa dolu salondan çıt çıkmıyordu, sadece gülerken bozuyorduk
sessizliği. Oyuncular selam verdiğinde
ayakta alkışlanmışlardı. Bense böyle bir oyunun nasıl yazıldığını merak
etmiştim. O sahnede olmaktan daha cazip geliyordu onların konuşmalarını,
hareketlerini birisinin yazmış olduğunu bilmek beni daha çok çekmişti.
Bu arada dergiler ve çizgi romanlarla ilişkim devam
ediyordu. Bulvar, Milliyet, Cumhuriyet gazeteleri kitaplar
veriyorlardı. Onları okumaya başladım. Kendi başıma para biriktirip bir kitap almaya
karar verdim. Kumbaramda biriken parayı hesapladığımda Safahat’ı alacak kadar
param olmuştu. Okulda İstiklal Marşı’na hayran olmuştum ve Mehmet Akif’i
mutlaka okumam gerektiğini düşünmüştüm. Onun gibi şiirler yazmaya çalıştım. Sonra
Mustafa Kemal, her gün kara tahtanın üzerinden gözlerime bakan bu adam sadece
bir komutan mıydı? Sadece bir Cumhurbaşkanı mıydı? Kimdi bu adam? Onu
araştırmaya başladım. Onun binlerce kitap okumuş olduğunu, onlarca kitap yazmış
olduğunu öğrendim. Nutuk okumaya başladım. Ne kadarını okudum hatırlamıyorum,
okudukça hayranlığım artmıştı. Karar vermiştim. Ben de cumhurbaşkanı olacaktım.
Hem Barış Manço izliyordum o sıralar, o da Cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Ondan
da etkilendim sanırım. Dedim ki o kadar kitabı okuyup ben de cumhurbaşkanı
olacağım. Tabii, arkadaşlarım güldüler. Ben de güldüm.
İncesu Lisesinde röportaj ve açık oturum yapmayı öğrendim.
Münazara, bilgi yarışması gibi etkinlikler hoşuma gidiyordu. Edebiyat
öğretmenim Remzi Baykaldı, benden bir okul gecesinde bir monolog oynamamı
teklif etti. Anan “Yahşi Baban Yahşi”, hâlâ hatırlarım. Bu monoloğu oynadığımda
salondan alkışlar yükseldiğinde artık kararım daha da netleşmişti. Ben
anlatmaya devam etmeliydim. Ama kendi yazdıklarımı anlatmak istiyordum artık.
Annemle, komşularımızla röportajlar yapmaya başladım. Pekmez
nasıl kaynatılır, mantı nasıl yapılır falan. Benim röportajlarım komikti.
Hoşuma gidiyordu komik şeyler yazmak ve anlatmak. İnsanları güldürmek
istiyordum.
Deve Kuşu Kabare, Nejat Uygur, Levent Kırca tiyatrolarını
kasetlerden yüzlerce kez izlemiş, dinlemişimdir. Bu oyunlardan yazmalıydım.
Lise ikinci sınıftan itibaren Kayseri Fevzi Çakmak Lisesinde
okumaya başladım. Yeni bir çevre, yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler… Alışmam
uzun zaman aldı. Yeni arkadaşlarımla futbol oynamaya gitmiştik. Orada bir
amatör takımdan teklif aldım. Kaleciliğim fena sayılmazdı. Futbolla da içli
dışlı olmaya başlayınca önemli futbolcuların hayat hikâyelerini araştırıp
defterlere yazmaya başladım. Radyodan maçlar dinlemeye başladım. Murat Ünlü’nün
Fenerbahçe–Bordeaux maçını anlatmasını ve Galatasaray- Neuchatel Xamax
maçlarını dinlediğim anları asla unutmadım. Hayalimden maçlar anlatmaya
başladım. Sesimi kaydedip dinlemeye başladım. Anlatmak hâlâ hoşuma gidiyordu.
Kayseri’deki Alemdar Sinemasının önünde çizgi romanları değiş tokuş usulü
ediniyorduk. Sonra bunlar kayboldu, nereye gittiler, onlara ne oldu,
hatırlamıyorum.
Üniversiteyi kazandığımda değişen çevrem beni altüst
etmişti. Anlatmaktan, okumaktan uzak kalmıştım. O sıralar Salim Karakaya adlı
arkadaşımla film senaryosu yazmaya karar verdik. Cengiz ağabeyimin daktilosunu
aldım. Salim’le haftalar süren bir uğraştan sonra macera dolu bir hikâyeyi
anlatan senaryo yazdık. Çok mutluydum. Artık yazılı bir eserimiz vardı. Okuyan
bütün arkadaşlar sevmişti. Sonra Kaybettik senaryomuzu. Çok üzülmüştüm. Yıl, ya
1990 ya da 1991 idi.
1991’de üniversitede bulduğum büyükçe yağlı bir kâğıda
uydurma haberler, hikâyeler, arkadaşlarımla yaptığım röportajlar, karikatürler
dizerek bir gazete oluşturdum. Çok sonra öğrenecektim ki ben bir fanzin
yapmıştım. Çok sevdi arkadaşlarım devam etmemi istediler ama o kâğıttan bir
daha bulamadım. Sonrasında dersler, sınavlar derken okumaktan ve yazmaktan
hayli uzak kaldım.
Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinde Uzunlu kasabasında Atatürk
İlkokulunda göreve başladım. Belirli gün ve haftalarda oynanmak üzere çocuk
oyunları yazmaya başladım. Şiirler, resimler…
Ev arkadaşım Osman Akbaş bir müzik öğretmeniydi ve bana
gitar çalmayı öğretti. Yazdığım şiirlerden bazılarını bestelemeye başladı. Artık ben bir söz yazarı olmuştum. (Osman
Akbaş, çıkardığı albümde sözlerini yazdığım iki şarkıya 2016’da albümünde yer
verdi.)
Uzunlu Lisesi’ne atandığımda Ali Akbaş, Ayhan Karataş adlı
öğretmen arkadaşlarımla üç sayı çıkarabildiğimiz Yaren adlı bir dergi çıkardık.
2000 yılıydı.
Okulumuza gelen gezici kitap satıcılarından Nobel Ödüllü
Kitaplar, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz serilerini aldım. Artık okumaya başladım. Mizah çok hoşuma
gidiyordu bu yüzden Nobelli kitaplardan önce Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ları
okudum.
Askerliğimi Yedek Subay Öğretmen olarak Bingöl’ün Solhan
İlçesindeki 28 Ağustos İlköğretim Okulu'nda yaparken çok satan kitaplar serisini
aldım. Artık iyice okumaya başladığımı anlamıştım.
2009’da bir edebiyat dergisine (Ortanca) bir deneme yazısı
gönderdim. Yazım yayınlandığında çok mutlu olmuştum. Artık edebiyat dergilerine
yazılar göndermeye başladım. Neredeyse hiçbiri yayınlanmadı. Çok üzüldüm ama
çalışmaya devam ettim. Kayseri’de tanıştığım birkaç şiir yazan arkadaşlarla bir
dergi çıkarmaya başladık. Bu derginin adı Çıngı idi. Yazdığım denemeler,
öyküler, şiirler bu dergide yayınlanmaya başladı röportajlarım da. Dergi bana
yetmemeye başladı. Ben öyküler yazmak istiyordum. Öykülerimle devam etmek
istiyordum. Dergi bana yetmez olmuştu. Ayvakti adlı dergiye gönderdiğim bir
öykü yayınlanınca yerimde duramaz olmuştum. Bu arada Mustafa İbakorkmaz adında
bir entelektüelle tanıştım. Konya’dan Murat Çelik’in çıkardığı Habis’te de
öykülerim yayınlanmaya başladı. Sonra öykülerim dergilerde görünmeye başladı. Beni
Esrar dergisini çıkaran ekiple tanıştırdığında bir derginin daha kaliteli
olması için neler gerektiğini canlı kanlı insanlardan öğrenmeye başladım. Arkadaşım
Baki Karcı ile Semaver Öykü dergisini çıkarmaya başladım. İki ayda bir
yayınlanan dergimiz altı sayı sürdü.
Dünyanın Öyküsü dergisi yayın yönetmeni Özcan Karabulut’u
Dünya Öykü Günü etkinliği için Kayseri’ye davet etmiştik. O sırada önemli bir
etkinlik yaptığımızın farkında değildik. Bu etkinlik öykü çevresinde duyulunca
bir anda kendimi Uluslararası Ankara Öykü Günleri’nde “Öykü Dergileri Öykücüler
İçin Okul mudur?” başlıklı panelde konuşmacı olarak buldum. Artık edebiyat
dünyasının içerisine girdiğimi anlamıştım. Birçok saygın yazar, yayıncı ve
editörle tanıştım. Okuduğum kitaplar, yazdığım öyküler değişmeye başlamıştı. İlk kitabımın editörü Ayşe Akaltun ile de orada tanıştım. Hazırladığım
dosyayı Notabene Yayınevi'ne gönderdim. 2014’ün Nisan ayının başında ilk öykü
kitabım Aşk Bilirkişisi yayınlandı. Üç hafta sonra ikinci baskıyı yaptı. Ben
daha kitabın heyecanını yaşarken ikinci baskının yapılması beni hayli
şaşırtmıştı. Sevinmiştim elbette. Esrar Dergisi ekibinden olan Alptuğ
Topaktaş’ın yoğun ısrarı ile kitabı Orhan Kemal Öykü Yarışması'na başvuru
süresinin dolmasına iki gün kala posta ile gönderdim.
Aşk Bilirkişisi, yarışmadan “Özendirme Ödülü” alınca
şaşkınlığım iyice artmıştı. Sanırım ben bir yazar olmuştum. İmza günleri,
etkinlikler, fuarlar, söyleşiler hayatımın, bir parçası olmuştu.
Dergilerle ilişkilerim artmıştı. Artık öykülerimle
dergilerde yer bulabiliyordum.
Bu günlerde öykücü Mustafa Kömür ve şair Alptuğ Topaktaş ile
Yazın Burcu ekibini kurduk. Öykü Burcu ve Şiir Burcu adlı fanzinleri
çıkarıyoruz.
2016’da ikinci dosyam Tengizek
Destanı’nın Okunabilen Kısmı Alakarga Yayınları tarafından yayınlandı.
Bu Şubat ayında üçüncü kitabım ve ilk romanım yayınlanacak.
Babamın yarım bıraktığı masal beni nerelere getirmişti. Babamın,
o uydurma masalının beni nereye gerdirdiğin farkında olmadığını adım gibi
biliyorum.
Remzi baykaldi benimde hocamdi.. İncesu lisesi nde..84 yada 85 yılıydı sanırım.. İletişiminiz varsa Kendisini bulmak isterim..selamlar
YanıtlaSilYok maalesef. Umarım ulaşmanın bir yolunu bulursunuz. Selamlar.
Sil