21 Şubat 2017 Salı

MELİKE BELKIS AYDIN'A SORDUM

Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Melike Belkıs Aydın ile devam ediyor.



Öykü ne değildir?
Olaylar değildir. Dili özensiz bir öyküden iş çıkmaz benim için. Sosyal sorumluluk ya da iyi niyet elçiliği de değildir. Sanırım son günlerde sinirimi zıplatıyor bu eğilim. 

Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Biri Ece Ayhan, “sen insanoğlunu öperek mi ele verirsin” . Bu dize benim için çok önemli. Sanırım hepimiz hayatlarımızın bir döneminde kendi Yahuda İskariyotlarımız ile karşılaşıyoruz ve işte öyle. Oradaki kıymık acıtmasa da bir zaman sonra neden sorusundan kurtulamıyoruz.

Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Bilemedim Tuğba, neden betimleme zinciri olmasın?

Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
İstese de istemese de öyledir. Var olmak bir maruz kalmaktır, yani zorunlu tanıklıktır. Ama tanıklığı da edebiyatı araçsallaştıran güdümlü bir iyi niyet elçiliği olarak görmek doğru değil. Bu gereklilik kipiyle açıklanacak bir durum değil, kendiliğinden öyledir zaten. Gereklilik kipiyle açıklamaya çalışınca insan bir öyküyle değil bir bildiriyle burun buruna durduğunu fark ediyor ki uyanık olunmalı bu konuda. 

Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Öncelikle Hemingway’dan hazzetmem ve bunu söyleme fırsatı verdiğin için de teşekkür ederim J Hemen olay yerini terk etmeye çalışırım, kaçarım yani. Yürümek ya da film izlemek iyi gelebiliyor. Woody Allen’ın “Suçlar ve Kabahatler”i, bir de Yeşilçam severim, “Vesikalı Yarim”.  
Doğrusu kendimi avutmaya değil aksine daha beter darlamaya başlarım, “endişelenme her zaman yazdıysan” gibi böyle özgüven kokan telkinler edemem. Geçmişe güvenerek geleceğimi rahatlatamam yani. Zaten kuruntulu bir insanım, dünün güzel olması geleceğe bir vaat değil benim için. Aksine eskiden güzel günlerimiz vardı şimdi yok gibi hisler doğurur bende. Kendimi yer bitiririm ve daha çok şunu yineler dururum, “heh hadi onu yazdın sıkıysa bunu yaz, yazamazsın tabi çünkü o bir kerelikti”. Ya bir dahaki sefere olmazsa korkusu beni bütün yaşamım boyunca izler. Zaten hayatta da öyle değil midir? Yani neyse, ben anında kendine muhalefet eden bir tipimdir. O yüzden dediğim gibi tıkandığımı hissettiğimde kendime itiraf etmeden Word dosyasını kapatır, sanki hiç tıkanmamışım gibi yapmaya çalışarak uzaklaşırım olay yerinden. Kaçarken kaçtığımı da unutmaya çalışırım bir yandan. Çünkü kaçtığını itiraf edebilmek, boğuştuğun şeyle yüzleşebilmek demek, bu da büyük bir cesaret istiyor. Al, yine daraldım.

Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil araç olamaz. Belki keşke olabilseydi ama hırçın, dikbaşlı ve terk etmenizin varoluşsal imkansızlığını bilen küstah bir ev sahibi. Yani dilin dışı yok. Bir yerlerde Beckett’in anadili dışındaki İngilizce ile yazdığını çünkü daha az evinde gibi hissettiğini ve daha sade olmak zorunda kaldığını okumuştum. Bu laf çok etkilemişti beni. Vay canına nasıl yani! İnsan evinde değil de bir sürekli konuklukta olmak isteyebilir mi hiç? Rahatsızlıkta rahat edebilir mi?   
                           
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Ya ne güzel soru J Evet yakamı bırakmayan kahramanlarım var, sonundan hoşlanmadığımız bir film ya da kitaba akşam yorganın altına girdiğimizde yazdığımız sonlar gibi benim de var “bana bunu mu reva gördün be” diye yakama yapışan kahramanlarım elbette. Bir de daha fenaları var, “ya hani yazacaktın beni sözünde durmadın” diyenleri. İnsanın mahcubiyetten açamadığı telefonlar vardır ya, öyle hissediyorum galiba.

İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
İlhan Berk de pek benim şairim değildir J Bu dediğine de yine katılmıyorum, anlamı aşmak her iyi şiirin bence asıl sorunu değildir ki bunu tutup bir de öyküye uyarlamaya kalkalım. Darlanınca dönüp dönüp okuduğum metinler var.

Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Amentüm gibidir “ne gülüyorsun anlatılan senin hikayendir”. Konuşan elbette doğrudan yazarın kendisi değildir, ama gördüğümüz ve anlatmaya kalktığımız bize ilişkin olan bir şeylerdir. Gözlerimiz kendimize ilişkin olanları görür ve seçer. Öyküdeki benler sürekli değişir ama o benlerle ilişki kuran esas benle birlikte saf tutarlar.

Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Yine mi Hemingway J “Eserin ilk hali” mevzusundan emin değilim, çünkü eser bir süre kafamızın içinde bizimle birlikte yürür, yemek yer, ağlar veya avunur. Kağıda dökülmeden ve harfleşmeye başlamadan önce bizimle hemhal ve hemdert olur bir süre. Galiba bu sürekli yoldaşlık yüzünden bir türlü son noktayı koyduğuma ikna olamıyorum. Ayrılmayı pek beceremiyorum yani. Dergide görünce bile şurası şöyle olmalıydı demekten alamıyorum kendimi, kitaba bakıyorum cıkcıklıyorum. Bende hiçbir öykü bir türlü bitemiyor. Sanırım bağlanamama değil aşırı bağlanma sorunu var, yazdıklarımdan kopamıyorum. Buna ölüleri gömememek de denebilir. Ölmesi gerekeni mezarına uğurlayamıyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder