Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine, bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak istediğimi fark ettim.
Öykü ne değildir?
Olaylar
değildir. Dili özensiz bir öyküden iş çıkmaz benim için. Sosyal sorumluluk ya da
iyi niyet elçiliği de değildir. Sanırım son günlerde sinirimi zıplatıyor bu
eğilim.
Edebiyat üzerinden akrabalık
kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle
paylaşır mısınız?
Biri
Ece Ayhan, “sen insanoğlunu öperek mi ele verirsin” . Bu dize benim için çok
önemli. Sanırım hepimiz hayatlarımızın bir döneminde kendi Yahuda
İskariyotlarımız ile karşılaşıyoruz ve işte öyle. Oradaki kıymık acıtmasa da
bir zaman sonra neden sorusundan kurtulamıyoruz.
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri
değilse, nedir?
Bilemedim
Tuğba, neden betimleme zinciri olmasın?
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
İstese
de istemese de öyledir. Var olmak bir maruz kalmaktır, yani zorunlu
tanıklıktır. Ama tanıklığı da edebiyatı araçsallaştıran güdümlü bir iyi niyet
elçiliği olarak görmek doğru değil. Bu gereklilik kipiyle açıklanacak bir durum
değil, kendiliğinden öyledir zaten. Gereklilik kipiyle açıklamaya çalışınca
insan bir öyküyle değil bir bildiriyle burun buruna durduğunu fark ediyor ki
uyanık olunmalı bu konuda.
Ernest Hemingway, "... bazen bir
öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların
kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri
izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl
her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle
yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken
tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için
nelere başvurursunuz?
Öncelikle
Hemingway’dan hazzetmem ve bunu söyleme fırsatı verdiğin için de teşekkür
ederim J Hemen
olay yerini terk etmeye çalışırım, kaçarım yani. Yürümek ya da film izlemek iyi
gelebiliyor. Woody Allen’ın “Suçlar ve Kabahatler”i, bir de Yeşilçam severim,
“Vesikalı Yarim”.
Doğrusu
kendimi avutmaya değil aksine daha beter darlamaya başlarım, “endişelenme her
zaman yazdıysan” gibi böyle özgüven kokan telkinler edemem. Geçmişe güvenerek
geleceğimi rahatlatamam yani. Zaten kuruntulu bir insanım, dünün güzel olması
geleceğe bir vaat değil benim için. Aksine eskiden güzel günlerimiz vardı şimdi
yok gibi hisler doğurur bende. Kendimi yer bitiririm ve daha çok şunu yineler
dururum, “heh hadi onu yazdın sıkıysa bunu yaz, yazamazsın tabi çünkü o bir
kerelikti”. Ya bir dahaki sefere olmazsa korkusu beni bütün yaşamım boyunca
izler. Zaten hayatta da öyle değil midir? Yani neyse, ben anında kendine
muhalefet eden bir tipimdir. O yüzden dediğim gibi tıkandığımı hissettiğimde
kendime itiraf etmeden Word dosyasını kapatır, sanki hiç tıkanmamışım gibi yapmaya
çalışarak uzaklaşırım olay yerinden. Kaçarken kaçtığımı da unutmaya çalışırım
bir yandan. Çünkü kaçtığını itiraf edebilmek, boğuştuğun şeyle yüzleşebilmek demek,
bu da büyük bir cesaret istiyor. Al, yine daraldım.
Dil amaç mıdır, araç
mı?
Dil araç olamaz. Belki keşke olabilseydi ama hırçın,
dikbaşlı ve terk etmenizin varoluşsal imkansızlığını bilen küstah bir ev
sahibi. Yani dilin dışı yok. Bir yerlerde Beckett’in anadili dışındaki
İngilizce ile yazdığını çünkü daha az evinde gibi hissettiğini ve daha sade
olmak zorunda kaldığını okumuştum. Bu laf çok etkilemişti beni. Vay canına
nasıl yani! İnsan evinde değil de bir sürekli konuklukta olmak isteyebilir mi
hiç? Rahatsızlıkta rahat edebilir mi?
Öykücü, bir hikâye kahramanı
yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna,
küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi
hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü
kahramanınız oldu mu?
Ya
ne güzel soru J
Evet yakamı bırakmayan kahramanlarım var, sonundan hoşlanmadığımız bir film ya
da kitaba akşam yorganın altına girdiğimizde yazdığımız sonlar gibi benim de
var “bana bunu mu reva gördün be” diye yakama yapışan kahramanlarım elbette.
Bir de daha fenaları var, “ya hani yazacaktın beni sözünde durmadın” diyenleri.
İnsanın mahcubiyetten açamadığı telefonlar vardır ya, öyle hissediyorum galiba.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak"
başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu
olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan
yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı
sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi
özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
İlhan
Berk de pek benim şairim değildir J Bu dediğine de yine katılmıyorum, anlamı
aşmak her iyi şiirin bence asıl sorunu değildir ki bunu tutup bir de öyküye
uyarlamaya kalkalım. Darlanınca dönüp dönüp okuduğum metinler var.
Kim konuşuyor burada? Öyküde
"ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Amentüm
gibidir “ne gülüyorsun anlatılan senin hikayendir”. Konuşan elbette doğrudan
yazarın kendisi değildir, ama gördüğümüz ve anlatmaya kalktığımız bize ilişkin
olan bir şeylerdir. Gözlerimiz kendimize ilişkin olanları görür ve seçer. Öyküdeki
benler sürekli değişir ama o benlerle ilişki kuran esas benle birlikte saf
tutarlar.
Eserin ilk hâli bok
gibidir" demiş Ernest Hemingway. İlk taslak ortaya çıktıktan sonra,
yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan
anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden
dönmek... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman
biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki
baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler
düşünüyorsunuz?
Yine
mi Hemingway J
“Eserin ilk hali” mevzusundan emin değilim, çünkü eser bir süre kafamızın
içinde bizimle birlikte yürür, yemek yer, ağlar veya avunur. Kağıda dökülmeden
ve harfleşmeye başlamadan önce bizimle hemhal ve hemdert olur bir süre. Galiba
bu sürekli yoldaşlık yüzünden bir türlü son noktayı koyduğuma ikna olamıyorum. Ayrılmayı
pek beceremiyorum yani. Dergide görünce bile şurası şöyle olmalıydı demekten
alamıyorum kendimi, kitaba bakıyorum cıkcıklıyorum. Bende hiçbir öykü bir türlü
bitemiyor. Sanırım bağlanamama değil aşırı bağlanma sorunu var, yazdıklarımdan
kopamıyorum. Buna ölüleri gömememek de denebilir. Ölmesi gerekeni mezarına
uğurlayamıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder