Astrolojiye meraklı bir arkadaşım var. Geçenlerde bir yemekte bir araya geldiğimizde, astrolojinin fal olmadığını, yıldızların gökyüzündeki diziliminin bir anlamı olduğunu, bunun tekrarlanan ve bilimsel bir bilgi olduğunu söyledi. Tam olarak böyle söylemedi aslında. Ona yönelttiğim sorulardan edindiğim cevapları dizince ben böyle bir sonuca vardım. (Böylesi astrolojiyi hurafe gibi görenleri ikna etmek için daha geçer akçe çünkü.) O daha çok işin ispat kısmıyla ilgiliydi. Doğum haritasına bakarak geçmişte başımızdan geçen önemli olayları bize bir bir söyleyebileceğinden emindi. Keza ileriye dönük olarak konuşabileceğinden de. Astrolojiye olan düşkünlüğün en temel sebebi de bu olsa gerek, geleceği merak etmek. Oysa ne geçmişte ne gelecekte merak edilecek bir şey yok. Geçmiş orada, önemli dönüm noktalarını hatırlamanın, bunun astrolojiden kaynaklı demenin bir faydası yok. Gelecek ise olanca belirsizliğiyle önümüzde uzanıyor. Onu güzel kılan da biraz belirsiz olması aslında. Yine de tümden muğlak değil. Şimdiye değin olanlar bundan sonra olacakların da habercisi. Hayat yaklaşık olarak aynı döngülerle ilerliyor, inişlerle, çıkışlarla.
Burada hemen bir itiraz yapıştırıyor bir diğeri. "Geleceği bilmek kader çizgisini bozar o zaman." Buyur buradan yak demek ister gibi bakıyor. Arkasına yaslanıp sırıtıyor. Bu mevzunun uzamasından pek de hoşnut değil. Saçma bulduğu aşikar. Arkadaşım hazırlıklı. Geleceği bilmenin onu değiştirmeyeceğini söylüyor. Bilirsem gardımı alırım, diyor. Zihnimdeki çevirmen iş başında. Önemli dönüm noktalarını bilmek, buna zihnen hazırlanmak mümkün o halde. Eylemliğimiz sınırlı. Başımıza gelenler karşısında vereceğimiz reaksiyonları seçebiliriz yalnızca. İşte buna katılırım. Olayları değiştiremeyiz ama olaylara, durumlara, davranışlara vereceğimiz tepkileri seçebiliriz. Geleceğimizi de inşa eden bu seçimlerin toplamından başka bir şey değil, zaten. Ve bunu hep yapıyoruz, astroloji önümüze harita sunsun, sunmasın.
O akşam, bunu zihnimden geçirdiğim anda astrolojiye olan merakımı yitiriyorum. Bir olayı önceden bilmenin gereksizliği gün gibi ortada. Buna harcanacak emek, zaman kendi ilk yardım çantanı hazırlamaya harcanmalı bana kalırsa. Ruhuna pansuman yapma, olanı olduğu gibi kabul etme becerisi varsa insanın, yıldızların ona ne dediğini bilmeye gerçekten ihtiyacı var mı?
Bu aralar bu temel becerilerimi geliştirmeye çalışıyorum ben de. Kullandığım araç ise mindfulness. Mindfulness öğrenen bir aday öğretmenin eğitimi kapsamında sunduğu 8 haftalık staj eğitimine katılıyorum. Mindfulness giderek daha çok önümüze çıkan bir öğreti. Muhakkak duymuşsunuzdur. Doğunun yüzlerce yıllık öğretisi, batının bilimsel bilgisiyle kanıtlanınca giderek artan sayıda taraftar buluyor. Modern yaşamda sakin ve dikkatli kalmak kolay iş değil. Sürekli yoğun bilgi akışına, uyarana maruz kalıyoruz. Düşünceler arasında savrulmamak için ilave çaba gerekiyor.
Anlık, düşünmeden tepki vermeyi bırakmak, duygu durumumuzun farkına varmak için yavaşlama aletleri sunuyor bana göre mindfulness. Meditasyon yaparken zorlanıyorum. Otururken düşüncelerin peşinde kayboluyorum. Oram buram kaşınıyor. Hocamız bunun normal olduğunu söylüyor. Kaybolması için bir çaba harcamadan sadece fark etmek bile mindful bir davranış, bilinçli farkındalık hâli. Mindfulness zihni tamamen boşaltmayı hedeflemiyor zaten. Olanın farkına var, o düşünce balonuna tutunup ilerlemeden önce onu gördüğünü bil. Nefesine odaklan. Aralarda mola ver. Bu kadar basit bir bilgi ne işime yarayacak diye düşünmeden önce nefesinizi fark edin. Modern yaşam, ciğerlerimizin tam nefes alma kapasitesini dahi elimizden alıyor. Nefesimiz kısa ve kesik. Yoga ya da meditasyon uygulamaları esnasında derin nefes alıp verirken sık sık başım dönüyor. İçeri giren fazladan oksijen çarpıyor. Bir balonu şişirirken zorlanmama şaşmamalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder