Bu söyleşi ilk kez 12 Kasım 2021'de edebiyathaber'de yayımlanmıştır.
Tuğba Gürbüz’ün Kendisiymiş Gibi adlı ikinci öykü kitabında, editör ve
yazar olarak içimize sinen, verimli
olduğu kadar da keyifli bir çalışma gerçekleştirdik. 2015 yılında yine Notabene
Yayınevi tarafından basılan Lodos Çarpması adlı öykü kitabından başlıyor
aslında editör-yazar ilişkimiz. Edebiyat Haber’in yeni köşesi
Editör-Yazar söyleşisi için sorularımı sevgili yazarımıza yöneltmek istiyorum.
“Gövdesi dimdik, yaprakları üzerinde ama suyu çekilmiş bir ağaç gibi kentli
insan. Kendisiymiş gibi ama kendisi değil. Güçlükle ayakta durmaya çalışan,
“olanca gücüyle kendini sıkmasa, bir gecede tüm iğne yapraklarını, kabuklarını
yitirebilecek” denli titrek, iğreti, köksüz…” sözleriyle başlıyor Kendisiymiş
Gibi. İlk öykü kitabın Lodos Çarpması’nda da, kentli insanın gerçeğine,
sorunlarına, dünyasına yönelik ilgin dikkatimi çekmişti. Kentli insan, senin
öykü dünyana nasıl giriyor? Kitaba adını da veren “kendisiymiş gibi” olma
halini hangi bağlamda açıklıyorsun?
Söz konusu ağaç, yaşadığım apartmanın otoparkında yer alan bir çam
ağacıydı. Arka bahçeyi otoparka çevirmek için beton dökülürken çevresinde yaşam
payı bırakılmamış bu çam ağacının yıllar içinde sararıp solmasına, en sonunda
kesilmesine tanıklık ettim. Öykülere ne zaman ve nasıl sızacağını bilemesem de
kendisini besleyen topraktan yoksun kaldığı için kuruyan ağaç çok kuvvetli bir
imgeydi benim için ve cepte duruyordu.
Cumhuriyet’in kurucu değerlerine hayran, saygılı bir aile içinde büyüdüm. Ailede
babaannemin at üstünde köyden şehre geldiği de bir gecede çarşafını attığı da
efsane gibi anlatılırdı. Şapka kanunu çıktığında fes taktığı için bir gece
nezarethanede kalan dedemin ölene kadar başından şapka çıkarmadığı,
“İçeri aldılar ama çok da nazik davrandılar,” demesi de yine duyduğum hikâyeler
arasındaydı. Zamanla bu hikâyelere, ana dillerini çocuklarına aktarmayan
Cumhuriyet’in ilk kuşak öğretmenlerinin büyüttüğü bireylerinkiler eklendi. Bu
ailelerin hepsinin ortak özelliği Cumhuriyet’in kurucu değerlerine duydukları
hayranlık, işaret ettiği yönde ilerleme, ilerletme arzusuydu bana kalırsa. Bu
değerler sayesinde toplumsal dayatmaları aştık, özgürleştik, hak mücadelesi
verdik, kendilik arayışına çıktık. Bununla beraber kırsalla, geçmiş kuşaklarla,
onların deneyimleriyle, kültürüyle bağımızı yitirdik. Giderek otoriterleşen
rejim, sokaklardan, ortak çatı altında kolektif çalışmalardan çekilmemize yol
açınca, dayanışmadan, onun getirdiği umuttan, cesaretten yoksun kalınca bu ağaç
imgesi de kendiliğinden gelip öyküye sızdı.
Öykü dilin de bana göre çoğunluktan ayrıksı ve bu yönüyle dikkat çekici.
Günümüzün, epey revaçta olduğunu gözlemlediğimiz, neredeyse arabesk olarak
nitelendirilebilecek melodramatik diline karşın, pek de duygusal olmayan bir
dille yazıyorsun öykülerini. Lodos Çarpması’nda da öyleydi. Bunu bilinçli
tercih ettiğini düşünüyorum. Bu konuda neler söylemek istersin?
İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, çarpık kentleşme, zorunlu göçler,
mültecilik, hak ihlalleri, çocuk istismarı, kadına şiddet, küresel iklim
krizinin sonuçları... Saymakla bitmeyen felaket sağanağı altında yaşıyoruz.
Okur olarak da, yazar olarak da, yurttaş olarak da kızgınız, öfkeliyiz, olana
bitene kayıtsız kalamıyoruz. Edebiyatın bu ezilenlerin, kenara itilenlerin sesi
olması gerektiğine inanıyoruz. Böylece “Sanat toplum içindir” şiarıyla kaleme
alınmış yapıtlar yazılıyor, bunları dile getiren yazarların yakasına “meselesi
olan yazar” rozeti takılıyor. Öfke güçlü bir yakıt ama tek başına yeterli
değil. Bu yakıcı öfkeyle masanın başına geçildiğinde yazılanlar çoğu zaman o
derdi göstermenin, sempati uyandırmanın, aynı tarafa bakmanın verdiği
müttefiklik hâlinin ötesine geçmiyor, sası bir tat bırakıyor. Kimsenin
dimağında bu tadı bırakmak istemiyorum. Bu da meseleyle olan mesafemi
arttırmaktan, olayların içinden çıkmak için kendime zaman tanımaktan, melodrama
dayanmak yerine duygusal olmayan bir dil tercih etmekten geçiyor.
Genellikle Batı’yı yazıyorsun, bu ülkenin Batısını ve özellikle kentleri.
Kent, kendi üzerine kapanmış, nefes alamadığı gibi nefes aldırmıyor da;
nefessizlik hali çırpınmaya dönüştükçe duygular da yerini boşluğa, boşlukta
salınmaya bırakıyor. Kentlerdeinsanlar gibi duygularda “kendisiymiş gibi”.
Anlattığın öykülerle mesafeni, bu “kendisiymiş gibi” olma mesafesine
bağlıyorum. Haksız mıyım?
Haklısın ancak bu durum yazma esnasından çok yayımlanma sürecinde
belirginleşti. Kendisiymiş Gibi, kitapta yer alan kısa öykülerden birisinin
ismi. Sonradan kitaba adını verince dosyanın tamamını kapsayan, yazarken
sezdiğim ama tam da tanımlamadığım mış gibi yaşamları, kendi içine kapanma,
nefessizlik hâllerini daha belirgin ve vurucu kıldı.
Sözün burasında, ilk kitabının heyecanını yaşayan bir yazarın sabır ve
emekle ördüğü yolda ilerleyerek beş yıl sonra ikinci öykü kitabını yayımlamasına
gelmek istiyorum. Senin, yeni bir kitap yayımlama konusunda hiç acelen, telaşın
olmadı. Ancak iki kitap arasında geçen süreçte aslında öyküyle ilgilendin hep,
başka öykücüleri bolca okudun, onlarla röportajlar yaptın, eleştiri yazıları
kaleme aldın. Genel olarak öyküye de emek verdin, bunu sevinç duyarak
gözlemledim ve bence çok kıymetliydi. Kişisel yazma diyalektiğinden, o süreçten
bahsetmek ister misin?
İlk kitap, yazarı için heyecan ve mutluluk kaynağı elbette. Ama bir yanıyla
da haritada küçük bir nokta. Evet, dert edindiği meseleleri gösteriyor,
eğrisiyle doğrusuyla okurla buluşturuyor ama en nihayetinde sadece başlangıç
çizgisini işaret ediyor. Asıl iş oradan nereye doğru yürüyeceğimize karar
vermekte. Amacımız, kendi potansiyelimiz dahilinde o günün koşullarında
elimizden gelenin en iyisini yapmaksa, okuru olmaktan hoşnut olacağımız
metinler yazmak en azından bunun için çabalamaksa, yazdığımız türe emek
vermemek seçenek dahilinde değil zaten. Bu emeği kendimizden esirgemek ancak
kısa süreli zaferler tattıracaktır. Dolayısıyla gayem, acele etmek yerine ilk
kitabın üzerine çıkmaktı. Öncelikle Lodos Çarpması’nda neyi yaptığımı, neyi
yapamadığımı özümsemem gerekiyordu. Bu, yolun başındaki bir yazar için çok da
kolay bir süreç değil. İlkin size katkı sağlayacak çeşitlilikte ses
duymuyorsunuz ve kendi imkânlarınızla yol almaya çalışıyorsunuz.
Yazdığımızdan çok daha fazlasını okuduğumuza ve okuyacağımıza göre gidip
oralardan el almak, “Bugün olsa nasıl yazardım?” sorusuna yanıt aramak, yeniden
yazmak geliştirici bulduğum, sık sık kapısını çaldığım temrinler oldu.
İki kitap arasında verilen ara yazarın kendini geliştirdiği değerli bir
zaman dilimi ve vazgeçilmez. Tüm bunlara rağmen ilk yılların çok toz pembe
geçmediğini, yazar tıkanıklığı yaşıyorum hissiyle boğulduğum zamanlar olduğunu
da itiraf etmeliyim. Sonra edebiyata verilen mesainin ortaya bir kitap
bütünlüğü çıkarmaktan ibaret olmadığını, röportajların, eleştiri yazılarının,
hatta yalnızca okumanın, okuma notları tutmanın da edebiyat yolculuğuna dair
olduğunu kavramak ve kabullenmek beni rahatlattı. Böylece öğrenci olma zevkini
yaşayabildim.
Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı
anlam arayışı, genel olarak öykülerinde belirgin temalar. Kendisiymiş Gibi,
aslında yabancılaşmayı kanıksamış hayatlarımıza belli bir mesafeden bakmaya
davet eden, vurgulardan uzak bir kitap. Büyük harflerle konuşmuyorsun
öykülerinde. Daha ince işlerin peşindesin sanki. Neler söylemek istersin?
Her yazar hayatı boyunca hep aynı temayı yazar derler hep. O meseleye
sağından bakar, solundan bakar, etrafında dolaşır ama hep aynı manzaraya bakar.
Benim de durumum farksız. İçinde yaşadığım, birey olarak etkilendiğim
durumların, kimi zaman altında ezildiğim kimliklerin bendeki izdüşümünü yazıyorum.
Okuyarak ve yazarak anlamaya çalışıyorum. Çünkü hikâyeler, tıpkı sosyoloji
bilgisi gibi bizi kavramlar dünyasına çağırıyor, yalnızca bizi etkilediğini,
bizim başımızdan geçtiğini sandığımız hâlleri tasnif etmemizi, bunun yalnızca
bireysel deneyimler olmadığını gösteriyor. Kavramlar hakkında konuşurken
sıklıkla sanat yapıtlarından referans almamız da bunu doğruluyor.
İki öykü kitabından sonra bu yıl, Sia Kitap’tan Pelin ve Küçük Dostu
Karamel adlı çocuk kitabın yayımlandı. Öykülerden oluşan bir kitap. Yine öykü,
bu kez çocuklar için. Çocuklar için öykü yazmak daha mı zor? Nasıl deneyimledin
bu süreci?
Ben de pek çok yetişkin gibi çocuk edebiyatıyla bağını çocuklukta yitirmiş,
ebeveyn olunca o dünyaya yeniden okur olarak adım atmış biriyim. Kızım ikinci sınıfa
geçip okuması hızlanıp “Artık bana kitap okuma” diyene kadar her gece ona kitap
okudum. Onunla beraber çocuk edebiyatını yeniden keşfettim. Bu yeni manzara
çocukluğumda bıraktığımdan hayli farklı, çok daha renkli, çeşitli. Etrafı
kurallarla, yetişkinlerle çevrili çocuklar iyi çocuk kitaplarının içinde doya
doya nefes alıyor, eğleniyor, maceradan maceraya koşuyor. Bu dünyanın bir
parçası olabilmek cazip bir hayaldi. Gerçekleştiği için mutluyum.
Bunun yanı sıra çocuklar için öyküler yazmak, alışık olduğumdan farklı
çalışmamı gerektiren öğretici bir süreçti. Öyküyü âna sıkıştıran, kısa kesitler
halinde okura sunan bir öykü anlayışım var. Bu biçim çocuklar için fazla muğlak
ve dar. Dolayısıyla olay örgüsü üzerine daha çok düşündüğüm, zihnin içinden
çıkıp olma hâlini daha çok gösterdiğim bir çalışma yürütmem gerekti. Bu sayede
Pelin ve Küçük Dostu Karamel’de yer alan öyküler hem bağımsız hem de birbirinin
elinden tutarak, birbirinin içinden geçerek, üzerinden yükselebildi.
Kahramanlarımla daha uzun yol almak, onları farklı uyaranlar karşısında
düşlemek, uzun yazmaktan kaçınan tarafıma iyi geldi. Orta ve uzun vadedeki
sonuçlarını ben de merak ediyorum doğrusu.
Son olarak üzerinde çalıştığın yeni bir proje var mı? Ben de heyecan
ve merakla bekliyorum.
Okurlardan Pelin ve Küçük Dostu Karamel’in yeni maceralarını merak
ettiklerine dair yorumlar alıyorum. Kızımsa benden maceralı, komik ve
deyimlerin daha az kullanıldığı (sanırım onun da Pelin gibi başı deyimlerle
dertte) bir çocuk romanı bekliyor. Çocuklar için yazmak benim için keyifli ve
de öğretici bir süreçti. Dolayısıyla bu alanın emekçisi olmaya devam edeceğim.
Lisans eğitimim diş hekimliği üzerine. Sayısalcı olduğum için eğitimimde eksik
kalan yanları telafi etmek, çocuk dünyasına daha bütüncül bakabilmek için
yeniden öğrenci oldum. Çocuk Gelişimi önlisans programı ve Çocuklar İçin
Felsefe Eğitmenliği Eğitimim sürüyor. Bir yandan öyküler yazarken diğer yandan
kabımı doldurmaya devam ediyorum anlayacağınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder