29 Ağustos 2023 Salı

Anılar, çağrışımlar...

Haziran ayından itibaren ayda bir kez iş yeri yemeği yapıyoruz. Dahası her defasında yeni bir mekâna gitmeye çalışıyoruz. Bazen yeni tatlar deniyoruz, Adanalı bir çiftten Uzak Doğu yemeği denedik örneğin. Tam tutmasa da fena değildi. Farklı bir tat denemiş, girişimci bir çifti desteklemiştik. Her nereye gidersek gidelim sonunda kendimizi deniz kenarında veya denize tepeden bakarken buluyoruz. Suya bakmak, su kenarında olmak benim için temel ihtiyaç gibi bir şey. Babam Çanakkale'den Kayseri'ye tayin olduğunda ne kadar zorlandığımı hatırlıyorum. İlk kez ha deyince deniz kenarına çıkamamanın verdiği şaşkınlık, üzüntü, hem arkadaşlarından hem sevdiğin şehirden, hem denizden ayrılmanın yol açtığı yas... 

Annem öğretmen olduğu için, beni kırk günlükken bırakıp çalışmaya döndüğü için bakıcı teyzelerin elinden çıkıp kreşe başlama yaşım epeyce küçük. İlk günümü hatırlamıyorum dahi. Annem elini sıkı sıkı tuttuğumu, bırakmak istemediğimi söylüyor. Belki annelere özgü vicdan azabı yaşadığı. Bende tek olumsuz kare yok zira, bu ayrılığa dair. Bilinçaltında neler yatıyor bilemem. Oralara da girmek istemem. Çünkü bahsedeceğim bu değil. Üç yaşında bebeyken başladığım okul hayatında ağladığım tek gün lise ikiye geçtiğim gündü. O gün doğum günümdü. Ben hazırlıktan beri tanıdığım, sevdiğim arkadaşlarım yerine yabancı bir şehirde, yabancı insanlarla çevriliydim. Zil çaldı. Sınıfa girdik. Lojmandan benimle yaşıt bir arkadaş (yaz tatilinde taşındığımız için tanışıp arkadaş olmuş ve lojman ortamına alışmış, sevmiştim) ile aynı sınıfa kayıt olmuştum. İlk günü kolayca atlatabilmem için beni arkadaşlarıyla tanıştırmış, elinden geleni yapmıştı. Hakkını yiyemem. Okulun ilk günü, her zamanki gibiydi. Herkes birbirine yaz tatilinde neler yaptığını anlatıyor, ayrı geçen zamanı telafi etmeye çalışıyordu. Havada espriler uçuşuyordu ama ben gülmüyordum. Çünkü mizah, acı gibi değil, evrensel bir dili yok, aşinalık ve yarenlik gerektiriyor. Kendini ait hissedememenin zirve noktasıydı o gün, benim için. Çocukluktan çıktığım gündü belki de. Hani bir şey olur ve saflığını, masumiyetini kaybedersin, seni içeride güvende tutan duvarlar kırılır ve dünyadaki mevcut kötülükleri, zorlukları görürsün ve bir daha eskisi gibi olamazsın. Benim bu masumiyeti lise yıllarına kadar koruyabilmiş olmam bir mucizeydi belki ama o gün olan oldu ve ben bir daha hiçbir zaman kendimi yüzde yüz bir yere ait hissetmedim. Bu his, yine burada kayboldu galiba, geri döndüğümde. Ne şehir aynıydı, ne ben. Bıraktıklarım yerli yerinde değildi ama yine de aşina bir şeyler var. Benim yürüdüğüm kumsallarda yürüyor kızım, benimle aynı denize kulaç atıyor. Bunda insana iyi gelen bir yan var, iyimser bir yan. Laf lafı açtı. Çenem düştü. Anılar "beni de gör beni de gör" diye bağırmakta. Oysa en başta anlatmak istediğim, Kayseri'ye gittiğimde, rakın ikiden binlerce metreye yükseldiğimde denizi görememek, iyot kokusunu içime çekememek, ayaklarımın tabanında kum tanelerini hissetmeye hasret kalmak, martı seslerini, vapur düdüklerini duyamamaktı. Uyur uyanık saatlerde bazen tren düdükleri çalınırdı kulağıma. Gözlerimi içinde bulunduğum gerçekliğe açmak istemiyor, kendimi yeniden deniz kenarında hayal ediyor, "Denizi Özleyenler İçin" şiirinin dizelerini geçiriyorum zihnimden ve deniz kenarında kalanlara biteviye mektuplar yazıyordum. Devir değişti, mektupların yerini epostalar, blog yazıları aldı. Benim için yazmak böyle bir şey işte. Beni zorlayan, yoklayan yerlerde kendimi yeniden konumlandırabilmek için, kendimi ait hissedebilmek için geride kalanlara yazmak ve onlardan gelecek yanıtı beklemek. 

Yani diyeceğim o ki sevgili okur, konuş ki, seni duyayım, konuş ki üzerine bastığım dünya renklensin, şenlensin, ben o eski, gamsız, tasasız liseli kız olayım yeniden, bir anlığına. 

4 yorum:

  1. Canım Tuğba… Sana sarılmak geldi içimden, öyle benzer ki bazı hikayelerimiz. Ben de 40 günlükken bırakılan bebeklerdenim, ben de denizden çok uzaklara taşındım yani anlıyorum seni ve çok seviyorum sayıyorum anlatım gücünü. Bir şekilde buluyoruz biz insanlar birbirimizi bloglar gerçek dünyaya en yakın sosyal sanal alanlar gibi geliyor bu nedenle bana. Ses verdim :) Yüz bulsam (mesafeden) koşup geleceğim de :)) İnşallah bir gün..
    Danışanlarımın çok sevdiği bir egzersiz var bak, gözlerini kapatıp meditatif rahatlığa geçtikten sonra o kırıldığın anlara yavaş yavaş dönüp hakkın olan o sevgiyi bir zaman yolcusu gibi kendi kendine vermek hayalinde :) Anlatamadım tam otobüste aceleye geldi ama hayali yeniden ve istediğin şekilde yeniden yapılandırma egzersizi gibi diyeyim. Çok seviyor insanlar bu deneyimi :) çok sevgiler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Koşup koşup gel valla. Ne güzel olur. Sarılırız, konuşuruz. :) Egzersiz şahane. Deneyeceğim 🙏

      Sil
  2. Ben de ses vereyim istedim. Üniversiteyi bitirip evlendikten sonra o zamana kadar yaşadığım ve çok sevdiğim Ankara'dan ayrılıp Denizli'ye taşınmıştık. Her şey ama her şey yeni ve yadırgatıcı idi benim için. Başkentten küçük bir kente göçmüştüm, şive bile çok farklıydı, alışmam bir yılımı aldı, bir süre sonra bazı kelimeleri onlar gibi telaffuz ettiğimi farkettim :) Ankara'da çok merkezi bir semtte ve işlek bir caddenin üstünde oturuyorduk-hala da yazları oradayım-yaşarken rahatsız olduğum araba sesini Denizli'de nasıl aradım anlatamam. Ev sakin bir kenar mahallede ve çok cirkin bir binaydı. Güzelim eşyalarımı o abuk eve yerleştirirken ağlamıştım ama şimdi özlemle anıyorum. Sonra bir sihir oldu sanki, ben orada tanıştığım insanları, okulu ve şehri çoook sevdim. Şiveli konuşmalarını şarkı dinler gibi dinledim. Hala çok özlerim, arada bir hacca gider gibi gidip eski arkadaşları ziyaret ederiz ve mutlaka o çirkin evimin önünden geçerim. Ve aklıma geldikçe sık sık rüyalarıma giren o evi yazarım, blogda bile var birkaç yerde. İyi geliyor insana yazmak ve okumak, derler ya insan insanın acısını alır...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ne iyi yaptınız da ses verdiniz. Ben de sizin anıları zevkle okuyorum. Kapı bir kez açılınca duyulmak istiyorlar galiba, belki de haklarının teslim edilmesini. Şimdi geriye baktığımda tüm o sevmeme, yadırgama hallerinin ardından kaybedilene duyulan yoğun özlem ve tutulmayan yas olduğunu düşünüyorum. O yüzden bir bariyer inşa ediyoruz neyse ki yıkılıyor ve yeni sevilenler de içeri giriyor. Kalbimizde daha fazla şehre ve insana yer var ne de olsa :)

      Sil