İki dönem İstanbul Tabip Odası başkanlığını yürütmüş, bir dönem Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyesi olarak çalışmış kardiyolog Prof. Dr. Taner Gören ile TDB Dergi 204. sayıda "Sağlığın Ölümü" kitabını odağa alarak bir söyleşi gerçekleştirdik. Sağlıkta Dönüşüm Programının, artan tıp fakülte sayısı, öğrenci alımlarının arttırılması vb. mesleki problemlerin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dair güzel bir çerçeve çizen söyleşiyi okuduğunuzda sağlık neden can çekişiyor, sağlıkta şiddeti neler körüklüyor, hekimler neden göç etmek istiyor, neden canlarına kıyıyor, hepsini anlamak mümkün. Sağlıkçı olun, olmayın, okumanızı salık veririm. Söyleşiyi dergiden okumak için buraya
"Harcamalar artarken sağlık ölüyor"
Ayrıntı Yayınları Beyaz Kitaplar
dizisinden çıkan “Sağlığın Ölümü” klinik tıbbın piyasa baskısı altında finans
temelli tıbba dönüştürülmesi ve bunun halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri
üzerine bir kitap. Kitabı üç bölüm halinde yazdığınızı görüyoruz. “Bir Hekim
Yetişiyor” adlı ilk bölümde 1958 yılında Ardeşen’de başlayan ilköğretim
sürecinden Tıp Fakültesi’ne, uzmanlığa, akademisyenliğe ve emekliliğe uzanan
hayat hikâyenizi okuyoruz. Askerlik sonrası İstanbul’a döndüğünüzde SSK Eyüp
Hastanesi Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim olarak çalışmaya
başlıyorsunuz. Bu yıllar sizin aynı zamanda meslek sorunlarının farkına varıp
İstanbul Tabip Odası’nda çalışmaya başladığınız dönem. Dilerseniz sizi Tabip
Odası aktivistliğine yönelten sebepler ve ortamla başlayalım sohbetimize.
Öncelikle
bu söyleşi fırsatını bana verdiğiniz için teşekkür ederim. “Sağlığın Ölümü”
isimli kitabımın önsözünde de söylediğim gibi, makine mühendisi olacakken tesadüfen
doktor oldum. Geriye dönüp baktığımda iyi ki öyle olmuş diyorum. Meslekte 48
yılı geride bıraktım. Meslek yaşamıma askerlikte başladım. Samsun’daki 3 aylık
eğitimden sonra 15 ay tabip asteğmen olarak bir askeri birliğin revirinde
çalıştım. Bu süreçte en büyük korkum bilgi ve beceri yetersizliği nedeniyle
hastalara zararlı olmaktı. Altı yıllık tıp eğitimi sürecinde hocalarımız
“primum non nocere” yani “önce zarar verme” öz deyişini kafamıza kazımışlardı.
Askerlik bitince bir süre işsiz kaldım. Mayıs 1977’de SSK Eyüp Hastanesi bünyesinde
kurulu olan Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim kadrosuna atandım.
Hastane başhekimi, Türkiye’de meslek hastalıklarının duayenlerinden Dr. Haldun
Sirer idi. Meslek Hastalıkları Kliniği’nde, adı üzerinde, mesleklerinden dolayı
hasta olan insanların muayene ve tedavileri yapılmaktaydı. Bizim çalışma
şeklimiz sigorta hastanesi kısmındaki çalışmadan farklıydı. Polikliniğe ilk kez
başvuran hastaya en az yarım saat zaman ayırıyorduk. Önce mesleki anamnezini
alıyorduk. Sonra şikayetlerinin hikayesini sorguluyorduk. Sonra tepeden tırnağa
ayrıntılı fizik muayenesini yapıyorduk. Sigorta hastanesi bölümünde de pratisyen
hekim arkadaşlar vardı. Onlar da poliklinik yapıyorlardı. Onların kapılarının
önü hastadan geçilmiyordu. Uzman hekimlerin poliklinik odalarının önü de farklı
değildi. Hastaların odaya girişi ile çıkışı bir oluyordu. Ellerinde ya bir
reçete ya da bir tetkik listesi oluyordu. Okulda bize öğretilen hekimlikle
burada uygulanan hekimlik birbirine uymuyordu. Hekimler anamnez almadan, fizik
muayene yapmadan hekimlik yapıyorlardı. Bu kabul edilebilir bir şey değildi.
Çalışmaya başladıktan kısa süre sonra bu ülkede sağlık sisteminin hiç de sağlıklı
olmadığını fark ettim. Sağlık hizmeti yetersizdi. Sağlık çalışanları
emeklerinin karşılığını alamıyorlardı. Hekimliğin sorunlarına duyarsız
kalamayacağımı, bir şeyler yapmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Tek başıma
bir şey yapamazdım. O tarihte tabip odasına üye olmak zorunluydu. Hekimliğin
sorunları için tabip odasında bir mücadele yürütüldüğünü biliyordum. Ben de
onlara katılabilirdim. Eyüp Hastanesinde çok değerli tabip odası aktivistleri
vardı. Onlarla tanıştım ve peşlerine takılıp tabip odasına gitmeye başladım.
Yıllar sonra tabip odası başkanı olmaya kadar gidecek olan aktivistliğim böyle
başladı.
O zamanlar TTB Merkez Konseyi
İstanbul’da. Hekimler ve diş hekimleri aynı çatı altında. Birlikte çalıştığınız
oda aktivistleri arasında 23 Mayıs 1980 tarihinde Mecidiyeköy’deki evinde demokrasi düşmanlarınca katledilen diş
hekimi Sevinç Özgüner de var. Sevinç Hanım’ı nasıl hatırlıyorsunuz?
Ben
1977 yılından itibaren İstanbul Tabip Odasına devam etmeye başlamıştım. Dediğiniz
gibi o dönemde hekimler ve diş hekimleri Türk Tabipleri Birliği çatısı altında
bir arada bulunuyorlardı. TTB Merkez Konseyi de İstanbul’da bulunuyor ve
İstanbul Tabip Odası binasında faaliyetlerini sürdürüyordu. Haziran 1977’de TTB
26. Büyük Kongresi yapılmıştı. O zaman TTB MK 7 kişiden oluşuyordu. Başkanlığa
Dr. Erdal Atabek seçilmişti. Konseyin diş hekimi üyelerinden biri Sevinç
Özgüner diğeri Sedat Çöloğlu idi. Sevinç Özgüner veznedar üye olarak görev
almıştı. Ben hem İstanbul Tabip Odasının hem de TTB Merkez Konseyinin
düzenlediği toplantılara katılma olanağı buluyordum. İşte diş hekimi Sevinç
Özgüner’i o toplantılarda tanıdım. Toplantılarda hekimliğin sorunlarının yanı
sıra toplumsal sorunlar, barış ve demokrasi sorunları gibi siyasi sorunların da
konuşulduğuna şahit oluyordum. Sevinç Özgüner’in bu konulardaki konuşmalarını
hayranlıkla izliyor ve çok şey öğreniyordum. Sosyalist bilgi birikimini
sağduyusu ile harmanlamış, cesur, soğukkanlı, insan sevgisi ile dolu bir
kişilik çiziyordu. Onu tanıdıkça, toplumsal mücadele çizgimi belirlemede örnek
alabileceğim bir insan olduğu düşüncesi oluşuyordu kafamda. O dönemde TTB
Merkez Konseyi ve İstanbul Tabip Odası yönetimine muhalif hekimler TTB’yi ve
tabip odasını siyaset yapmakla suçluyorlar; “TTB hekimlerin özlük hakları ile
ilgili sorunlarla uğraşacak yerde siyaset yapıyor” diyorlardı. Şunu da
söyleyeyim, bu suçlama halen daha devam ediyor. İlk zamanlar ben de
toplantılardaki siyasi konuşmaları izlerken “Bu eleştiri haklı mı acaba?” diye
bir an için düşünmüştüm. Ancak zaman içinde bu konudaki görüşüm en küçük şüphe
kalmayacak şekilde netleşti. 6023 sayılı yasa TTB’ye hekimlerin sorunlarıyla
uğraşma görevi yanında halkın sağlığı ile ilgili çalışma yapma görevi de
vermekteydi. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı “fiziksel, ruhsal ve sosyal tam iyilik
hali” olarak tanımlamaktadır. Eğer bir ülkede insan hakları, barış ve demokrasi
sorunları varsa, işsizlik varsa, fakirlik varsa, sosyal iyilik halinden söz
edilemez ve insanlar fiziksel ve ruhsal bozukluklara da daha kolay
yakalanırlar. Hekimin görevi yalnızca reçete yazmak, ameliyat yapmak değildir.
Hekimin insanları hasta eden her türlü sorunla ilgilenme ve devlet yönetimini
bu konularda uyarma görevi vardır. Hekim bu anlamda elbette ki siyasetle
uğraşmak zorundadır. İşte benim bu konudaki düşüncemin netleşmesinde Sevinç
Abla’nın büyük katkısı olmuştu. Kendinden büyükler bile ona Sevinç Abla
diyorlardı. Kısaca yaşamından söz etmek isterim. Sevinç Özgüner, o zamanki adıyla Sevinç
Tanık, 1946 yılında tıp fakültesine yazılıyor. O tarihten itibaren ülke
sorunları ile ilgilenmeye başlıyor, birçok etkinlikte yer alıyor. 1951 yılı tevkifatında
tutuklanıyor ve 2 yıl tutuklu kalıyor, işkence görüyor. Sonunda beraat ediyor.
Bu süreçte kaybettiği zamanı telafi etmek için kaydını tıp fakültesinden İ.Ü. Diş
Hekimliği Fakültesine aldırıyor. Diş hekimi olduktan sonra toplumsal sorunlarla
mücadelesini çeşitli alanlarda yılmadan devam ettiriyor. Bunlardan biri de
İstanbul Tabip Odası oluyor. Sevinç Abla 1979 yılında 28. Büyük Kongre’de Dr.
Erdal Atabek’in Başkanlığında, yeniden TTB Merkez Konseyi üyeliğine seçildi. Seçilen
diğer diş hekimi üye Sinan Yıldız idi. Ülke hızla 12 Eylül faşist darbesine
doğru yol alırken devlet yönetimi TTB’nin etkili toplumsal muhalefetinden
rahatsızdı. Faşist güçler özellikle Sevinç Abla’yı hedef olarak seçmişlerdi.
Nihayet 23 Mayıs 1980 günü, sabahın ilk saatlerinde evini basan gözü dönmüş
faşist katiller Sevinç Ablayı ve eşi Vecdi Özgüner’i kurşun yağmuruna tuttular.
Sevinç Özgüner yaşamını kaybetti, eşi ağır yaralandı. Sevinç Özgüner, barış,
özgürlük, kardeşlik ve eşitlik ilkelerine dayalı bir toplum düzeninin
oluşturulması mücadelesi verdiği için öldürüldü. Acısını dün gibi içimde
taşıyorum. Yıllar sonra, 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konseyi üyesi
olarak açılışına katıldığım bir diş hekimliği kongresinde, yaptığım konuşmayı
“Ben barış ve demokrasi mücadelesini bir diş hekiminden, diş hekimi Sevinç
Özgüner’den öğrendim” cümlesi ile bitirmiş ve salonda büyük alkış kopmuştu.
Sevinç Abla hiçbir zaman unutulmayacaktır.
Katledildiği dönemde TTB Merkez
Konsey üyesi olan Sevinç Özgüner adına verilen bir de ödül var. “İstanbul Tabip
Odası Sevinç Özgüner İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi Ödülleri” fikri nasıl
doğdu, gelişti?
Katledildikten
kısa süre sonra, 7 Temmuz 1980’de İstanbul Tabip Odası yönetim kurulu, tabip
odası konferans salonuna, onun adını yaşatmak için, Diş Hekimi Sevinç Özgüner
Toplantı Salonu adını vermeyi kararlaştırdı. İstanbul Tabip Odasında toplantılar
bugün de onun adını taşıyan bu salonda yapılmaktadır. Sürecin devamında 12
Eylül 1980 faşist darbesi geldi. Darbenin ardından en etkili muhalif meslek
örgütlerinden biri olan TTB kapatıldı, tüm evraklarına el kondu. TTB Merkez
Konseyi 141 ve 142'ye muhalefetten Diyarbakır'da yargılandı. 1980 sonrasında Milli
Güvenlik Kurulu'nun sağlık alanındaki çalışmalarına TTB’den dört temsilci
gönderildi. 6023 sayılı TTB yasası 1983 yılında 65 ve 83 sayılı kanun hükmünde
kararnamelerle değişikliğe uğratıldı. Bu değişikliklerle, TTB Merkez Yönetimi
Ankara'ya alındı, asker hekimlerin tabip odalarına üye olması yasaklandı,
kamuda çalışan hekimlerin tabip odalarına üye olma zorunluluğu kaldırıldı. Tahmin
edilebileceği gibi, bu değişikliklerin amacı TTB’nin muhalif gücünü kırmaktı.
Darbe sonrası ilk büyük kongre 1984 yılında Ankara’da yapıldı. Halk sağlığı
duayeni ve 224 Sayılı Sosyalizasyon Yasası’nın mimarı Prof. Dr. Nusret Fişek
TTB Merkez Konseyi başkanı seçildi. Konseyin diş hekimi üyeleri ise Hüsnü
Çuhadar ve Oktay Kural oldu. 1986 yılında diş hekimleri 3224 sayılı yasayla
yeni kurulan Türk Dişhekimleri Birliği içinde yer almak üzere Türk Tabipleri
Birliği'nden ayrılmışlardır. Bu süreçte darbe sonrasında kapatılan İstanbul
Tabip Odası, o tarihte oda başkanı olan Prof. Dr. Coşkun Özdemir tarafından İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığı’na ve İstanbul Valiliği’ne yapılan başvurular sonucunda,
sadece mali işlemler ve üyelik işlemleri yapılmak üzere kısa süre sonra açıldı.
Diş Hekimi Sedat Çöloğlu ve Diş Hekimi Cengiz Özyalçın Darbe sonrasında 1980-84
arasında İstanbul Tabip Odası yönetiminde son diş hekimi üyeler olarak görev
yaptılar. İşte bu dönemdeki çalışmalar sürecinde İstanbul Tabip Odası yönetim
kurulu, Diş Hekimi Sevinç Özgüner’in anısını yaşatmak, insan hakları, barış ve
demokrasi alanında çalışma yapanları onurlandırmak ve bu alanlarda yapılacak
yeni çalışmaları teşvik etmek amacıyla her yıl “Diş Hekimi Sevinç Özgüner İnsan
Hakları Barış ve Demokrasi Ödülü” verilmesini kararlaştırdı. Ödülün koşullarını
ve jüri oluşumunu belirleyen bir yönerge hazırlanarak genel kurulda kabul
edildi. Ödül her yıl 14 Mart Tıp Haftasında açıklanıyor, ama ödül töreni Sevinç
Abla’nın öldürüldüğü gün olan 23 Mayıs’ta İstanbul Tabip Odası’nda onun adını
taşıyan salonda yapılıyor. Bu tören onunla ilgili konuşmaların yapıldığı bir
anma töreni aynı zamanda. Ödül ilk olarak 1986 yılında Barış Derneği davasında
yargılanan eski TTB MK Başkanı Dr. Erdal Atabek’e verilmiştir. Bu yıl ise ödül,
25 Nisan 2022 tarihinde tutuklanan ve hala cezaevinde bulunan Gezi Davası
tutsakları Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Çiğdem Mater, Hakan
Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Osman Kavala'ya verildi.
Yıllarca iyi hekimlik, meslek
hakları, halk sağlığı, barış ve demokrasi için mücadele ederken gün geldi terör
destekçisi olmakla suçlandınız. Güneydoğu sorununun silahla değil, görüşmeler
yapılarak barışçıl yollarla çözülmesini talep eden Barış Akademisyenlerinden
birisiniz. Aynı zamanda 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konsey
üyesiydiniz. Merkez Konsey üyesi olduğunuz dönemde Afrin Harekatı’nın başlaması
üzerine TTB “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı bir basın açıklaması
yaptı. Gerek bu açıklama gerekse 2016’da imzaladığınız ortak bildiri, devlet
yönetimi nezdinde teröre destek olarak değerlendirildi. Dava sürecinde
yaşadıklarınızı, “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğiniz
kararının alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bildiğiniz
gibi 2015 yılı yazı sonlarında başta Şırnak’ın Cizre, Silopi; Diyarbakır’ın
Sur, Mardin’in Nusaybin ilçelerinde olmak üzere, Güneydoğudaki pek çok il ve
ilçede, halkı terörden kurtarmak ve halkın huzur içinde yaşamasını sağlamak
amacıyla operasyonlar başlatılmıştı. Ancak top, tank gibi ağır silahlar
kullanılarak yapılan operasyonlarda çok sayıda insan hakkı ihlali
gerçekleşmekteydi. Çok sayıda bina hasar görmüştü. On binlerce insan
yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalıyordu. Yaşam hakkı ihlalleri
yaşanıyordu. Ölenlerin sayısı yüzlerle ifade edilmeye başlanmıştı. Aylarca süren sokağa çıkma yasakları
sürecinde halkın sağlık hizmetlerine, temiz suya ve yiyeceğe ulaşması mümkün
olmuyordu. Bu operasyonlar sürecinde yazılı ve görsel basında karşılaştığım
haberler, bir insan olarak, bir akademisyen olarak ve amacı insanları yaşatmak
olan bir mesleğin mensubu olarak içimi inanılmaz derecede acıtıyordu. Cizre’de
çatışmalar sırasında ölen 13 yaşındaki Cemile Çağırga’nın sokağa çıkma yasağı
nedeniyle uzun süre defnedilememesi ve cesedinin buzdolabında saklanmak zorunda
kalınması haberi; yaralanan bir kadına yardım etmeye çalışırken kafasından
vurulan sağlık çalışanı Abdülaziz Yural’ın ölüm haberi dayanılır gibi değildi. Aylarca
ağır silah ve bombalama sesleri ile yatıp kalkan çocukların duygu durumunu,
yaşadıkları travmanın ileride onları nasıl etkileyeceğini hayal bile
edemiyordum. Birçok akademisyen gibi ben de Güneydoğudaki sorunun silahla değil
barışçı yollarla çözülmesi gerektiğine inanıyordum. İşte bu duygu durumu
içerisinde cereyan etmekte olan iç yakıcı olayları çaresizlikle izlemekte iken,
Ocak 2016 başında sosyal medyadan, “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları
olarak bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metin önüme geldi. Dikkatle okudum;
metin esas olarak ölümlerin, hak ihlallerinin durdurulmasını, müzakere
koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı barış için çözüm yollarının aranmasını
talep ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bir vatandaş olarak bana devleti
eleştirme ve devletten talepte bulunma hakkı vermektedir. Bu nedenle, Anayasa’nın
ve başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
olmak üzere ülkemin altına imza atmış olduğu ilgili evrensel metinlerin bana
vermiş olduğu haklara istinaden, metindeki ifadelerin düşünce ve ifade
özgürlüğü kapsamında dile getirilebileceğini ve bu kötü gidişin durmasında
yararı olabileceğini düşünerek metni imzaladım. Metin 11 Ocak 2016'da 1128
akademisyenin imzasıyla yayımlandı. Bu bildiri başta Cumhurbaşkanı olmak üzere
devlet yönetimi tarafından teröre destek olarak nitelendirildi. Birçok
akademisyen ihraç edildi. Çok sayıda akademisyen hakkında dava süreci
başlatıldı. Bir kısmı tutuklandı. Bu dava sürecinde birçok akademisyen
arkadaşım gibi 15 ay hapis cezası ile cezalandırıldım. Daha sonra dava süreci
Anayasa Mahkemesine kadar gitti ve sonunda beraat ettik. Bizler de “Barış Akademisyenleri” olarak ülke
tarihine geçtik. İkinci bir dava
sürecini de 2018 yılı başında Afrin operasyonu başladığında TTB Merkez Konseyi
olarak yayınladığımız “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı açıklamamız
nedeniyle yaşadım. Açıklamanın ardından hakkımızda soruşturma başlatıldı ve 30
Ocak 2018 günü sabah saatlerinde 11 arkadaşımla birlikte göz altına alındık.
Ben hastanedeki odamdan, çalışma arkadaşlarımın ve hastalarımın gözü önünde
kelepçe ile çıkarıldım. Bir hafta göz altında kaldık ve sonra tutuksuz
yargılamamız devam etti. Sonuçta “Halkı
kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğimize kanaat getirilerek
20’şer ay hapis cezasına çarptırıldık. Mahkeme heyetinin böyle naif bir açıklamadan
böyle bir suç üretmesinin adaleti sağlamakla hiçbir ilgisinin olmadığı açık. Bu
cezanın tek amacı var: Muhalif hareketlere kalkışacaklara gözdağı vermek. Sonuçta
yüksek mahkeme beraat kararı verdi. Son yirmi yıldır ülke yönetiminde tek adam
rejimine doğru adım adım yapılan değişikliklerin sonucuydu bu. Ama tarih zorla
dayatılan yönetimlerin uzun vadede başarılı olmadığını gösteren örneklerle
dolu. Misyonu insanı yaşatmak olan bir mesleğin mensuplarının yasal örgütü olan
TTB savaşa karşı çıkmaya devam edecektir.
Her yazarın bir meselesi vardır. Dert
edindiği meseleye dair kalemini oynatır. Sizin de anamnez ve fiziki muayene
ritüellerinin giderek kaybolmasına üzüldüğünüz ortada. Kitabın ikinci bölümü olan Anamnez Avcısı’nda
anamnez ve fizik muayenenin önemine dikkat çeken, hayli çarpıcı hasta
hikâyeleri yer alıyor. Anamnez, fizik muayene, yatak başı eğitimi neden bu
kadar önemli?
Evet,
beni “Sağlığın Ölümü” kitabını yazmaya iten sebep, sizin de fark ettiğiniz
gibi, anamnez ve fizik muayenenin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya
olmasıdır. Anamnez ve fizik muayene
hekimlik mesleğinin olmazsa olmaz ritüelleridir. Meslekte 48 yılımı doldurdum. Hastalıkların
teşhisini koymada bilgisayarlı tomografi (kısaca BT), manyetik rezonans
görüntüleme (kısaca MR) gibi ileri teknolojiye dayalı birçok tanı yöntemi
varken anamnez ve fizik muayeneye bu kadar takılmış olmam eski kafalı bir hekim
olduğum algısı yaratabilir. Ama durum öyle değil. Bugün için hiçbir ileri tanı
yöntemi anamnez ve fizik muayenenin önüne geçememiştir. Bunu yalnızca ben
söylemiyorum. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesinde iç hastalıkları profesörü
olan Dr. Abraham Verghese’nin TED portalındaki “Bir doktorun dokunuşu” başlıklı
konuşmasını dinlerseniz aynı şeyleri söylediğini göreceksiniz. Harvard Tıp
Fakültesinin yeni eğitim programı ağırlıklı olarak yatak başı eğitimini öne
çıkaran özelliğe sahiptir. Klinik beceriyi geliştirmek için hasta rolü oynayan
görevlilerin çalıştığı simüle hasta programları ve gerçekçi mankenlerle verilen
hasta başı eğitim programları vardır. İstanbul Tıp Fakültesinde de benzer
program uygulanıyor. Hekim muayene odasına giren hastayı ayakta karşılar, elini
sıkar, “Geçmiş olsun” diyerek onu oturtur. Sonra hasta ile aynı seviyede oturup
göz teması kurarak onu sorgulamaya başlar. Önce hastanın şikayetlerini sorar;
ardından belli bir sıra ile sorgulamaya devam ederek hastanın tüm sağlık
hikayesini öğrenir. Böylece hekim hastanın anamnezini almış olur. Sonra,
hastanın iznini alarak ve onu bilgilendirerek fizik muayene dediğimiz muayeneyi
yapar. Bu iki ritüel için hastaya en az 15-20 dakika vakit ayırmak gerekir. İyi
bir anamnez ve fizik muayene ile hastaların %80’inde teşhis koyulabilir. Anamnez
ve fizik muayene doğru tanı koymanın yanı sıra hekimin hasta ile iyi bir
iletişim kurmasını sağlar. Hekimlik bir sanattır diyoruz ya, aslında hekimlik
hasta ile doğru iletişim kurma sanatıdır. Ben hocalarımdan bunu öğrendim ve
öğrencilerime de bunu aktardım. Hasta ile doğru iletişim kurulmadan hekimlik
yapılamaz. Uzun sözün kısası, anamnez ve fizik muayene olmadan gerçek anlamda
bir hekimlik hizmeti verilemez. Durumun farkında olan tecrübeli bir hekim
olarak, bu kitabı yazmayı mesleğime karşı bir vefa borcu olarak gördüm. İnsanlarda
durum hakkında az da olsa bir farkındalık yaratmayı hayal ettim.
Kitabın son bölümünde tıbbı sedyeye
yatırıyor, onun anamnezini alıyor, fiziki muayenesini yapıyorsunuz. “Can
Çekişen Tıbbın Anamnezi” adlı bölümde tıbbın kelime anlamı, tarihte bilinen ilk hekim İmhotep’ten günümüze
tıbbın tarihi, tıp tarihine geçmiş mühim kimseler, kanıta dayalı tıbbın
gelişmesi yer alıyor. Son olarak ülkemizde sağlık hizmetinin niteliğinin
düşmesine yol açan Sağlıkta Dönüşüm Programı ele alınıyor. SDP’nın yol açtığı
sayısız sorun var elbette. Bunların başında sevk zincirinin kalkmasıyla
üniversite hastanelerinin adeta hizmet hastanesine dönmesi, tıp fakültelerini
bilinçli olarak ekonomik sıkıntıya düşüren politikalar izlenmesi, tıp eğitiminin niteliğinin düşürülmesi yer
alıyor. Siz de yıllarca Tıp Fakültesi’nde hem hastalara hizmet vermiş hem de
gerek lisans gerekse uzmanlık eğitimlerinde binlerce hekimin yetişmesinde emek
vermiş bir akademisyensiniz. SDP bizden neler aldı, götürdü? Telafisi mümkün
mü?
Kitabın
son bölümünde belki hekim olmayan okuyucuların sıkılacağı, onları pek
ilgilendirmeyen, tıp tarihinin kısa bir özetini yapmak istedim. Bu bölümü
yazarken tıp tarihi ile ilgili pek çok kaynağı taradım ve ben de birçok şey
öğrendim. Yeni öğrendiğim bazı bilgileri neden daha önce öğrenmemiş olduğumu
düşünerek hayıflandım. Bu bölüm daha çok hekim okuyucuların işine yarayacaktır.
Bu bölümü yazmamın bir amacı da küresel sermayenin para için nasıl bir birikimi
yok etmeye çalıştığını gözler önüne sermektir.
Gelelim
Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’na. SDP Dünya Bankası ve İMF destekli bir
program. Amacı sağlık alanına yatırım yapan küresel sermayenin 80 milyon nüfuslu
Türkiye pazarından en büyük rantı sağlaması. Tohumu 1982 Anayasasında sağlıkla
ilgili 56. Madde ile atıldı. Bu maddenin esasını devletin özel sektörden hizmet
almasını karar altına alması oluşturuyor. Doksanlı yıllarda programın teorik
çalışması yapıldı. 2002 yılında AKP’nin tek başına iktidar olması ile
uygulamaya konuldu ve yirmi yılın sonunda büyük ölçüde tamamlandı. Çok iyi bir
algı yönetimi ile sağlıkta yapılan değişikliklerin halkın yararına olduğu
izlenimi yaratıldı. Dediğiniz gibi, SDP’nin pek çok olumsuz sonucu var; bana
göre en olumsuz sonucu “kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi” olarak ifade
ettiğimiz, halkın sağlık hizmetine kolayca ulaşmasının sağlanmasıdır. Hekimlere
performansa dayalı ödemenin getirilmesi, birinci basamak sağlık hizmeti alanında
yılların birikim ve tecrübesine sahip sağlık ocaklarının kaldırılıp yerine aile
sağlığı merkezlerinin kurulması, SSK ve devlet hastanelerinin aynı çatı altında
toplanması, sevk zincirinin kaldırılması ve nihayet devasa şehir hastanelerinin
açılması hep bu amaca hizmet eden değişikliklerdir. Bunu sayılarla şöyle ifade
edebiliriz: 2002 yılında Türkiye’de insanlar yılda sadece 3 kere doktora
gidebiliyorlardı. Yirmi yılın sonunda yılda 9 kere doktora gidebiliyorlar. Programın
yürütücüleri hiç hicap duymadan, bunun programın en övünülecek sonuçlarından
biri olduğunu söylüyorlar. Oysa bunun olabilmesi için hastanın hekimle görüşme
süresinin 5 dakikanın altına inmesinden başka bir yol yoktur. Beş dakikada
yeterli anamnez alınamaz ve yeterli fizik muayene yapılamaz. Bu durumda hekim
ve hasta arasında saygı, sevgi ve güvene dayalı bir ilişki kurulamaz. Bu
ilişkinin kurulamaması hekime yönelik şiddetin altında yatan en önemli
nedendir. Hekim kısa muayene süresi nedeniyle ister istemez çok sayıda ve çoğu
gereksiz olan tetkikler istemek durumunda kalır. Ya da kısa muayene süresinde
hekim çareyi hastanın semptomlarına yönelik, tedavi edici olmayan ve çoğu
gereksiz olan ilaçları yazmakta bulur. Bütün bunlar sağlık harcamalarını
artırır. Anjiyografi ve bilgisayarlı tomografi gibi bazı tetkiklerin vücuda
zararlı etkileri de cabası. Kısa muayene süresi hastalıkların tanılarının
konulamamasına, tanının gecikmesine ya da yanlış tanı konulmasına ve yanlış
tedavi uygulanmasına neden olur. Bir meslekte işin doğru ve yasal çerçevede
yapılmaması, hatalı uygulanması durumu Latince kökenli malpraktis kelimesi ile
ifade edilir. Tıbbi malpraktis hekimliğin hatalı uygulanmasıdır. Kısa muayene
süresi tıbbi malpraktisin başta gelen nedenidir. Getirilen sağlık
sisteminde daha çok hasta bakılması için daha çok doktora ihtiyaç var. Bunun
için tıp fakültelerinin sayısını artırmak gerekiyordu. İki bin ikide tıp
fakültesi sayısı elli iken bu sayı 2019 yılında, sekseni devlet tıp fakültesi,
otuz biri özel vakıf tıp fakültesi olmak üzere yüz on bire ulaştı. Yeni açılan
tıp fakültelerinin çoğunun alt yapısı ve akademik kadrosu yetersizdir. Böylece
SDP tıp eğitiminin de yozlaşmasına neden olmuştur. SDP’nın esas amacı sağlığın
ticari bir alan haline getirilmesidir. Yirmi yılın sonunda özel hastane sayısının
%112 oranında artmış olması da bunun gerçekleştiğini gösteriyor. Yıllardır TTB
olarak iyi bir sağlık hizmetinin “ulaşılabilir, nitelikli, herkese eşit ve
ücretsiz” olması gerektiğini söylüyoruz. SDP bu dört koşuldan sadece
ulaşılabilir olma şartını gerçekleştirmiştir. Bu da programın amacının esas
olarak para kazanmak olduğunu göstermektedir. Başka bir ifade ile, SDP ile
küresel sermaye büyük paralar kazanırken Türkiye’de sağlık ölmektedir. Bu
durumun telafisi mümkün müdür? sorusuna da Atatürk’e atfedilen bir sözle cevap
vereyim. “Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır”.
Mesleki çok sayıda yayının ardından
sağlık sisteminin geldiği yeri sorgulayan, hastaların müşteri olarak
görülmesini eleştiren, hekimliğin insani bir hizmet olduğunu hatırlatan bir
kitaba imza atmışsınız. Yazma süreci sizin için nasıl bir deneyimdi? Devamı
gelecek mi?
İyi
anamnez almayı 1979-83 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları
Kürsüsündeki uzmanlık eğitimim sırasında çok değerli hocalarımdan öğrendim.
Yıllardır hastalarımın anamnezini alıp yazıyorum. Anamnez yazmak bir tür hikaye
yazmak gibidir. Cümleleri düzgün kurmak, noktalama işaretlerine dikkat etmek
gerekir. Anamnez yazarken Sait Faik Abasıyanık geçer aklımdan. Böyle bir
düşünce yapısına sahip olmam kitabı yazmamı kolaylaştırdı. Kitabı yazmam
yaklaşık üç yıl sürdü. 2014 yılında İstanbul Tabip Odasında gerçekleştirdiğimiz
bir edebiyat etkinliğinde yazar Füruzan ile tanıştım ve tanışıklığımız sonraki
yıllarda devam etti. Bir görüşmemizde kitap yazma girişimimden bahsettim.
Yazdığım kadarını kendisine göndermemi istedi. Birkaç gün sonra telefonla beni
aradı ve “Hikayelerinize bayıldım. Bu kitabı bir an önce bitirip
yayınlamalısınız” dedi. Doğrusu böyle bir geri dönüş beklemiyordum. Bu sözler beni
cesaretlendirdi ve nihayet kitabı bitirdim. Kitabın bu günlerde yeni bir
Anamnez Avcısı hikayesi eklediğim 2. baskısı yapılıyor. Bir kitap yazma
konusunda daha önce beni teşvik eden kişi ise kanserle mücadelesine yenik
düşerek kaybettiğimiz, İstanbul Tabip Odası ve TTB’nin sıra dışı aktivisti, 30
yıllık mücadele arkadaşım, anestezi uzmanı Dr. Ali Özyurt’tur. Onun “Söz uçar
yazı kalır” kitabı benim ilham kaynağım olmuştur. Özlemle anıyorum. Yazma
kabiliyetimin olduğunu ve tek kitapla kalmamam gerektiğini hissediyorum. Ama
yazacağım ikinci kitabın nasıl bir kitap olacağı hususunda henüz net bir fikir
oluşmuş değil zihnimde. Bu söyleşi için tekrar çok teşekkür ederim. Kitapta
vermek istediğim mesajların çok iyi anlaşıldığını, çok iyi bir okuma
yapıldığını gösteren kapsamlı sorularınız için özellikle teşekkür etmek
istiyorum.
Bizlere bu yararlı söyleşiyi sunduğunuz için, idealist bir doktorla tanışmamızı sağladığınız için ve mutlaka okumamız gereken bir kitaptan haberdar etiğiniz için sonsuz teşekkürler.
YanıtlaSilPek çok olumsuzluğun yaşandığı bugünlerde az da olsa güzel haberler içimizi aydınlatıyor, yaşama umudumuzu arttırıyor.
Okumanızı tavsiye ederim. Taner Hoca'nın çok akıcı bir anlatımı var. Bireysel hikâyesi üzerinden sağlık sisteminin dününü, bugününü, sistemin zayıf ve riskli yönlerini çok güzel aktarmış. Beğeneceğinizi düşünüyorum.
Sil