28 Eylül 2023 Perşembe

Prof. Dr. Taner Gören ile söyleşi

İki dönem İstanbul Tabip Odası başkanlığını yürütmüş, bir dönem Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyesi olarak çalışmış kardiyolog Prof. Dr. Taner Gören ile TDB Dergi 204. sayıda "Sağlığın Ölümü" kitabını odağa alarak bir söyleşi gerçekleştirdik. Sağlıkta Dönüşüm Programının, artan tıp fakülte sayısı, öğrenci alımlarının arttırılması vb. mesleki problemlerin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dair güzel bir çerçeve çizen söyleşiyi okuduğunuzda sağlık neden can çekişiyor, sağlıkta şiddeti neler körüklüyor, hekimler neden göç etmek istiyor, neden canlarına kıyıyor, hepsini anlamak mümkün. Sağlıkçı olun, olmayın, okumanızı salık veririm. Söyleşiyi dergiden okumak için buraya

                                                                  *

                                                  "Harcamalar artarken sağlık ölüyor"


Ayrıntı Yayınları Beyaz Kitaplar dizisinden çıkan “Sağlığın Ölümü” klinik tıbbın piyasa baskısı altında finans temelli tıbba dönüştürülmesi ve bunun halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri üzerine bir kitap. Kitabı üç bölüm halinde yazdığınızı görüyoruz. “Bir Hekim Yetişiyor” adlı ilk bölümde 1958 yılında Ardeşen’de başlayan ilköğretim sürecinden Tıp Fakültesi’ne, uzmanlığa, akademisyenliğe ve emekliliğe uzanan hayat hikâyenizi okuyoruz. Askerlik sonrası İstanbul’a döndüğünüzde SSK Eyüp Hastanesi Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim olarak çalışmaya başlıyorsunuz. Bu yıllar sizin aynı zamanda meslek sorunlarının farkına varıp İstanbul Tabip Odası’nda çalışmaya başladığınız dönem. Dilerseniz sizi Tabip Odası aktivistliğine yönelten sebepler ve ortamla başlayalım sohbetimize.

Öncelikle bu söyleşi fırsatını bana verdiğiniz için teşekkür ederim. “Sağlığın Ölümü” isimli kitabımın önsözünde de söylediğim gibi, makine mühendisi olacakken tesadüfen doktor oldum. Geriye dönüp baktığımda iyi ki öyle olmuş diyorum. Meslekte 48 yılı geride bıraktım. Meslek yaşamıma askerlikte başladım. Samsun’daki 3 aylık eğitimden sonra 15 ay tabip asteğmen olarak bir askeri birliğin revirinde çalıştım. Bu süreçte en büyük korkum bilgi ve beceri yetersizliği nedeniyle hastalara zararlı olmaktı. Altı yıllık tıp eğitimi sürecinde hocalarımız “primum non nocere” yani “önce zarar verme” öz deyişini kafamıza kazımışlardı. Askerlik bitince bir süre işsiz kaldım. Mayıs 1977’de SSK Eyüp Hastanesi bünyesinde kurulu olan Meslek Hastalıkları Kliniği’nde pratisyen hekim kadrosuna atandım. Hastane başhekimi, Türkiye’de meslek hastalıklarının duayenlerinden Dr. Haldun Sirer idi. Meslek Hastalıkları Kliniği’nde, adı üzerinde, mesleklerinden dolayı hasta olan insanların muayene ve tedavileri yapılmaktaydı. Bizim çalışma şeklimiz sigorta hastanesi kısmındaki çalışmadan farklıydı. Polikliniğe ilk kez başvuran hastaya en az yarım saat zaman ayırıyorduk. Önce mesleki anamnezini alıyorduk. Sonra şikayetlerinin hikayesini sorguluyorduk. Sonra tepeden tırnağa ayrıntılı fizik muayenesini yapıyorduk. Sigorta hastanesi bölümünde de pratisyen hekim arkadaşlar vardı. Onlar da poliklinik yapıyorlardı. Onların kapılarının önü hastadan geçilmiyordu. Uzman hekimlerin poliklinik odalarının önü de farklı değildi. Hastaların odaya girişi ile çıkışı bir oluyordu. Ellerinde ya bir reçete ya da bir tetkik listesi oluyordu. Okulda bize öğretilen hekimlikle burada uygulanan hekimlik birbirine uymuyordu. Hekimler anamnez almadan, fizik muayene yapmadan hekimlik yapıyorlardı. Bu kabul edilebilir bir şey değildi. Çalışmaya başladıktan kısa süre sonra bu ülkede sağlık sisteminin hiç de sağlıklı olmadığını fark ettim. Sağlık hizmeti yetersizdi. Sağlık çalışanları emeklerinin karşılığını alamıyorlardı. Hekimliğin sorunlarına duyarsız kalamayacağımı, bir şeyler yapmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Tek başıma bir şey yapamazdım. O tarihte tabip odasına üye olmak zorunluydu. Hekimliğin sorunları için tabip odasında bir mücadele yürütüldüğünü biliyordum. Ben de onlara katılabilirdim. Eyüp Hastanesinde çok değerli tabip odası aktivistleri vardı. Onlarla tanıştım ve peşlerine takılıp tabip odasına gitmeye başladım. Yıllar sonra tabip odası başkanı olmaya kadar gidecek olan aktivistliğim böyle başladı.                  

O zamanlar TTB Merkez Konseyi İstanbul’da. Hekimler ve diş hekimleri aynı çatı altında. Birlikte çalıştığınız oda aktivistleri arasında 23 Mayıs 1980 tarihinde Mecidiyeköy’deki evinde   demokrasi düşmanlarınca katledilen diş hekimi Sevinç Özgüner de var. Sevinç Hanım’ı nasıl hatırlıyorsunuz?

Ben 1977 yılından itibaren İstanbul Tabip Odasına devam etmeye başlamıştım. Dediğiniz gibi o dönemde hekimler ve diş hekimleri Türk Tabipleri Birliği çatısı altında bir arada bulunuyorlardı. TTB Merkez Konseyi de İstanbul’da bulunuyor ve İstanbul Tabip Odası binasında faaliyetlerini sürdürüyordu. Haziran 1977’de TTB 26. Büyük Kongresi yapılmıştı. O zaman TTB MK 7 kişiden oluşuyordu. Başkanlığa Dr. Erdal Atabek seçilmişti. Konseyin diş hekimi üyelerinden biri Sevinç Özgüner diğeri Sedat Çöloğlu idi. Sevinç Özgüner veznedar üye olarak görev almıştı. Ben hem İstanbul Tabip Odasının hem de TTB Merkez Konseyinin düzenlediği toplantılara katılma olanağı buluyordum. İşte diş hekimi Sevinç Özgüner’i o toplantılarda tanıdım. Toplantılarda hekimliğin sorunlarının yanı sıra toplumsal sorunlar, barış ve demokrasi sorunları gibi siyasi sorunların da konuşulduğuna şahit oluyordum. Sevinç Özgüner’in bu konulardaki konuşmalarını hayranlıkla izliyor ve çok şey öğreniyordum. Sosyalist bilgi birikimini sağduyusu ile harmanlamış, cesur, soğukkanlı, insan sevgisi ile dolu bir kişilik çiziyordu. Onu tanıdıkça, toplumsal mücadele çizgimi belirlemede örnek alabileceğim bir insan olduğu düşüncesi oluşuyordu kafamda. O dönemde TTB Merkez Konseyi ve İstanbul Tabip Odası yönetimine muhalif hekimler TTB’yi ve tabip odasını siyaset yapmakla suçluyorlar; “TTB hekimlerin özlük hakları ile ilgili sorunlarla uğraşacak yerde siyaset yapıyor” diyorlardı. Şunu da söyleyeyim, bu suçlama halen daha devam ediyor. İlk zamanlar ben de toplantılardaki siyasi konuşmaları izlerken “Bu eleştiri haklı mı acaba?” diye bir an için düşünmüştüm. Ancak zaman içinde bu konudaki görüşüm en küçük şüphe kalmayacak şekilde netleşti. 6023 sayılı yasa TTB’ye hekimlerin sorunlarıyla uğraşma görevi yanında halkın sağlığı ile ilgili çalışma yapma görevi de vermekteydi. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı “fiziksel, ruhsal ve sosyal tam iyilik hali” olarak tanımlamaktadır. Eğer bir ülkede insan hakları, barış ve demokrasi sorunları varsa, işsizlik varsa, fakirlik varsa, sosyal iyilik halinden söz edilemez ve insanlar fiziksel ve ruhsal bozukluklara da daha kolay yakalanırlar. Hekimin görevi yalnızca reçete yazmak, ameliyat yapmak değildir. Hekimin insanları hasta eden her türlü sorunla ilgilenme ve devlet yönetimini bu konularda uyarma görevi vardır. Hekim bu anlamda elbette ki siyasetle uğraşmak zorundadır. İşte benim bu konudaki düşüncemin netleşmesinde Sevinç Abla’nın büyük katkısı olmuştu. Kendinden büyükler bile ona Sevinç Abla diyorlardı. Kısaca yaşamından söz etmek isterim.  Sevinç Özgüner, o zamanki adıyla Sevinç Tanık, 1946 yılında tıp fakültesine yazılıyor. O tarihten itibaren ülke sorunları ile ilgilenmeye başlıyor, birçok etkinlikte yer alıyor. 1951 yılı tevkifatında tutuklanıyor ve 2 yıl tutuklu kalıyor, işkence görüyor. Sonunda beraat ediyor. Bu süreçte kaybettiği zamanı telafi etmek için kaydını tıp fakültesinden İ.Ü. Diş Hekimliği Fakültesine aldırıyor. Diş hekimi olduktan sonra toplumsal sorunlarla mücadelesini çeşitli alanlarda yılmadan devam ettiriyor. Bunlardan biri de İstanbul Tabip Odası oluyor. Sevinç Abla 1979 yılında 28. Büyük Kongre’de Dr. Erdal Atabek’in Başkanlığında, yeniden TTB Merkez Konseyi üyeliğine seçildi. Seçilen diğer diş hekimi üye Sinan Yıldız idi. Ülke hızla 12 Eylül faşist darbesine doğru yol alırken devlet yönetimi TTB’nin etkili toplumsal muhalefetinden rahatsızdı. Faşist güçler özellikle Sevinç Abla’yı hedef olarak seçmişlerdi. Nihayet 23 Mayıs 1980 günü, sabahın ilk saatlerinde evini basan gözü dönmüş faşist katiller Sevinç Ablayı ve eşi Vecdi Özgüner’i kurşun yağmuruna tuttular. Sevinç Özgüner yaşamını kaybetti, eşi ağır yaralandı. Sevinç Özgüner, barış, özgürlük, kardeşlik ve eşitlik ilkelerine dayalı bir toplum düzeninin oluşturulması mücadelesi verdiği için öldürüldü. Acısını dün gibi içimde taşıyorum. Yıllar sonra, 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konseyi üyesi olarak açılışına katıldığım bir diş hekimliği kongresinde, yaptığım konuşmayı “Ben barış ve demokrasi mücadelesini bir diş hekiminden, diş hekimi Sevinç Özgüner’den öğrendim” cümlesi ile bitirmiş ve salonda büyük alkış kopmuştu. Sevinç Abla hiçbir zaman unutulmayacaktır.               

Katledildiği dönemde TTB Merkez Konsey üyesi olan Sevinç Özgüner adına verilen bir de ödül var. “İstanbul Tabip Odası Sevinç Özgüner İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi Ödülleri” fikri nasıl doğdu, gelişti?

Katledildikten kısa süre sonra, 7 Temmuz 1980’de İstanbul Tabip Odası yönetim kurulu, tabip odası konferans salonuna, onun adını yaşatmak için, Diş Hekimi Sevinç Özgüner Toplantı Salonu adını vermeyi kararlaştırdı. İstanbul Tabip Odasında toplantılar bugün de onun adını taşıyan bu salonda yapılmaktadır. Sürecin devamında 12 Eylül 1980 faşist darbesi geldi. Darbenin ardından en etkili muhalif meslek örgütlerinden biri olan TTB kapatıldı, tüm evraklarına el kondu. TTB Merkez Konseyi 141 ve 142'ye muhalefetten Diyarbakır'da yargılandı. 1980 sonrasında Milli Güvenlik Kurulu'nun sağlık alanındaki çalışmalarına TTB’den dört temsilci gönderildi. 6023 sayılı TTB yasası 1983 yılında 65 ve 83 sayılı kanun hükmünde kararnamelerle değişikliğe uğratıldı. Bu değişikliklerle, TTB Merkez Yönetimi Ankara'ya alındı, asker hekimlerin tabip odalarına üye olması yasaklandı, kamuda çalışan hekimlerin tabip odalarına üye olma zorunluluğu kaldırıldı. Tahmin edilebileceği gibi, bu değişikliklerin amacı TTB’nin muhalif gücünü kırmaktı. Darbe sonrası ilk büyük kongre 1984 yılında Ankara’da yapıldı. Halk sağlığı duayeni ve 224 Sayılı Sosyalizasyon Yasası’nın mimarı Prof. Dr. Nusret Fişek TTB Merkez Konseyi başkanı seçildi. Konseyin diş hekimi üyeleri ise Hüsnü Çuhadar ve Oktay Kural oldu. 1986 yılında diş hekimleri 3224 sayılı yasayla yeni kurulan Türk Dişhekimleri Birliği içinde yer almak üzere Türk Tabipleri Birliği'nden ayrılmışlardır. Bu süreçte darbe sonrasında kapatılan İstanbul Tabip Odası, o tarihte oda başkanı olan Prof. Dr. Coşkun Özdemir tarafından İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na ve İstanbul Valiliği’ne yapılan başvurular sonucunda, sadece mali işlemler ve üyelik işlemleri yapılmak üzere kısa süre sonra açıldı. Diş Hekimi Sedat Çöloğlu ve Diş Hekimi Cengiz Özyalçın Darbe sonrasında 1980-84 arasında İstanbul Tabip Odası yönetiminde son diş hekimi üyeler olarak görev yaptılar. İşte bu dönemdeki çalışmalar sürecinde İstanbul Tabip Odası yönetim kurulu, Diş Hekimi Sevinç Özgüner’in anısını yaşatmak, insan hakları, barış ve demokrasi alanında çalışma yapanları onurlandırmak ve bu alanlarda yapılacak yeni çalışmaları teşvik etmek amacıyla her yıl “Diş Hekimi Sevinç Özgüner İnsan Hakları Barış ve Demokrasi Ödülü” verilmesini kararlaştırdı. Ödülün koşullarını ve jüri oluşumunu belirleyen bir yönerge hazırlanarak genel kurulda kabul edildi. Ödül her yıl 14 Mart Tıp Haftasında açıklanıyor, ama ödül töreni Sevinç Abla’nın öldürüldüğü gün olan 23 Mayıs’ta İstanbul Tabip Odası’nda onun adını taşıyan salonda yapılıyor. Bu tören onunla ilgili konuşmaların yapıldığı bir anma töreni aynı zamanda. Ödül ilk olarak 1986 yılında Barış Derneği davasında yargılanan eski TTB MK Başkanı Dr. Erdal Atabek’e verilmiştir. Bu yıl ise ödül, 25 Nisan 2022 tarihinde tutuklanan ve hala cezaevinde bulunan Gezi Davası tutsakları Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Osman Kavala'ya verildi.

Yıllarca iyi hekimlik, meslek hakları, halk sağlığı, barış ve demokrasi için mücadele ederken gün geldi terör destekçisi olmakla suçlandınız. Güneydoğu sorununun silahla değil, görüşmeler yapılarak barışçıl yollarla çözülmesini talep eden Barış Akademisyenlerinden birisiniz. Aynı zamanda 2016-2018 yılları arasında TTB Merkez Konsey üyesiydiniz. Merkez Konsey üyesi olduğunuz dönemde Afrin Harekatı’nın başlaması üzerine TTB “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı bir basın açıklaması yaptı. Gerek bu açıklama gerekse 2016’da imzaladığınız ortak bildiri, devlet yönetimi nezdinde teröre destek olarak değerlendirildi. Dava sürecinde yaşadıklarınızı, “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğiniz kararının alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bildiğiniz gibi 2015 yılı yazı sonlarında başta Şırnak’ın Cizre, Silopi; Diyarbakır’ın Sur, Mardin’in Nusaybin ilçelerinde olmak üzere, Güneydoğudaki pek çok il ve ilçede, halkı terörden kurtarmak ve halkın huzur içinde yaşamasını sağlamak amacıyla operasyonlar başlatılmıştı. Ancak top, tank gibi ağır silahlar kullanılarak yapılan operasyonlarda çok sayıda insan hakkı ihlali gerçekleşmekteydi. Çok sayıda bina hasar görmüştü. On binlerce insan yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalıyordu. Yaşam hakkı ihlalleri yaşanıyordu. Ölenlerin sayısı yüzlerle ifade edilmeye başlanmıştı.  Aylarca süren sokağa çıkma yasakları sürecinde halkın sağlık hizmetlerine, temiz suya ve yiyeceğe ulaşması mümkün olmuyordu. Bu operasyonlar sürecinde yazılı ve görsel basında karşılaştığım haberler, bir insan olarak, bir akademisyen olarak ve amacı insanları yaşatmak olan bir mesleğin mensubu olarak içimi inanılmaz derecede acıtıyordu. Cizre’de çatışmalar sırasında ölen 13 yaşındaki Cemile Çağırga’nın sokağa çıkma yasağı nedeniyle uzun süre defnedilememesi ve cesedinin buzdolabında saklanmak zorunda kalınması haberi; yaralanan bir kadına yardım etmeye çalışırken kafasından vurulan sağlık çalışanı Abdülaziz Yural’ın ölüm haberi dayanılır gibi değildi. Aylarca ağır silah ve bombalama sesleri ile yatıp kalkan çocukların duygu durumunu, yaşadıkları travmanın ileride onları nasıl etkileyeceğini hayal bile edemiyordum. Birçok akademisyen gibi ben de Güneydoğudaki sorunun silahla değil barışçı yollarla çözülmesi gerektiğine inanıyordum. İşte bu duygu durumu içerisinde cereyan etmekte olan iç yakıcı olayları çaresizlikle izlemekte iken, Ocak 2016 başında sosyal medyadan, “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metin önüme geldi. Dikkatle okudum; metin esas olarak ölümlerin, hak ihlallerinin durdurulmasını, müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı barış için çözüm yollarının aranmasını talep ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bir vatandaş olarak bana devleti eleştirme ve devletten talepte bulunma hakkı vermektedir. Bu nedenle, Anayasa’nın ve başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere ülkemin altına imza atmış olduğu ilgili evrensel metinlerin bana vermiş olduğu haklara istinaden, metindeki ifadelerin düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında dile getirilebileceğini ve bu kötü gidişin durmasında yararı olabileceğini düşünerek metni imzaladım. Metin 11 Ocak 2016'da 1128 akademisyenin imzasıyla yayımlandı. Bu bildiri başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devlet yönetimi tarafından teröre destek olarak nitelendirildi. Birçok akademisyen ihraç edildi. Çok sayıda akademisyen hakkında dava süreci başlatıldı. Bir kısmı tutuklandı. Bu dava sürecinde birçok akademisyen arkadaşım gibi 15 ay hapis cezası ile cezalandırıldım. Daha sonra dava süreci Anayasa Mahkemesine kadar gitti ve sonunda beraat ettik.  Bizler de “Barış Akademisyenleri” olarak ülke tarihine geçtik.  İkinci bir dava sürecini de 2018 yılı başında Afrin operasyonu başladığında TTB Merkez Konseyi olarak yayınladığımız “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” başlıklı açıklamamız nedeniyle yaşadım. Açıklamanın ardından hakkımızda soruşturma başlatıldı ve 30 Ocak 2018 günü sabah saatlerinde 11 arkadaşımla birlikte göz altına alındık. Ben hastanedeki odamdan, çalışma arkadaşlarımın ve hastalarımın gözü önünde kelepçe ile çıkarıldım. Bir hafta göz altında kaldık ve sonra tutuksuz yargılamamız devam etti.  Sonuçta “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu işlediğimize kanaat getirilerek 20’şer ay hapis cezasına çarptırıldık. Mahkeme heyetinin böyle naif bir açıklamadan böyle bir suç üretmesinin adaleti sağlamakla hiçbir ilgisinin olmadığı açık. Bu cezanın tek amacı var: Muhalif hareketlere kalkışacaklara gözdağı vermek. Sonuçta yüksek mahkeme beraat kararı verdi. Son yirmi yıldır ülke yönetiminde tek adam rejimine doğru adım adım yapılan değişikliklerin sonucuydu bu. Ama tarih zorla dayatılan yönetimlerin uzun vadede başarılı olmadığını gösteren örneklerle dolu. Misyonu insanı yaşatmak olan bir mesleğin mensuplarının yasal örgütü olan TTB savaşa karşı çıkmaya devam edecektir.   

Her yazarın bir meselesi vardır. Dert edindiği meseleye dair kalemini oynatır. Sizin de anamnez ve fiziki muayene ritüellerinin giderek kaybolmasına üzüldüğünüz ortada.  Kitabın ikinci bölümü olan Anamnez Avcısı’nda anamnez ve fizik muayenenin önemine dikkat çeken, hayli çarpıcı hasta hikâyeleri yer alıyor. Anamnez, fizik muayene, yatak başı eğitimi neden bu kadar önemli?

Evet, beni “Sağlığın Ölümü” kitabını yazmaya iten sebep, sizin de fark ettiğiniz gibi, anamnez ve fizik muayenenin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olmasıdır.  Anamnez ve fizik muayene hekimlik mesleğinin olmazsa olmaz ritüelleridir. Meslekte 48 yılımı doldurdum. Hastalıkların teşhisini koymada bilgisayarlı tomografi (kısaca BT), manyetik rezonans görüntüleme (kısaca MR) gibi ileri teknolojiye dayalı birçok tanı yöntemi varken anamnez ve fizik muayeneye bu kadar takılmış olmam eski kafalı bir hekim olduğum algısı yaratabilir. Ama durum öyle değil. Bugün için hiçbir ileri tanı yöntemi anamnez ve fizik muayenenin önüne geçememiştir. Bunu yalnızca ben söylemiyorum. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesinde iç hastalıkları profesörü olan Dr. Abraham Verghese’nin TED portalındaki “Bir doktorun dokunuşu” başlıklı konuşmasını dinlerseniz aynı şeyleri söylediğini göreceksiniz. Harvard Tıp Fakültesinin yeni eğitim programı ağırlıklı olarak yatak başı eğitimini öne çıkaran özelliğe sahiptir. Klinik beceriyi geliştirmek için hasta rolü oynayan görevlilerin çalıştığı simüle hasta programları ve gerçekçi mankenlerle verilen hasta başı eğitim programları vardır. İstanbul Tıp Fakültesinde de benzer program uygulanıyor. Hekim muayene odasına giren hastayı ayakta karşılar, elini sıkar, “Geçmiş olsun” diyerek onu oturtur. Sonra hasta ile aynı seviyede oturup göz teması kurarak onu sorgulamaya başlar. Önce hastanın şikayetlerini sorar; ardından belli bir sıra ile sorgulamaya devam ederek hastanın tüm sağlık hikayesini öğrenir. Böylece hekim hastanın anamnezini almış olur. Sonra, hastanın iznini alarak ve onu bilgilendirerek fizik muayene dediğimiz muayeneyi yapar. Bu iki ritüel için hastaya en az 15-20 dakika vakit ayırmak gerekir. İyi bir anamnez ve fizik muayene ile hastaların %80’inde teşhis koyulabilir. Anamnez ve fizik muayene doğru tanı koymanın yanı sıra hekimin hasta ile iyi bir iletişim kurmasını sağlar. Hekimlik bir sanattır diyoruz ya, aslında hekimlik hasta ile doğru iletişim kurma sanatıdır. Ben hocalarımdan bunu öğrendim ve öğrencilerime de bunu aktardım. Hasta ile doğru iletişim kurulmadan hekimlik yapılamaz. Uzun sözün kısası, anamnez ve fizik muayene olmadan gerçek anlamda bir hekimlik hizmeti verilemez. Durumun farkında olan tecrübeli bir hekim olarak, bu kitabı yazmayı mesleğime karşı bir vefa borcu olarak gördüm. İnsanlarda durum hakkında az da olsa bir farkındalık yaratmayı hayal ettim.

Kitabın son bölümünde tıbbı sedyeye yatırıyor, onun anamnezini alıyor, fiziki muayenesini yapıyorsunuz. “Can Çekişen Tıbbın Anamnezi” adlı bölümde tıbbın kelime anlamı,  tarihte bilinen ilk hekim İmhotep’ten günümüze tıbbın tarihi, tıp tarihine geçmiş mühim kimseler, kanıta dayalı tıbbın gelişmesi yer alıyor. Son olarak ülkemizde sağlık hizmetinin niteliğinin düşmesine yol açan Sağlıkta Dönüşüm Programı ele alınıyor. SDP’nın yol açtığı sayısız sorun var elbette. Bunların başında sevk zincirinin kalkmasıyla üniversite hastanelerinin adeta hizmet hastanesine dönmesi, tıp fakültelerini bilinçli olarak ekonomik sıkıntıya düşüren politikalar izlenmesi,  tıp eğitiminin niteliğinin düşürülmesi yer alıyor. Siz de yıllarca Tıp Fakültesi’nde hem hastalara hizmet vermiş hem de gerek lisans gerekse uzmanlık eğitimlerinde binlerce hekimin yetişmesinde emek vermiş bir akademisyensiniz. SDP bizden neler aldı, götürdü? Telafisi mümkün mü?

Kitabın son bölümünde belki hekim olmayan okuyucuların sıkılacağı, onları pek ilgilendirmeyen, tıp tarihinin kısa bir özetini yapmak istedim. Bu bölümü yazarken tıp tarihi ile ilgili pek çok kaynağı taradım ve ben de birçok şey öğrendim. Yeni öğrendiğim bazı bilgileri neden daha önce öğrenmemiş olduğumu düşünerek hayıflandım. Bu bölüm daha çok hekim okuyucuların işine yarayacaktır. Bu bölümü yazmamın bir amacı da küresel sermayenin para için nasıl bir birikimi yok etmeye çalıştığını gözler önüne sermektir.

Gelelim Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’na. SDP Dünya Bankası ve İMF destekli bir program. Amacı sağlık alanına yatırım yapan küresel sermayenin 80 milyon nüfuslu Türkiye pazarından en büyük rantı sağlaması. Tohumu 1982 Anayasasında sağlıkla ilgili 56. Madde ile atıldı. Bu maddenin esasını devletin özel sektörden hizmet almasını karar altına alması oluşturuyor. Doksanlı yıllarda programın teorik çalışması yapıldı. 2002 yılında AKP’nin tek başına iktidar olması ile uygulamaya konuldu ve yirmi yılın sonunda büyük ölçüde tamamlandı. Çok iyi bir algı yönetimi ile sağlıkta yapılan değişikliklerin halkın yararına olduğu izlenimi yaratıldı. Dediğiniz gibi, SDP’nin pek çok olumsuz sonucu var; bana göre en olumsuz sonucu “kışkırtılmış sağlık hizmeti talebi” olarak ifade ettiğimiz, halkın sağlık hizmetine kolayca ulaşmasının sağlanmasıdır. Hekimlere performansa dayalı ödemenin getirilmesi, birinci basamak sağlık hizmeti alanında yılların birikim ve tecrübesine sahip sağlık ocaklarının kaldırılıp yerine aile sağlığı merkezlerinin kurulması, SSK ve devlet hastanelerinin aynı çatı altında toplanması, sevk zincirinin kaldırılması ve nihayet devasa şehir hastanelerinin açılması hep bu amaca hizmet eden değişikliklerdir. Bunu sayılarla şöyle ifade edebiliriz: 2002 yılında Türkiye’de insanlar yılda sadece 3 kere doktora gidebiliyorlardı. Yirmi yılın sonunda yılda 9 kere doktora gidebiliyorlar. Programın yürütücüleri hiç hicap duymadan, bunun programın en övünülecek sonuçlarından biri olduğunu söylüyorlar. Oysa bunun olabilmesi için hastanın hekimle görüşme süresinin 5 dakikanın altına inmesinden başka bir yol yoktur. Beş dakikada yeterli anamnez alınamaz ve yeterli fizik muayene yapılamaz. Bu durumda hekim ve hasta arasında saygı, sevgi ve güvene dayalı bir ilişki kurulamaz. Bu ilişkinin kurulamaması hekime yönelik şiddetin altında yatan en önemli nedendir. Hekim kısa muayene süresi nedeniyle ister istemez çok sayıda ve çoğu gereksiz olan tetkikler istemek durumunda kalır. Ya da kısa muayene süresinde hekim çareyi hastanın semptomlarına yönelik, tedavi edici olmayan ve çoğu gereksiz olan ilaçları yazmakta bulur. Bütün bunlar sağlık harcamalarını artırır. Anjiyografi ve bilgisayarlı tomografi gibi bazı tetkiklerin vücuda zararlı etkileri de cabası. Kısa muayene süresi hastalıkların tanılarının konulamamasına, tanının gecikmesine ya da yanlış tanı konulmasına ve yanlış tedavi uygulanmasına neden olur. Bir meslekte işin doğru ve yasal çerçevede yapılmaması, hatalı uygulanması durumu Latince kökenli malpraktis kelimesi ile ifade edilir. Tıbbi malpraktis hekimliğin hatalı uygulanmasıdır. Kısa muayene süresi tıbbi malpraktisin başta gelen nedenidir. Getirilen sağlık sisteminde daha çok hasta bakılması için daha çok doktora ihtiyaç var. Bunun için tıp fakültelerinin sayısını artırmak gerekiyordu. İki bin ikide tıp fakültesi sayısı elli iken bu sayı 2019 yılında, sekseni devlet tıp fakültesi, otuz biri özel vakıf tıp fakültesi olmak üzere yüz on bire ulaştı. Yeni açılan tıp fakültelerinin çoğunun alt yapısı ve akademik kadrosu yetersizdir. Böylece SDP tıp eğitiminin de yozlaşmasına neden olmuştur. SDP’nın esas amacı sağlığın ticari bir alan haline getirilmesidir. Yirmi yılın sonunda özel hastane sayısının %112 oranında artmış olması da bunun gerçekleştiğini gösteriyor. Yıllardır TTB olarak iyi bir sağlık hizmetinin “ulaşılabilir, nitelikli, herkese eşit ve ücretsiz” olması gerektiğini söylüyoruz. SDP bu dört koşuldan sadece ulaşılabilir olma şartını gerçekleştirmiştir. Bu da programın amacının esas olarak para kazanmak olduğunu göstermektedir. Başka bir ifade ile, SDP ile küresel sermaye büyük paralar kazanırken Türkiye’de sağlık ölmektedir. Bu durumun telafisi mümkün müdür? sorusuna da Atatürk’e atfedilen bir sözle cevap vereyim. “Umutsuz durum yoktur, umutsuz insan vardır”.

Mesleki çok sayıda yayının ardından sağlık sisteminin geldiği yeri sorgulayan, hastaların müşteri olarak görülmesini eleştiren, hekimliğin insani bir hizmet olduğunu hatırlatan bir kitaba imza atmışsınız. Yazma süreci sizin için nasıl bir deneyimdi? Devamı gelecek mi?

İyi anamnez almayı 1979-83 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kürsüsündeki uzmanlık eğitimim sırasında çok değerli hocalarımdan öğrendim. Yıllardır hastalarımın anamnezini alıp yazıyorum. Anamnez yazmak bir tür hikaye yazmak gibidir. Cümleleri düzgün kurmak, noktalama işaretlerine dikkat etmek gerekir. Anamnez yazarken Sait Faik Abasıyanık geçer aklımdan. Böyle bir düşünce yapısına sahip olmam kitabı yazmamı kolaylaştırdı. Kitabı yazmam yaklaşık üç yıl sürdü. 2014 yılında İstanbul Tabip Odasında gerçekleştirdiğimiz bir edebiyat etkinliğinde yazar Füruzan ile tanıştım ve tanışıklığımız sonraki yıllarda devam etti. Bir görüşmemizde kitap yazma girişimimden bahsettim. Yazdığım kadarını kendisine göndermemi istedi. Birkaç gün sonra telefonla beni aradı ve “Hikayelerinize bayıldım. Bu kitabı bir an önce bitirip yayınlamalısınız” dedi. Doğrusu böyle bir geri dönüş beklemiyordum. Bu sözler beni cesaretlendirdi ve nihayet kitabı bitirdim. Kitabın bu günlerde yeni bir Anamnez Avcısı hikayesi eklediğim 2. baskısı yapılıyor. Bir kitap yazma konusunda daha önce beni teşvik eden kişi ise kanserle mücadelesine yenik düşerek kaybettiğimiz, İstanbul Tabip Odası ve TTB’nin sıra dışı aktivisti, 30 yıllık mücadele arkadaşım, anestezi uzmanı Dr. Ali Özyurt’tur. Onun “Söz uçar yazı kalır” kitabı benim ilham kaynağım olmuştur. Özlemle anıyorum. Yazma kabiliyetimin olduğunu ve tek kitapla kalmamam gerektiğini hissediyorum. Ama yazacağım ikinci kitabın nasıl bir kitap olacağı hususunda henüz net bir fikir oluşmuş değil zihnimde. Bu söyleşi için tekrar çok teşekkür ederim. Kitapta vermek istediğim mesajların çok iyi anlaşıldığını, çok iyi bir okuma yapıldığını gösteren kapsamlı sorularınız için özellikle teşekkür etmek istiyorum.      

 

 

 

2 yorum:

  1. Bizlere bu yararlı söyleşiyi sunduğunuz için, idealist bir doktorla tanışmamızı sağladığınız için ve mutlaka okumamız gereken bir kitaptan haberdar etiğiniz için sonsuz teşekkürler.
    Pek çok olumsuzluğun yaşandığı bugünlerde az da olsa güzel haberler içimizi aydınlatıyor, yaşama umudumuzu arttırıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okumanızı tavsiye ederim. Taner Hoca'nın çok akıcı bir anlatımı var. Bireysel hikâyesi üzerinden sağlık sisteminin dününü, bugününü, sistemin zayıf ve riskli yönlerini çok güzel aktarmış. Beğeneceğinizi düşünüyorum.

      Sil