10 Şubat 2015 Salı

EŞİK(*)

Nurten
"Oyuncaklarım hangi kolide anne? Evde kalayım. Bulurum belki.”

“Koli açmak, eşya yerleştirmek büyüklerin işi. Söz veriyorum, bugün bulacağım. Sen okuluna git.”

“Ne zaman büyüyeceğim?”

Büyümüş. Okulda önemli bir dersi yokmuş. Evde kalıp bana yardım edebilirmiş. Odasındaki bütün oyuncaklarını yerleşmiş görünce çok sevinecek.

İpe dizdiğim biberler kızarmaya başlamış. Asmak için mutfak kapısının arkasına birkaç çivi çakmalı. Kışın yiyecek bir şey bulamazmışız. Patlıcan, fasulye, biber de kuruttum hangi akla hizmetse. Çok beklerse kurtlanır. Merdivenleri yıkamaya gelen kadına vereyim en iyisi. İpek'in boyu uzamış. Kışlıklarının çoğu olmayacak. Keşke gelmeden alsaydım biraz. Merdivenleri silen kadının üç kızı varmış. Hepsi de İpek'ten küçük.

“Bir şey mi dedin?”

“İpek'in küçülen kıyafetlerini ayırdım. Merdivenleri silen kadına vereyim, diyordum.”

Sesli mi düşündüm?

Karşıdaki evin damında oturan kadınlar var. Çivit mavisi, zümrüt yeşili, gelincik kırmızısı elbiseler süslüyor zayıf bedenlerini. Bu şehirde şişman kimse yok. Bu kadar yokuş tırmanmaya, merdiven inip çıkmaya kilo mu kalır? Semaver mi önlerinde duran? Arkadan biri bakır sini getirdi. İnce belli bardaklar, kıtlama şeker, hurma, lokum, çekirdek... Balkon çok tozlu. Yıkayayım. Kururken sigara böreği kızartırım. İpek aç gelir okuldan. Çay da demlerim.

“Çay demlesene hanım.”

İçimi mi okuyor bu adam?

“Bir kova su getir de balkonu yıkayayım.”

Bir kova, bir kova daha. Kaçıncı kovada arınır bunca pislik? Küçük masayla sandalyeleri çıkarayım. Böreğin yanına patates mi kızartsam? Bir daha akşam yemeği işi çıkmasın. Hâlâ açmadığım koliler var. İyi ki izin almışız bugün. Ne çok iş hallettik.

Çatısız, sıvasız evler. Toprak damın üzerinde koca bir naylon branda yığını duruyor. Kış geliyor. O branda mı engelleyecek çatının akmasını? Aklım almıyor. Dama merdiven dayalı. Biri dönecek. Yarım bıraktığı işi bitirecek sanki, ama burada her şey eksik... Ezan okunmuştu. Yolun karşısındaki bakkalların kepenkleri kapalı. Cumaya mı gittiler acaba? Tek tük yaşlı adam camiden çıktı. İnekler bir köşede çöpleri eşeliyor. Sokaklar hâlâ çok sessiz. Zil çaldı. İpek gelir birazdan. Karşı tepeden duman yükseliyor. Gözlerim yanıyor.

“Vahit, koş. İpek'i almamız lazım okuldan.”

“Evde bekle sen. Gelirse kapıda kalmasın.”

İpek

Okulun bahçesinden çıkmış, eve yürüyordu. Babası telaşla ona doğru koştu. Sıkıca elini tuttu. “İyi misin kızım? Bir şeyin yok ya.”

Sınıftaki oğlanlardan biri teneffüste saçımı çekti. Fena söz söyledi. Onu mu soruyor? İcabına baktım ben. Babam nereden biliyor? Öğretmen mi telefon açtı? Kesin çok kızdı bana. Hiç konuşmuyor. Önce o başlattı. Eğer bacaklarının arasına bir tekme atmasaydım daha devam ederdi.

Eve giden kavaklı yolu tırmandılar. Babasına yetişmekte güçlük çekiyordu. Büyük ve hızlı adımları ancak koşarak yakalayabiliyordu. Giderek dikleşen yol, babasının içmekten bir türlü vazgeçemediği sigara, korku, hızlı tempo nedeniyle nefesleri kesildi. Mola verdiler.

Nefes nefeseyim. Karnım ağrıdı. Bir adım daha atamayacağım.

Yanlarından polis araçları geçiyordu. Bir anda nereden geldiğini göremedikleri taşlar atılmaya başlandı. Ne yapacaklarını bilemez halde donakaldılar.

“İpek koş. Sakın durma.”

Bana kızdığını sanmıştım. Kızdığı için değilmiş. Kimden kaçıyoruz? Babam kötü bir şey mi yaptı? Annem nerede?

“Annem nerede?”

“Evde.”

Yol kenarından aşağıya atlayıp babasının peşinden mahallenin iç tarafına doğru koştu. Ayağı büyükçe bir dala takıldı. Düştü. Dizi yaralandığında bile ağlamadı. Hemen kalktı. Koşmaya devam etti.

“Nereye gidiyoruz baba?”

“Eve.”

Dizim çok acıyor. Neler oluyor? Bir şey anladıysam Arap olayım. Yoruldum.

“Baba, yavaş.”

Yürümeye devam ettiler. Neler olduğunu anlamak için başını kaldırdı. Etrafına bakındı. Dumanlar yükseliyordu. Boğazı, gözleri yanmaya başlamıştı.

''Baba yangın mı var?''

Cevap vermedi. Her zaman cebinde taşıdığı, kimi düştüğünde kimi hastalanıp aksırdığında çıkardığı ütülü mendillerden birini uzattı.

“Ağzını, burnunu kapat.”

Önlerinde kocaman bir araç durdu. Üzerlerine kırmızı boyalı bir su sıktılar. Güneş, bulutların arasından çekingen yüzünü gösterdi. Sıkılan suyun ardından yere doğru bir gökkuşağı uzandı. “Baba bak, gökkuşağı!” diye bağırdı neşeyle.

Bir kâse altın bulmayı umarak ilk kez bu kadar yakından gördüğü gökkuşağının altına baktı. Yüzü kar maskeli bir adam elindeki büyük sopayı kaldırmış yürüyordu. Gözleri daha da yandı. Ağlamak istemiyordu ama yaşlar akıyordu yanaklarından.

Babam nerede? Hiçbir şey göremiyorum. Ne zaman bıraktım elini? Nereye gideceğim şimdi?

Güçlü eller hissetti omzunda. Babasıydı. Bir kapı açıldı. Eşikten geçtiler. Halı kaplı zemin minderlerle doluydu. Boş buldukları yere iliştiler. İçeride kaç kişi vardı, saymadı. Kimseden çıt çıkmıyordu.

*Bu öykü 29/01/ 2015 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlandı.
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2015/01/esik.html


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder