"Oyuncaklarım
hangi kolide anne? Evde kalayım. Bulurum belki.”
“Koli
açmak, eşya yerleştirmek büyüklerin işi. Söz veriyorum, bugün
bulacağım. Sen okuluna git.”
“Ne
zaman büyüyeceğim?”
Büyümüş.
Okulda önemli bir dersi yokmuş. Evde kalıp bana yardım
edebilirmiş. Odasındaki bütün oyuncaklarını yerleşmiş görünce
çok sevinecek.
İpe
dizdiğim biberler kızarmaya başlamış. Asmak için mutfak
kapısının arkasına birkaç çivi çakmalı. Kışın yiyecek bir
şey bulamazmışız. Patlıcan, fasulye, biber de kuruttum hangi
akla hizmetse. Çok beklerse kurtlanır. Merdivenleri yıkamaya gelen
kadına vereyim en iyisi. İpek'in boyu uzamış. Kışlıklarının
çoğu olmayacak. Keşke gelmeden alsaydım biraz. Merdivenleri silen
kadının üç kızı varmış. Hepsi de İpek'ten küçük.
“Bir
şey mi dedin?”
“İpek'in
küçülen kıyafetlerini ayırdım. Merdivenleri silen kadına
vereyim, diyordum.”
Sesli
mi düşündüm?
Karşıdaki
evin damında oturan kadınlar var. Çivit mavisi, zümrüt yeşili,
gelincik kırmızısı elbiseler süslüyor zayıf bedenlerini. Bu
şehirde şişman kimse yok. Bu kadar yokuş tırmanmaya, merdiven
inip çıkmaya kilo mu kalır? Semaver mi önlerinde duran? Arkadan
biri bakır sini getirdi. İnce belli bardaklar, kıtlama şeker,
hurma, lokum, çekirdek... Balkon çok tozlu. Yıkayayım. Kururken
sigara böreği kızartırım. İpek aç gelir okuldan. Çay da
demlerim.
“Çay
demlesene hanım.”
İçimi
mi okuyor bu adam?
“Bir
kova su getir de balkonu yıkayayım.”
Bir
kova, bir kova daha. Kaçıncı kovada arınır bunca pislik? Küçük
masayla sandalyeleri çıkarayım. Böreğin yanına patates mi
kızartsam? Bir daha akşam yemeği işi çıkmasın. Hâlâ
açmadığım koliler var. İyi ki izin almışız bugün. Ne çok iş
hallettik.
Çatısız,
sıvasız evler. Toprak damın üzerinde koca bir naylon branda
yığını duruyor. Kış geliyor. O branda mı engelleyecek çatının
akmasını? Aklım almıyor. Dama merdiven dayalı. Biri dönecek.
Yarım bıraktığı işi bitirecek sanki, ama burada her şey
eksik... Ezan okunmuştu. Yolun karşısındaki bakkalların
kepenkleri kapalı. Cumaya mı gittiler acaba? Tek tük yaşlı adam
camiden çıktı. İnekler bir köşede çöpleri eşeliyor. Sokaklar
hâlâ çok sessiz. Zil çaldı. İpek gelir birazdan. Karşı
tepeden duman yükseliyor. Gözlerim yanıyor.
“Vahit,
koş. İpek'i almamız lazım okuldan.”
“Evde
bekle sen. Gelirse kapıda kalmasın.”
İpek
Okulun
bahçesinden çıkmış, eve yürüyordu. Babası telaşla ona doğru
koştu. Sıkıca elini tuttu. “İyi misin kızım? Bir şeyin yok
ya.”
Sınıftaki
oğlanlardan biri teneffüste saçımı çekti. Fena söz söyledi.
Onu mu soruyor? İcabına baktım ben. Babam nereden biliyor?
Öğretmen mi telefon açtı? Kesin çok kızdı bana. Hiç
konuşmuyor. Önce o başlattı. Eğer bacaklarının arasına bir
tekme atmasaydım daha devam ederdi.
Eve
giden kavaklı yolu tırmandılar. Babasına yetişmekte güçlük
çekiyordu. Büyük ve hızlı adımları ancak koşarak
yakalayabiliyordu. Giderek dikleşen yol, babasının içmekten bir
türlü vazgeçemediği sigara, korku, hızlı tempo nedeniyle
nefesleri kesildi. Mola verdiler.
Nefes
nefeseyim. Karnım ağrıdı. Bir adım daha atamayacağım.
Yanlarından
polis araçları geçiyordu. Bir anda nereden geldiğini
göremedikleri taşlar atılmaya başlandı. Ne yapacaklarını
bilemez halde donakaldılar.
“İpek
koş. Sakın durma.”
Bana
kızdığını sanmıştım. Kızdığı için değilmiş. Kimden
kaçıyoruz? Babam kötü bir şey mi yaptı? Annem nerede?
“Annem
nerede?”
“Evde.”
Yol
kenarından aşağıya atlayıp babasının peşinden mahallenin iç
tarafına doğru koştu. Ayağı büyükçe bir dala takıldı.
Düştü. Dizi yaralandığında bile ağlamadı. Hemen kalktı.
Koşmaya devam etti.
“Nereye
gidiyoruz baba?”
“Eve.”
Dizim
çok acıyor. Neler oluyor? Bir şey anladıysam Arap olayım.
Yoruldum.
“Baba,
yavaş.”
Yürümeye
devam ettiler. Neler olduğunu anlamak için başını kaldırdı.
Etrafına bakındı. Dumanlar yükseliyordu. Boğazı, gözleri
yanmaya başlamıştı.
''Baba
yangın mı var?''
Cevap
vermedi. Her zaman cebinde taşıdığı, kimi düştüğünde kimi
hastalanıp aksırdığında çıkardığı ütülü mendillerden
birini uzattı.
“Ağzını,
burnunu kapat.”
Önlerinde
kocaman bir araç durdu. Üzerlerine kırmızı boyalı bir su
sıktılar. Güneş, bulutların arasından çekingen yüzünü
gösterdi. Sıkılan suyun ardından yere doğru bir gökkuşağı
uzandı. “Baba bak, gökkuşağı!” diye bağırdı neşeyle.
Bir
kâse altın bulmayı umarak ilk kez bu kadar yakından gördüğü
gökkuşağının altına baktı. Yüzü kar maskeli bir adam
elindeki büyük sopayı kaldırmış yürüyordu. Gözleri daha da
yandı. Ağlamak istemiyordu ama yaşlar akıyordu yanaklarından.
Babam
nerede? Hiçbir şey göremiyorum. Ne zaman bıraktım elini? Nereye
gideceğim şimdi?
Güçlü
eller hissetti omzunda. Babasıydı. Bir kapı açıldı. Eşikten
geçtiler. Halı kaplı zemin minderlerle doluydu. Boş buldukları
yere iliştiler. İçeride kaç kişi vardı, saymadı. Kimseden çıt
çıkmıyordu.
*Bu öykü 29/01/ 2015 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlandı.
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2015/01/esik.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder