Herman
K., Bohemya'nın güneyindeki Osek köyünde büyümüştü.
Çocukluğu yoksulluk içinde geçmişti. Henüz yedi yaşındayken
köyden köye dolaşarak mal satan bir seyyar satıcının arabasını
iterek para kazanmaya başlamıştı. Gençliği hiç durmadan
çalışarak geçti. Çalışkanlığı ve zengin bir biracının
kızı olan Julie ile evliliği sayesinde Prag'ın merkezinde kendi
iş yerini açma başarısını gösterdi. Karısı ile birlikte
iplik, pamuk ve giysi ticareti yapıyordu. Üç kızı ve bir oğlu
vardı. İki oğlu ise henüz bebekken ölmüştü.
Herman K. iri, heybetli, hoş görünümlü biraz katı mizaçlı bir
adamdı. Çalışanları arasında çabuk
öfkelenmesiyle
bilinirdi. Sık sık çocuklarına tüm hayatını yedi yaşından
itibaren çok çalışarak geçirdiğini anlatırdı.1890'lı
yıllarda Bohemya'da yaşayan bir ailede babaya cevap verme hakkı
yoktu. Çocuklar hiç itiraz
etmeden sonuna kadar dinlemek mecburiyetindeydi. Herman K. hikâyesini
daima onlar için yaptığı fedakârlıkları hatırlatarak
bitirirdi.
Bütün bir hafta yoğun çalışmasına rağmen dinlenmek yerine
karısı, üç kızı ve oğlunu Slapy Gölü'ne getirmişti.
Mayosunu giydi. Göle doğru yürüdü. Ayaklarını suya soktu. Su
berrak sayılmazdı, ancak girilemeyecek kadar kirli de gözükmüyordu.
Sıcağın etkisiyle alnında ve ensesinde biriken, aşağı doğru
bir sicim gibi inen terleri sağ eliyle sildi. Eğildi. Avuçlarının
içine aldığı suyla yüzünü, başını ve boynunu yıkadı. Su
ayak bileklerine geliyordu. Birkaç adım daha attı.
Arkasına
dönüp baktı. Franz yoktu. Oğluna yüzme öğretmeye çalışıyordu.
Kendi heybetli bedeninin aksine oğlan çelimsizdi. Kolları fazla
ince ve vücuduna göre uzundu. Geçen hafta sonu yüzme havuzuna
gittiklerinde bir türlü kabinden çıkmak istememişti. En sonunda
onu içeriden zorla çıkartıp alması gerektiğini hatırladı.
“İtiraz yok. Yüzme öğreneceksin.” demişti. Julie'ye “Franz
nerede kaldı?” diye sordu.
Julie, Herman K'nin öfkelenmesinden korkarak “Bir bakayım.
Giyiniyor olmalı.” dedi. Kumda yere oturmuş oynayan çocuklara
çarpmamaya çalışarak ilerledi. Kabine doğru seslendi. Bu esnada
küçük çocuk, çoktan mayosunu giymiş, sıska kollarını
gövdesine sarmış yerde oturuyordu. Kabinin hemen önünde oynayan
çocukların yanından mayoyla geçme fikri onu ürkütüyordu.
“Yürüyen bir kemik torbasıyım.” diye düşünürken annesinin
kendisine seslendiğini işitti. “Franz baban seni çağırıyor.
Giyindin mi?”
“Giyindim
anne.” dedi kendisinin bile zar zor duyduğu bir sesle. Annesinin
kabin perdesinin kenarından uzattığı plaj havlusunu aldı ve
sarındı. “İtiraz yok. Düş bakalım annenin peşine.” diye
geçirdi içinden. Dışarı çıktı. Başı öne eğik bir suçlu
gibi annesini takip etti. Erkek kardeşlerinin daha bebekken ölmesi,
çelimsiz bedeni, sanki hepsi onun suçuydu. Birazdan her şey daha
da feci olacaktı. Babası ona yüzme hareketlerini gösterirken bir
yandan korkusunu bastırmaya, öte yandan da aciz ve işe yaramaz,
zayıf kolları ve bacaklarıyla hareketleri tekrarlamaya
çalışacaktı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kendisini suya
sırt üstü düşmüş debelenen bir böcek kadar gülünç ve
çaresiz hissedecekti. Bu uğraş, babası sıkılana, ondan ümidi
kesene ya da acıkana kadar devam edecekti. Babasının daha küçükken
bir asker gibi rap rap nizami adımlarla yürüme talimleri
yaptırdığını, bir
asker
gibi yürümeyi başardığı veya selam verdiğinde ne kadar çok
sevindiğini hatırladı. Onu sevindirmek ya da en azından bu
zorunlu oyundan bir an evvel sıvışabilmek için kendisini doğru
yapmaya zorlar, ancak her defasında adımları mutlaka karıştırırdı.
Babasını hiçbir zaman memnun edemeyeceği hissi, onun karşısında
kendisini “küçücük” hissetmesine yol açardı. Keşke bu
mümkün olsaydı. Evde, sokakta, sinagogda, plajda, babasının onu
göremeyeceği kadar küçülebilseydi.
Babasıyla göz göze geldi. “Gel Franz. Kollarını öne doğru
uzat. Ellerimin üzerine yat. Bacakların yere paralel olmalı. Hadi
çırp onları. Bir iki bir iki.” Yorgunluk, beceriksizlik, utanç,
babasının gözlerindeki hayal kırıklığı, midesinden gelen
gurultu sesleri...
“Babam neden isteksizliğimi göremiyor? Lanet olası ders ne zaman
bitecek? Ben ne zaman bu
güzel
havanın, gölün, şu ağaç gölgelerinin keyfini kendi dilediğim
gibi çıkarabileceğim?” diye düşündü. Annesi sanki içinden
geçenleri okumuş gibi Herman K.'ye seslendi: “Herman. Sosisli
sandviç
ve biran hazır.” Babası sudan çıktı. Mayosunu değiştirecek
ve yemeğini yiyecekti. Yüzme dersi işkencesi bugünlük bitmişti.
Babasının peşinden hemen sudan çıktı. Annesine doğru seğirtti.
Babası gelmeden sosisli ve hardalllı sandviçini, çok sevdiği
lahana turşusunu alıp uzaklaşmalıydı. Bir söğüt ağacının
altına oturdu. Ağır ağır sandviçini yedi. Bulduğu bir sopayla
kuma şekiller çizdi. Daire, bir daire daha, içiçe geçmiş çok
sayıda... En küçüğünün içine adını yazdı. Çizdiklerini
bozmadı. Sırtüstü yattı. Bulutları izledi. Üzerine hafif bir
ağırlık çöktü. Gözleri yavaş yavaş kapandı.
Siyah pelerinli iri yarı bir adam üzerine üzerine geliyordu.
Kaçmaya başladı. Ayakkabılarını giymeyi unutmuştu. Çıplak
ayağına batan taşların ve dikenlerin yerinden kan sızıyordu.
Bir an geri döndü. Arkasına baktı. Mesafe çok azalmıştı. Tüm
gücüyle koşuyordu. Kalbi yerinden çıkacak gibi
çarpıyordu.
Soluklanmak için kısa bir süre durdu. Derin bir nefes aldı. O
esnada güçlü bir el onu
yakaladı
ve havaya kaldırdı. Olanca gücüyle onu yakalayan adamın böğrüne
tekmeler indirmeye çalıştı. Bakışlarını bacaklarına indirdi.
“Aman Allahım ne olmuş bana?” diye düşündü. Gövdesinin
çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikte çok
sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içinde, parıltılar
saçarak sallanıp durmaktaydı.* Bedenini
kavrayan parmaklar gevşedi. Sırtüstü yere düştü. Üzerine
doğru gelen ayakkabının sert tabanından kaçış yoktu. Ter
içinde uyandı. Yattığı yerden doğruldu. Başını iki
elinin arasına aldı. Kendi kendine mırıldandı.
“Ne
rüyaydı ama.”
- Dönüşüm Franz Kafka Can Yayınları 37. baskı s. 19
- Vanessa Bell'in Studland Beach tablosundan esinlenilmiştir.
* Bu
öykü 12/01/2014 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder