13 Aralık 2016 Salı

ÖYKÜCÜLERE SORDUM: BANU ÖZYÜREK

Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım.  Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak, çeşitlendirmek istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Banu Özyürek ile devam ediyor. 






Öykü ne değildir?           
Yazarının duygu ve düşünce dünyasında yeterince yer işgal etmemiş, ona yeterince mesai yaptırmamış hiçbir öykü öykü değildir. İnsanı anlamak için gereken zahmetli, ürkütücü ve pek çok fedakârlıklar isteyen çabayı sarf etmeden insan üzerine bolca laf döküp saçan metinler öykü değildir. Ruhsuz yapma çiçekler gibi birbirinin aynı, alıp bir kenara koyabileceğiniz ve orada öylece duracak metinler öykü değildir.

Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Akrabalık kurmak değil ama kitabımın girişinde de kullandığım, Peter Handke’nin Çocukluk Şarkısı’ndan şu dizeler beni çok etkiler:

Çocuk henüz çocukken           
bir keresinde yabancı bir yatakta uyandı
ve şimdi hep tekrar uyanıyor

Bu dizelerde bütün bir hayat duygusunu hatta hayata dair hissettiğim en temel duyguyu buluyorum. Şiirin tamamı çok güzeldir zaten;

Her şey yaşam doluydu
Ve tüm yaşam birdi

mesela…
                                                                                            
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosfer benim için çoğu zaman ilk birkaç cümledir. Metnin tamamına yayılan ve yapıtın biricik dünyasında olduğumu hissettiren duygudur. Yazar bunu daima betimlemeyle mi yapar? Evet ayak bastığımız yeri, ufkumuzda neler olduğunu, dokunduğumuz nesnenin sertliğini yumuşaklığını bilmek bir şeydir. Önemli de bir şeydir. Ama yine de atmosferin betimlemeden ziyade yazarın kafa sesinin yarattığı etki olduğunu düşünürüm.

Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Bu seçim yapabileceğimiz bir konu mudur gerçekten?  Sonuçta bu çağın içinde, bu çağın vaatleri, umutları, umutsuzlukları, hastalıkları, mücadeleleri ile biçimleniyorsunuz. Bu çağın insanlarına değiyorsunuz, alışverişinizi onlarla yapıyorsunuz, aynı sosyal kültürel manzaralara bakıyorsunuz. Dolayısıyla zaten siz bu çağsınız. Tanık olmaktan öte o’sunuz. Yazdıklarınız da o olacaktır. Böyle kesin ayrımlar, vazifeler, nişanlar çok hoşuma gitmiyor. Birileri tepeden doğru yolu işaret ediyor gibi. Ve okuldan çıkmış bir grup öğrenci birbirini ite kaka ama asla usluluğun sınırlarını zorlamadan o yola girmeye çalışıyor. Çağının tanığı olmaktan ziyade (ki dediğim gibi bundan kaçmayı mümkün göremiyorum) çağını biraz itip kakan sanatçıyı daha çok seviyorum.
Yoksa ortalıkta terzi kız ol(a)mayan pek çok terzi kız hikâyesi vardı bir dönem ve bunlar aynı şarkıyı söyleyip dururken çağının tanığı falan olmayı da başarabiliyor değillerdi. Bugün de plaza insanı yaşamı, beyaz yakalı eleştirisi gibi konuların yazarların ilgisini çektiğini görüyoruz. Evet, tamam, elbette içinde yaşadığımız gerçeklik… Ancak metinlere bakın, orada hiçbir sıkıntı yok mu sizce? Sen çağının tanığı oldun peki ama metin edebi olabildi mi? Yoksa eleştirin yeni hiçbir şey söylemediği için eleştirdiğin şeyin kendisinden daha ölü bir şey mi?

Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarken tıkandıysam, tekrar yazma isteği ve gücüyle dolana kadar masadan uzaklaşırım. Bu artık birkaç gün mü sürer birkaç ay mı daha fazla mı bilemiyorum. Ben ne yazık ki düzenli çalışabilenlerden değilim. Ne yazık ki diyorum ama bir yanım da bunda yazıklanacak bir şey yok demiyor değil; yollar başka başkadır ve bu senin yolun. Bağım daha duygusal bir yerden. İçten, zorlayan bir kuvvete gereksinim duyuyorum. O olduktan sonra, cümleler doğru da olsa yanlış da olsa bir şekilde beliriyor zaten. Yanlışlar zamanla siliniyor, doğrular kalıyor ya da yeni doğrular gelip giriyor metne.
Ama okumak oldukça verimli bir jeneratördür bu tıkanıklık zamanlarında, yani kesinlikle makineyi çalıştırıcı etkisi oluyor. Okurken okurken bir anda elimdeki kitabı bırakıp iştahla yazmaya başladığım pek çok zaman biliyorum.


Dil amaç mıdır, araç mı?
Araç ya da amaç olmaktan ziyade bir mücadele alanıdır demeyi tercih ederim. Yani hem imkânlar vaat eden hem imkânsızlıklarıyla yolunuzu kesen bir alan. Ancak elbette yazar bu mücadeleyi vermeli ve kendine ait bir dil, ses peşinde olmalıdır.

Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Bende kahramandan çok mesele çalışır aslında. Yani bir şekilde meseleyi çözememişsem geri dönerim. Devam metni olabilir, bozup yeniden yazmak olabilir. Bir günü bitirme sanatı’nda örneğin birbiriyle bağlantılı hikâyelerim vardı. Anlatmak istediğim şey o öykülerle bitmemişti ama bir yandan da o öyküler çoktan bitmişti. Uzatmak çare olamazdı, metinler kendi içlerine kapanmışlardı artık. Ben de peşlerine taktığım ikinci metinlerle işi çözmeye çalıştım. Fakat ilk metinleri boğmamak için ikincileri biraz oyunlu tasarladım.

İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Anlamı aşmak tabii büyük bir hedef ve şiir için de daha uygun bir ifade gibi duruyor. Öykü için ise anlamı, anlatımı, bakışı, yapıyı zorlayan, çarpıtan bütün denemeler yapılmalı diye düşünüyorum. Her denemenin başarılı sonuç vermeyeceğini de kabul ederek.
Hüseyin Kıran’ın romanlarındaki dil dünyasının beni etkilediğini söyleyebilirim.  

Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?
Öykücünün tercihine göre, metne göre değişir. Şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır tarzında bir mecburiyet göremiyorum. Neden olsun? Aksine birtakım formülleri, izleri takip etmenin bize çok şahane tek tip metinler armağan ettiğini göremiyor muyuz? Biraz gevşemeliyiz ve herkes kendi yolunu aramalı, her anlamda.
İyi metin olsun da isterse yazar metnin göbeğinde otursun yahut onu kendinden tutabildiği kadar uzakta tutsun, eğer metni bunu talep ediyorsa. Ben yazarın metninden kolayca ayrılabileceğini düşünemiyorum açıkçası. Sonuçta metin yazanın bilincinden çıkar. Yani yazar isterse kendini Fizan’da sansın, farkında bile olmadan metinde volta atıyordur. Fakat bir yandan da öyküdeki “ben” öyküdeki “ben”dir. Çünkü yapıt kendi gerçekliği ile vardır.
Kundera’nın “bütün romanlar ben’in bilmecesiyle ilgilidir” ifadesini öykü için de düşünebiliriz ve yazar o bilmeceyle uğraşıyorsa, metnini zayıflatmayacak biçimde istediği yerde konumlanabilir.

"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Hemingway’in cümlesi metinlerimin çoğu için geçerlidir diyebilirim J Hiç, bir defada yahut defalarca çalışmadan bitirebildiğim bir metin olmadı.  Benim için yazmak bir tür düşünme biçimi. Çoğu zaman saplantı derecesinde yoğunlaştığım, varlığımı işgal etmiş bir düşünce ve duyguyla yola çıkıyorum. Bunun da konuya mesafenizi kaybetmek, aşırı duyarlı hale gelmek ve duygusal bir yüzeyde debelenmek gibi riskleri var.
İlk taslak daima sıcak olur. Bu sıcaklık da iyi bir fikri yakıp geçebilir. Ancak çalıştıkça (çalışmaktan kastım dil temizliği ve işçilik değildir) yani düşündükçe metin gelişir, boyutlanır, öz’lenir. Bu değişim çok uzun bir zamana yayılabilir çünkü değişmek her zaman zor bir iş olmuştur. Ve noktayı koyduğumuzda başlangıçtan çok farklı bir yerde de sonlanabilir mücadelemiz, o yerin iyice billurlarmış bir görünümünde de.
Bazen metni o kadar genişletirsiniz ki, bin defa yazdıktan sonra artık bir defa yazılması imkânsız bir şey haline gelir ve işe yaramaz yüz taslağıyla bilgisayarda bekler durur.
Sonuç ne olursa olsun ve o yol çok sıkıntı da verse ve yorsa ve üzse de insanı, en sevdiğim kısım, bu kendi kendime debelendiğim kısımdır. İşin özü oradadır benim için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder