Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12
farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun
farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına
aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru
bittiğinde, yeni sorular aramak yerine bu on soruyu her defasında yeni
bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak,
çeşitlendirmek istediğimi fark ettim.
Öykü
ne değildir?
Öykü
kamera ışıkları ya da patlayan bir flaş değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
Bana
öykü yazdıran şiirler ya da ünsiyet kurduğum şairler var ama burada anmak
isteğim bir şairin-Mehmet Said Aydın-bana yazma cesareti veren sözüdür, çok net
ve kısa: “Yaz!” :)
Atmosfer,
bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Değil
öyküde, bir romanda dahi ulana ulana büyümüş, sayfalarca sürmüş betimlemelere
tahammül edemeyen huysuz bir okur olarak öykünün en önemli öğelerinden biri
olan atmosferin betimlemeler zinciriyle kurulabileceğine inanmıyorum. Bu,
yazarı için kolaylık olabilir ama bana yolumu kaybettiriyor. Okumak yol
bulmak değil elbette, ama öykünün dışına atılmama sebep olan her şey
fazlalıktır esasında. Atmosfer ise okuru o anda, orada, tüm gerginliği ve
gerçekliğiyle var ederken neden beni ötelesin ki? Vel hasıl-ı kelam atmosfer
dil ile hemhal olmak ve onla didişmekle kurulsa tadından yenmez.
Öykücü,
çağının tanığı olmalı mıdır?
“-meli,
-malı” içeren cümleler bende anarşik ruh hâli oluşturuyor. Kimse hiçbir şeye
meli, malı olmamalı :) Tanığı olmak; yazara, sanatçıya görev yükleyen, eski de
bir tartışma. Yazar yaşadığı çağdan ne kadar uzaklaşmaya, arınmaya çalışsa da
elbette çağ tüm acıları, güzellikleri, yoksullukları, yolsuzlukları,
mutlulukları, gelişmeleri, sürünmeleriyle bir yerlerden yazıya sızar. Mühim
olan bildiri yazılmadığının akılda tutulmasıdır bana kalırsa. Ders veren yahut
azarlayan yahut aklı küçümseyen metinler yazarına tatmin sağlamanın ötesinde
bir işleve sahip olamıyor, son kertede.
Ernest
Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne
oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken
çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden
bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek
yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye
düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en
doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Yazarken
tıkanmak, bir şeyler yazamamak, bir sonraki cümleye varamamak… Öyleyse bırak.
Zorlama. Yazmanın zorlayarak, ille de her gün alıştırma yapılarak, başladığını
bitirmeye çalışarak yapılması bana görev yapıyormuşum, daire başkanıma bilgi
notu hazırlıyormuşum duygusu yaşatıyor. Elbette yazmayı ciddiye almakla
birlikte, hayatımın odağı, yaşamımın kaynağı, olmazsam olmazım saymadığım için
bu tür reçetelere meyletmiyorum. Okumak güzeldir, ama bazen hiçbir şey
okuyamadığınız da olur. O zaman sadece orada olmak kâfidir.
Dil
amaç mıdır, araç mı?
Dil
kimi metinlerde amaca dönüşmüş oluyor mesela Berna Durmaz’ın ya da
Mustafa Orman’ın son kitabındaki gibi, bazen de kendini anlatmanın bir aracı
olarak raflardaki en uygunu– gündelik dil, ergen dili, eski zamanların
beyefendilerinin hanımefendilerinin dili, arabesk dil, mesafeli dil, eril dil,
bitirim dil, melodra.. vb. - seçilip alınıyor. Sanırım ne anlatıldığı ya da
kurgulandığıyla da değişen, yazarının önceliğinin belirlediği bir durum. Ama
denge önemli oluyor nihayetinde. Mesela Berna’nın “Karayel Üşümesi”ndeki
öykülerin hikâyeleri o kadar da farklı, o kadar da yazılmamış, o kadar da
kenarına gidilip dinlenilmemiş değildi, ama özellikle öykülerin başlangıcındaki
o biraz da şiire yaklaşan dille mücadelesi öyküleri diğerlerinden ayırıyordu.
Yine de bir handikabı vardı; o da öyküye girememe hissi. Mustafa’nın “Derdin İncinmesin”i
okurken ise bazen “bu Türkçe mi yazılmış?” dediğimi hatırlıyorum. Pelin
Buzluk’un “Deli Bal”ındaki dil metne çok mesafeliydi bu biraz da kapalı bir
anlatıma sebep oldu ki, son kitabı için herkes neredeyse dili çözülmüş diye
yorum yaptı. Aslında olan belki de derindekini yüzeye çıkaracak dil
yetkinliğini kazandığında sadeleşmenin de kendiliğinden geldiği.
Öykücü,
bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne
sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna
itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına
geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Kitabımın
ilk öyküsü “Hayvan Kocam”daki kadın, son öyküde de birden ortaya çıkıvermişti.
Kitap çıktıktan sonra yazdığım bir-iki öyküde de meğer görünmeye çalışıyormuş,
ben fark edememiştim, okuyanlar öyle dedi. Sanırım ilişkimizin artık sonuna
gelsek fena olmaz.
İlhan
Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak"
başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu
olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan
yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı
sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi
özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
“Yanık
Saraylar”ı ilk okuduğumda inanılmaz bir hayranlık ve tatmin olmuşluk hissetmiş
ve bu yazarın muhakkak başka eserlerini de okumalıyım diye not etmiştim. Gün
geldi “Afrika Dansı”nı okudum. Gel gör ki, değil kitaptan bir mana
yakalayabilmek; yer yer cümleler, kelimeler bile anlamını yitirdi. Biraz da
üzüldüm aslında. Zira onun haykırışını da biliyordum:
“Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. Açıkgözler
için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için… Kendim için
yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan
gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu
dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı
romantiklere ve aşırı sadistlere. Delilere yazacağım. Aptallara da sevgim var.”
Ama bu işler böyledir, başlangıçta herkes en denenmiş
yoldan gider yahut, kendini en emin hissedeceği, yazıp geri dönüşünü iyi
aldığı, bol layklandğı yahut imzalar-söyleşiler getiren türde yazmaya daha çok
meyledebilir, doğaldır, hem kalem de, dil de, kurgu da, atmosfer de öyle
bilinmedik, ışık görünmeyen, ses gelmeyen yerlere gitmemek için diretir. İşte
ara sıra bazısı çıkar ironiyi dener, bazısı çıkar biçimsel oynamalar yapar,
bazısı çıkar diyalogu yok sayar, bazısı çıkar bilinç akışını karıştırır, bazısı
da çıkar anlamı aşar. Ama oralar çok kalabalık olmaz, herkesin de
kaldırabileceği bir yük değildir akıldan vazgeçmek.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir?
Öykücü metnin neresindedir?
Öykücü metnin her yerindedir. Amma ben buradayım, beni
gör, hişt baksana diye bağırırsa, o metin benim için okunamayanlar rafına
kalkar.
"Eserin
ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.
İlk
taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak,
bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek,
beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden
yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi
kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik
yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Hemingway doğru demiş. Ama eklememiş ki, yazmak denen
meret hiç bitmiyor. Metne her bakıldığında oradan bir şey çıkıyor, şuraya bir
şey konuyor. Yani bende öyle oluyor. O yüzden dergilere öykü göndermeyi pek
sevmiyorum. Çünkü elimdekiyle oradaki hiçbir zaman aynı olmuyor. Bu konuda
biraz takıntılıyım. Dosyamı yayınevine gönderdikten bir-iki ay sonra tamamıyla
değiştirmiş, bu yüzden geri çekmiş, yeni halini de kabul edilmesinden sonra bir
yıla yakın çalışmıştık editörümle. Hatta baskıya gittiğinde editörümü arayıp
bir öyküyü çıkartmaya bile teşebbüs etmiş olabilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder