8 Aralık 2016 Perşembe

ÖYKÜCÜLERE SORDUM: EBRU ASKAN

Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım.  Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak, çeşitlendirmek istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Ebru Askan ile devam ediyor. 




Öykü ne değildir?

Öykü kamera ışıkları ya da patlayan bir flaş değildir.

Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?

Bana öykü yazdıran şiirler ya da ünsiyet kurduğum şairler var ama burada anmak isteğim bir şairin-Mehmet Said Aydın-bana yazma cesareti veren sözüdür, çok net ve kısa: “Yaz!”  :)

Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?

Değil öyküde, bir romanda dahi ulana ulana büyümüş, sayfalarca sürmüş betimlemelere tahammül edemeyen huysuz bir okur olarak öykünün en önemli öğelerinden biri olan atmosferin betimlemeler zinciriyle kurulabileceğine inanmıyorum. Bu, yazarı için kolaylık olabilir ama bana yolumu kaybettiriyor.  Okumak yol bulmak değil elbette, ama öykünün dışına atılmama sebep olan her şey fazlalıktır esasında. Atmosfer ise okuru o anda, orada, tüm gerginliği ve gerçekliğiyle var ederken neden beni ötelesin ki? Vel hasıl-ı kelam atmosfer dil ile hemhal olmak ve onla didişmekle kurulsa tadından yenmez. 

Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?

“-meli, -malı” içeren cümleler bende anarşik ruh hâli oluşturuyor. Kimse hiçbir şeye meli, malı olmamalı :) Tanığı olmak; yazara, sanatçıya görev yükleyen, eski de bir tartışma. Yazar yaşadığı çağdan ne kadar uzaklaşmaya, arınmaya çalışsa da elbette çağ tüm acıları, güzellikleri, yoksullukları, yolsuzlukları, mutlulukları, gelişmeleri, sürünmeleriyle bir yerlerden yazıya sızar. Mühim olan bildiri yazılmadığının akılda tutulmasıdır bana kalırsa. Ders veren yahut azarlayan yahut aklı küçümseyen metinler yazarına tatmin sağlamanın ötesinde bir işleve sahip olamıyor, son kertede.

Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?

Yazarken tıkanmak, bir şeyler yazamamak, bir sonraki cümleye varamamak… Öyleyse bırak. Zorlama. Yazmanın zorlayarak, ille de her gün alıştırma yapılarak, başladığını bitirmeye çalışarak yapılması bana görev yapıyormuşum, daire başkanıma bilgi notu hazırlıyormuşum duygusu yaşatıyor. Elbette yazmayı ciddiye almakla birlikte, hayatımın odağı, yaşamımın kaynağı, olmazsam olmazım saymadığım için bu tür reçetelere meyletmiyorum. Okumak güzeldir, ama bazen hiçbir şey okuyamadığınız da olur. O zaman sadece orada olmak kâfidir.

Dil amaç mıdır, araç mı?

Dil kimi metinlerde amaca dönüşmüş oluyor mesela Berna Durmaz’ın  ya da Mustafa Orman’ın son kitabındaki gibi, bazen de kendini anlatmanın bir aracı olarak raflardaki en uygunu– gündelik dil, ergen dili, eski zamanların beyefendilerinin hanımefendilerinin dili, arabesk dil, mesafeli dil, eril dil, bitirim dil, melodra.. vb. - seçilip alınıyor. Sanırım ne anlatıldığı ya da kurgulandığıyla da değişen, yazarının önceliğinin belirlediği bir durum. Ama denge önemli oluyor nihayetinde. Mesela Berna’nın “Karayel Üşümesi”ndeki öykülerin hikâyeleri o kadar da farklı, o kadar da yazılmamış, o kadar da kenarına gidilip dinlenilmemiş değildi, ama özellikle öykülerin başlangıcındaki o biraz da şiire yaklaşan dille mücadelesi öyküleri diğerlerinden ayırıyordu. Yine de bir handikabı vardı; o da öyküye girememe hissi. Mustafa’nın “Derdin İncinmesin”i okurken ise bazen “bu Türkçe mi yazılmış?” dediğimi hatırlıyorum. Pelin Buzluk’un “Deli Bal”ındaki dil metne çok mesafeliydi bu biraz da kapalı bir anlatıma sebep oldu ki, son kitabı için herkes neredeyse dili çözülmüş diye yorum yaptı.  Aslında olan belki de derindekini yüzeye çıkaracak dil yetkinliğini kazandığında sadeleşmenin de kendiliğinden geldiği.

Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?

Kitabımın ilk öyküsü “Hayvan Kocam”daki kadın, son öyküde de birden ortaya çıkıvermişti. Kitap çıktıktan sonra yazdığım bir-iki öyküde de meğer görünmeye çalışıyormuş, ben fark edememiştim, okuyanlar öyle dedi. Sanırım ilişkimizin artık sonuna gelsek fena olmaz.


İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?

“Yanık Saraylar”ı ilk okuduğumda inanılmaz bir hayranlık ve tatmin olmuşluk hissetmiş ve bu yazarın muhakkak başka eserlerini de okumalıyım diye not etmiştim. Gün geldi “Afrika Dansı”nı okudum. Gel gör ki, değil kitaptan bir mana yakalayabilmek; yer yer cümleler, kelimeler bile anlamını yitirdi. Biraz da üzüldüm aslında. Zira onun haykırışını da biliyordum:
Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için… Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sadistlere. Delilere yazacağım. Aptallara da sevgim var.”
Ama bu işler böyledir, başlangıçta herkes en denenmiş yoldan gider yahut, kendini en emin hissedeceği, yazıp geri dönüşünü iyi aldığı, bol layklandğı yahut imzalar-söyleşiler getiren türde yazmaya daha çok meyledebilir, doğaldır, hem kalem de, dil de, kurgu da, atmosfer de öyle bilinmedik, ışık görünmeyen, ses gelmeyen yerlere gitmemek için diretir. İşte ara sıra bazısı çıkar ironiyi dener, bazısı çıkar biçimsel oynamalar yapar, bazısı çıkar diyalogu yok sayar, bazısı çıkar bilinç akışını karıştırır, bazısı da çıkar anlamı aşar. Ama oralar çok kalabalık olmaz, herkesin de kaldırabileceği bir yük değildir akıldan vazgeçmek. 

Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?

Öykücü metnin her yerindedir. Amma ben buradayım, beni gör, hişt baksana diye bağırırsa, o metin benim için okunamayanlar rafına kalkar. 

"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Hemingway doğru demiş. Ama eklememiş ki, yazmak denen meret hiç bitmiyor. Metne her bakıldığında oradan bir şey çıkıyor, şuraya bir şey konuyor. Yani bende öyle oluyor. O yüzden dergilere öykü göndermeyi pek sevmiyorum. Çünkü elimdekiyle oradaki hiçbir zaman aynı olmuyor. Bu konuda biraz takıntılıyım. Dosyamı yayınevine gönderdikten bir-iki ay sonra tamamıyla değiştirmiş, bu yüzden geri çekmiş, yeni halini de kabul edilmesinden sonra bir yıla yakın çalışmıştık editörümle. Hatta baskıya gittiğinde editörümü arayıp bir öyküyü çıkartmaya bile teşebbüs etmiş olabilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder