Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım. Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak, çeşitlendirmek istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Fuat Sevimay ile devam ediyor.
Öykücülere Sordum Fuat Sevimay ile devam ediyor.
Öykü
ne değildir?
Öykü
“put” değildir. Tapınmamıza gerek yok. Tadını çıkaralım, derdimize
olabildiğince derman ve söz olsun yeter.
Edebiyat
üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç
dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
“İstanbul’da
tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana âşığım.” Bunlar bir şiirin
sözleri değil, Sait Faik öykülerinden birinin giriş cümlesi. Bana en şiirden
daha şiir gelir bu sözler. O nedenle hakkımı Sait Faik’ten yana kullanayım.
Türler belki de bizim yarattığımız bir yalandan ibarettir!
Atmosfer,
bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosferden
benim anladığım, okurun öyküye dâhil olmasıdır. Bunu da elbette betimleme
üzerinden ve birkaç öğeyle daha yapar yazar. Okurun, öykünün atmosferini
hissedebilmesi için beş duyusunun hayalinde harekete geçmesi gerekir. O nedenle
renklerden, kokulardan, küçük detaylardan oluşan betimler atmosferin ta
kendisidir. Betimlemeden arındırılmış yeni dönem öyküleri suyu yazın çekilmiş
dereler gibi. Hiç serinlik vermiyor insana.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Olmayacaksa
öykü yazmasın bence ya da kendi kendine yazsın. Çağa tanıklık ille de toplumsal
olayların birebir izini sürmek değildir ama yazılan öykü çağa katkı sunmuyor, bireysellikten
arınamıyorsa, ben o öyküyü okumak istemem pek.
Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin
önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp
yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları
üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın.
Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye
düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en
doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Küçük
bir balkonum var. Paris’in çatılarına değilse de Bülbülderesi mezarlığının
servilerine bakıyor. Ki bu da iyidir, hiç şikâyetçi değilim. Elime sevdiğim bir
yazarın/şairin kitabını alıp o balkona çıkıyorum. Biraz okuyup biraz da
ağaçların yeşiline baktığımda ki yaz mevsimiyse kırlangıç ya da papağanların
geçtiği de oluyor, o kuşlardan mı bulutlardan mı nedir bilmiyorum, cümleler
akıyor zihnime o vakit.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil
temeldir. Üstünü muhtelif malzemeyle donatabilirsiniz ama temel sağlam değilse
ne amaca hizmet eder ne de aracılık eder.
Öykücü,
bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne
sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna
itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına
geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?
Öykücü
neden böyle bir lükse sahip olmasın ki? Metin uzuyor da öykü formundan mı
çıkıyor? Varsın çıksın. Kim belirlemiş ki o formu? Dergilerde yar alması mı
zorlaşır? Kitapta yer alır, ne olmuş. İşte bunlar hep kalıp, torna, tezgah.
Metin (adı öykü olur, kısa roman olur, küçürek öykü olur, Tuğba olur, Fuat
olur, hiç önemli değil), gerektiği kadar uzar, gerektiği kadar kısalır. Nerede
duracağını kahraman bilir zaten, biz elçiyiz alt tarafı.
İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında,
"Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da
disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak
soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya
uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren
yazar/şair/metinleriniz hangileridir?
Bu
çok bıçaksırtı bir konu. Şiir tarafından ele alındığında cuk oturan bir tespit
belki, kabul. Ama öykü ya da genelleyerek romanı, anıyı, gezi edebiyatını falan
da katacak olursak, düzyazı için bu tespitin uyacağı ve uymayacağı yönler
olabilir. Öykü özelinde bu yaklaşımdan hareketle suyuna tirit metinler okuyoruz
bazen. Ne yaptın arkadaşım? Anlamı aştım, sen anlamıyorsan senin sorunun, zaten
ben okur için de yazmıyorum. Hadi ya. Hiçbir halt aştığın falan yok,
zırvalıyorsun sadece. Ama şu da var; yine öykü özelinde konuşacak olursak,
kalıpları yıkan, düz anlatıyı öteleyen ve bu yönde çığır açan metinler de var.
Sait Faik’in geçiş dönemi, sonra Leyla Erbil’in Sevim Burak’ın öyküleri ve daha
niceleri. Burada ayırt edici nokta şu bence; tüm bu iyi örneklerde anlam
kırılırken/anlam aşılırken amacın oturduğu bir dayanak var. Ben artık öykümü
“şöyle” yazıyorum “çünkü…”. İşte bu çünkü çok önemli. İsim vermek gerekirse,
bana ilham vermelerinden ziyade edebiyatın ufkunu açmaları açısından, yine
öncelikle Sait Faik çünkü kahramanla yazarı özdeşleştirerek klasik, didaktik
anlatının çok ötesine taşımıştır metni. Sonra Onat Kutlar çünkü postmodernizmi
öyküye en başarılı şekilde yediren öykücüdür ve bu anlamda aşılamamıştır. Ben
romancı kimliğiyle tanınsa da Necati Tosuner’i de anmak isterim çünkü “metinde
anlamı aşmak” dediğimizde, onun bir başlığın altına sığmayan dilini, metni önce
sıfırlayıp sonra en damıtılmış anlamı sunmasını iyi incelemek gerekir diye
düşünüyorum. Bu eksiltme değil işte, başka bir şey!
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin
neresindedir?
İnsanlık
konuşuyor aslında. Dilbilgisi kuralları açısından birinci tekil yedinci çoğul,
öykü tekniği açısından yok Tanrı anlatıcıydı, bilmem ne idi, işte bazı
metinlerde yazarın da sesini duyduk falan. Hepsi bir noktadan sonra detay.
Elbette önemli detaylar ama edebiyatta aslolan bütün bir insanlık tarihinin
anlatımı değil midir? Refik Halit’in eskicisi hem kendisi, hem öyküdeki
kahramanı hem de bütün insanlık tarihinin yurdundan sökülenleri değil mi? Ve
hem de siz ve biz. Ağzındaki çiviler hepimize batmıyor mu? O nedenle iyi
öyküdeki “ben” tüm insanlığın arketipidir kanımca.
"Eserin
ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.
İlk
taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak,
bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek,
beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden
yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi
kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik
yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Ben
edebiyat duayenlerinin bu konulardaki öğütlerini okuyor (yayınlanmış şey
değişmez derler genelde) sonra o öğütleri kulak arkası yapıp dergide
yayınlanacaksa da ikinci baskı olacaksa da değiştirebiliyorum. Bu sonsuz bir
süreç değil elbette ama rahatsız eden detaylar varsa neden değişmesin ki öykü.
Put mu ki kırmayalımJ
Ben bir de şu tematik bütünlük öğüdünü/hikayesini çok sevimsiz buluyorum
mesela. Bir yanı sahte gibi geliyor bu yaklaşımın. Yani Pessoa yapınca baş
tacı, Maraşlı Ayşe ya da Düzceli Sinan yapınca olmaz. Tuhaf! Neyse, konumuz bu
değildi galiba.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder