2 Aralık 2016 Cuma

ÖYKÜCÜLERE SORDUM: FUAT SEVİMAY

Öykücülere Sordum onuncu ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında 12 farklı öykücüye yönelttim sorularımı. Her ay öyküye dair bir unsurun farklı isimler tarafından irdelenmesine ve bir arada sunulmasına aracılık etmekten büyük keyif aldım.  Onuncu soru bittiğinde, yeni sorular aramak yerine bu on soruyu her defasında yeni bir öykücüye sormak ve aynı konularda cevapları arttırmak, çeşitlendirmek istediğimi fark ettim.
Öykücülere Sordum Fuat Sevimay ile devam ediyor.



Öykü ne değildir?

Öykü “put” değildir. Tapınmamıza gerek yok. Tadını çıkaralım, derdimize olabildiğince derman ve söz olsun yeter.


Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?

“İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana âşığım.” Bunlar bir şiirin sözleri değil, Sait Faik öykülerinden birinin giriş cümlesi. Bana en şiirden daha şiir gelir bu sözler. O nedenle hakkımı Sait Faik’ten yana kullanayım. Türler belki de bizim yarattığımız bir yalandan ibarettir!


Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?

Atmosferden benim anladığım, okurun öyküye dâhil olmasıdır. Bunu da elbette betimleme üzerinden ve birkaç öğeyle daha yapar yazar. Okurun, öykünün atmosferini hissedebilmesi için beş duyusunun hayalinde harekete geçmesi gerekir. O nedenle renklerden, kokulardan, küçük detaylardan oluşan betimler atmosferin ta kendisidir. Betimlemeden arındırılmış yeni dönem öyküleri suyu yazın çekilmiş dereler gibi. Hiç serinlik vermiyor insana.


Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?

Olmayacaksa öykü yazmasın bence ya da kendi kendine yazsın. Çağa tanıklık ille de toplumsal olayların birebir izini sürmek değildir ama yazılan öykü çağa katkı sunmuyor, bireysellikten arınamıyorsa, ben o öyküyü okumak istemem pek.


Ernest Hemingway, "... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın. Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye düşünürüm," diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?

Küçük bir balkonum var. Paris’in çatılarına değilse de Bülbülderesi mezarlığının servilerine bakıyor. Ki bu da iyidir, hiç şikâyetçi değilim. Elime sevdiğim bir yazarın/şairin kitabını alıp o balkona çıkıyorum. Biraz okuyup biraz da ağaçların yeşiline baktığımda ki yaz mevsimiyse kırlangıç ya da papağanların geçtiği de oluyor, o kuşlardan mı bulutlardan mı nedir bilmiyorum, cümleler akıyor zihnime o vakit.


Dil amaç mıdır, araç mı?

Dil temeldir. Üstünü muhtelif malzemeyle donatabilirsiniz ama temel sağlam değilse ne amaca hizmet eder ne de aracılık eder.


Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu mu?

Öykücü neden böyle bir lükse sahip olmasın ki? Metin uzuyor da öykü formundan mı çıkıyor? Varsın çıksın. Kim belirlemiş ki o formu? Dergilerde yar alması mı zorlaşır? Kitapta yer alır, ne olmuş. İşte bunlar hep kalıp, torna, tezgah. Metin (adı öykü olur, kısa roman olur, küçürek öykü olur, Tuğba olur, Fuat olur, hiç önemli değil), gerektiği kadar uzar, gerektiği kadar kısalır. Nerede duracağını kahraman bilir zaten, biz elçiyiz alt tarafı.


İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir?

Bu çok bıçaksırtı bir konu. Şiir tarafından ele alındığında cuk oturan bir tespit belki, kabul. Ama öykü ya da genelleyerek romanı, anıyı, gezi edebiyatını falan da katacak olursak, düzyazı için bu tespitin uyacağı ve uymayacağı yönler olabilir. Öykü özelinde bu yaklaşımdan hareketle suyuna tirit metinler okuyoruz bazen. Ne yaptın arkadaşım? Anlamı aştım, sen anlamıyorsan senin sorunun, zaten ben okur için de yazmıyorum. Hadi ya. Hiçbir halt aştığın falan yok, zırvalıyorsun sadece. Ama şu da var; yine öykü özelinde konuşacak olursak, kalıpları yıkan, düz anlatıyı öteleyen ve bu yönde çığır açan metinler de var. Sait Faik’in geçiş dönemi, sonra Leyla Erbil’in Sevim Burak’ın öyküleri ve daha niceleri. Burada ayırt edici nokta şu bence; tüm bu iyi örneklerde anlam kırılırken/anlam aşılırken amacın oturduğu bir dayanak var. Ben artık öykümü “şöyle” yazıyorum “çünkü…”. İşte bu çünkü çok önemli. İsim vermek gerekirse, bana ilham vermelerinden ziyade edebiyatın ufkunu açmaları açısından, yine öncelikle Sait Faik çünkü kahramanla yazarı özdeşleştirerek klasik, didaktik anlatının çok ötesine taşımıştır metni. Sonra Onat Kutlar çünkü postmodernizmi öyküye en başarılı şekilde yediren öykücüdür ve bu anlamda aşılamamıştır. Ben romancı kimliğiyle tanınsa da Necati Tosuner’i de anmak isterim çünkü “metinde anlamı aşmak” dediğimizde, onun bir başlığın altına sığmayan dilini, metni önce sıfırlayıp sonra en damıtılmış anlamı sunmasını iyi incelemek gerekir diye düşünüyorum. Bu eksiltme değil işte, başka bir şey!


Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?

İnsanlık konuşuyor aslında. Dilbilgisi kuralları açısından birinci tekil yedinci çoğul, öykü tekniği açısından yok Tanrı anlatıcıydı, bilmem ne idi, işte bazı metinlerde yazarın da sesini duyduk falan. Hepsi bir noktadan sonra detay. Elbette önemli detaylar ama edebiyatta aslolan bütün bir insanlık tarihinin anlatımı değil midir? Refik Halit’in eskicisi hem kendisi, hem öyküdeki kahramanı hem de bütün insanlık tarihinin yurdundan sökülenleri değil mi? Ve hem de siz ve biz. Ağzındaki çiviler hepimize batmıyor mu? O nedenle iyi öyküdeki “ben” tüm insanlığın arketipidir kanımca.


"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.

İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Ben edebiyat duayenlerinin bu konulardaki öğütlerini okuyor (yayınlanmış şey değişmez derler genelde) sonra o öğütleri kulak arkası yapıp dergide yayınlanacaksa da ikinci baskı olacaksa da değiştirebiliyorum. Bu sonsuz bir süreç değil elbette ama rahatsız eden detaylar varsa neden değişmesin ki öykü. Put mu ki kırmayalımJ Ben bir de şu tematik bütünlük öğüdünü/hikayesini çok sevimsiz buluyorum mesela. Bir yanı sahte gibi geliyor bu yaklaşımın. Yani Pessoa yapınca baş tacı, Maraşlı Ayşe ya da Düzceli Sinan yapınca olmaz. Tuhaf! Neyse, konumuz bu değildi galiba.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder