“Öykü,
romandan bir önceki basamak değildir.”
Öykü ne değildir?
Romandan
önceki bir basamak değildir.
Edebiyat üzerinden akrabalık kurduğunuz bir şairin en sevdiğiniz
şiirinden iki ya da üç dizeyi bizimle paylaşır mısınız?
"Baş parmak boyundaki adam, vicdanımız yani
bizimle mum ışığında konuşan,
yahut da kadehimizle baş başa kaldığımız zaman.
İşte benim de baş parmak boyundaki adamım
(tıpkı benim gibi kumral ve bodur)
Tırmanıp oturdu kadehimin kenarına.
Ayaklarını sallıyor.
Benim ellerim titremese bu kadar, çatalın ucuyla itiversem onu,
düşüp kadehe boğulabilir içinde rakının.
Dişleri olağanüstü çürük,
sesi olağanüstü kalın
ve annesini ölmüş gören uykuda bir çocuk gibi içini çekerek:
Hasan Şevket, diyor,
Hasan şevket,
sen mahvolmuş bir insansın.
Nasıl bu hale düştün?
Seni kimler bu hale soktu?
Ne zamandan beri bu haldesin?
Halbuki nasıl yol aldı bazıları.”
bizimle mum ışığında konuşan,
yahut da kadehimizle baş başa kaldığımız zaman.
İşte benim de baş parmak boyundaki adamım
(tıpkı benim gibi kumral ve bodur)
Tırmanıp oturdu kadehimin kenarına.
Ayaklarını sallıyor.
Benim ellerim titremese bu kadar, çatalın ucuyla itiversem onu,
düşüp kadehe boğulabilir içinde rakının.
Dişleri olağanüstü çürük,
sesi olağanüstü kalın
ve annesini ölmüş gören uykuda bir çocuk gibi içini çekerek:
Hasan Şevket, diyor,
Hasan şevket,
sen mahvolmuş bir insansın.
Nasıl bu hale düştün?
Seni kimler bu hale soktu?
Ne zamandan beri bu haldesin?
Halbuki nasıl yol aldı bazıları.”
Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları
Atmosfer, bir betimlemeler zinciri değilse, nedir?
Atmosfer yazarın
okuyucuyu buyur ettiği yerdir. Evidir yani bir nevi, okuyucuyu orada bir
misafir gibi ağırlar. İyi bir ev sahibiyse, misafir kendini evindeymiş gibi
rahat hisseder, dekor, mekân, hava, hiçbir ayrıntıdan rahatsızlık duymaz. Aksi
taktirde, her iki tarafın da hatırlamak istemeyeceği bir ziyaret olmuştur
zaten.
Öykücü, çağının tanığı olmalı mıdır?
Detaycı, incelikli
düşünen, varoluşsal sebeplere gark olmuş ve bunları kelimelere dökerek huzur
bulmaya çalışan bir kimsenin, yaşadığı çağa duyarsız kalması bana imkânsız
geliyor. Öte yandan tüm bu yaşananların yarattığı esere doğru yoldan katkı
sağlayıp sağlamayacağı da yazarın kendi yazım tarzı, yaratım süreci ve
inisiyatifindedir diye düşünüyorum.
Ernest Hemingway, “... bazen bir öyküye başlayıp da tıkandığımda
ateşin önüne oturur ve küçük portakalların kabuklarını ateşin ucuna doğru sıkıp
yanarken çıkardıkları mavi alevleri izlerim. Ayağa kalkar, Paris'in çatıları
üzerinden bakarak: 'Endişelenme. Nasıl her zaman yazdıysan şimdi de yazacaksın.
Tek yapman gereken doğru bir cümle yazmak. Bildiğin en doğru cümleyi yaz,' diye
düşünürüm,” diyor. Yazarken tıkandığınızı hissettiğinizde bildiğiniz en doğru
cümleyi hatırlamak için nelere başvurursunuz?
Ben de öyle zamanlarda
benzer şeyler düşünüyorum sanırım. Daha önce böyle dönemler yaşadığımı ama bir
süre sonra geçtiğini kendime anımsatmaya çalışıyorum. O dönem geçtikten sonra
da her defasında kendime söz veriyorum; “Bir daha böyle bir şey yaşarsam artık
hiç endişelenmeyeceğim çünkü yine geçti, yine geçecek, korkmaya gerek
olmadığını kendime anımsatacağım,” diyorum ancak yine öyle bir dönem geldiğinde
de endişelenmekten kendimi alıkoyamıyorum. Sanırım işin güzel yanı bu ve
döngüsel olarak hep böyle sürüp gidecek.
Dil amaç mıdır, araç mı?
Dil güçlü bir araçtır
teknik olarak düşündüğümüzde. Ancak bir edebi eser içinde amaç ve araç
olmasından ziyade birbirini tamlayan bir bütüne dönüştüklerinde okuyucuya tam
hazzı yaşatıyor. En azından ben okuduğum metinlerde ne zaman çarpılsam dil hem
amaç hem araç olarak bir bütün halinde çalışmış oluyor.
Öykücü, bir hikâye kahramanı yarattığında onu pek çok
özelliğiyle var etme lüksüne sahip değil. Onu bir âna, küçük bir kesite
sığdırmakla yetinmek durumunda. Buna itiraz eden, kendi hikâyesini uzun uzun
anlatmak isteyen, sizi yazı masasına geri çağıran bir öykü kahramanınız oldu
mu?
Öykülerimdeki
karakterlerin biraz daha geveze olmak istediği oluyor zaman zaman. Ben de
uygunluk durumuna göre ya ait olduğu metinde başrol verip sahnesi bitince
sahneden indiriyor, ya da birkaç kere daha bis yapmak için sahneye geri
gelmesine destek oluyorum.
İlhan Berk “Anlam ve Anlamı Aşmak” başlıklı yazısında,
“Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler
zincirini kırmakla başlar,” diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak
iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda
size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz
hangileridir?
Hepimiz zinciri kırmak
adına bir şeyler deniyoruz, amacımız da yaptığımız şeyin üstüne bir tuğla daha
ekleyerek yola devam etmek. Fakat koymaya çabaladığımız tuğla her defasında
“anlamı aşmak” olamaz gibi geliyor bana. İyi bir öykünün “anlamı aşmaktan”
ziyade daha güçlü bir meselesi var bana sorarsanız; o da iyi yazılmış olması.
Anlamı sarsıntıya
uğratan ve bana cesaret veren isimlerin en başında ise Sevim Burak ve Leyla
Erbil geliyor.
Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin
neresindedir?
Bu soruyu öykü değil de roman
üzerinden Ronald B. Tobias’ın “Roman Yazma Sanatı” kitabından çok beğendiğim
bir alıntıyla cevaplamak istiyorum.
“Eğer karakterlerinizi sizin söyleyeceklerinizi söylemeleri
için kullanırsanız, bu propagandadır. Eğer karakterleriniz kendi istediklerini
söylüyorlarsa, bu romandır.”
“Eserin ilk hâli bok gibidir” demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor
görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış,
gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç
bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne
zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların
sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler
düşünüyorsunuz?
Dergide çıkan öykülerimi kitaba alırken defalarca kez okudum ve
değiştirdim. Kitap çıktıktan sonra aynı öyküyü okuduğumda “Keşke şurayı şöyle
yazsaymışım,” dediğim şeyler yine oldu. İleride tekrar okuduğumda “Keşke şöyle
yazsaymışım,” diye hayıflanacağımdan hiç şüphem yok. Yeni baskılarda da ufak
tefek değişiklikler yaptım zaten. Ama bu karakteri öldüreyim, kurguyu
değiştireyim değil de, genelde dil üzerinde oynamalar şeklinde oldu. Bu konuda
sınırsız özgürlüğe sahibiz diye düşünüyorum. Ayrıca kendi yaptığını beğenen,
kusursuz, biricik gören biri nasıl ilerler ondan da emin değilim zaten.
* Bu söyleşi 21 Mart 2018 tarihinde Mevzu Edebiyat'ta Mevzumuz Öykü köşesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder