28 Mayıs 2020 Perşembe

Kendisiymiş Gibi edebiyathaber'de


Fatma Nuran Avcı ile yeni öykü kitabım “Kendisiymiş Gibi” ve yazın anlayışım üzerine yaptığımız söyleşi 18 Mayıs 2020 tarihinde edebiyathaber'de yayımlandı. 


            “Öykü, küçük bir ânın içinden çok daha geniş bir ufka bakabilme becerisidir”
 
2020 Mart ayında Notabene Yayınevi’nden çıkan “Kendisiymiş Gibi” adlı ikinci öykü kitabınız okuruyla buluştu. “Lodos Çarpması” ilk öykü kitabınızdı. Sanırım bu türde kararlısınız. İkinci kitabın öyküleri konu ve anlatım olarak üst basamaklara tırmanmış. Üslup anlamında yetkinliğe erişmiş kaleminiz. Tuğba Gürbüz’e göre öykü nedir? Tartışılan bir konu hakkında düşüncelerinizi öğrenmek isterim. Öykü yazmak, diğer türlere göre daha zor mudur yoksa yazma eyleminin zorluğuna tüm türler dahil midir?
Kalem her defasında kısa ve yoğun olana meylettiğine, önce yazıp sonra sildiğime, eksilttiğime göre, evet tür olarak öyküde kararlıyım. Bana göre öykü, geçerken gördüğüm şey. Görüleni öykü yapan ise bir kesitin, küçük bir ânın içinden insana, hayata dair çok daha geniş bir ufka bakabilme becerisi. Bunun için öykücünün en etkili aracı Edgar Allan Poe’nun tek etki kuralı kanımca. Poe, kısa öyküyü, öykünün okurun kafasında tek bir etki yaratacak biçimde planlanması, bu tek etkinin okurda yaratacağı dramatik coşkunun ahlaken biçimlendirici bir deneyim hâline gelmesi için öykünün bir oturuşta okuyup bitirilebilecek kısalıkta olması, yazarın olayları, karakterleri, durumları tek etki etrafında kurgulaması, şiirsel bir dil kullanması, öyküden tek cümle dahi çıkarıldığında öykünün gücünden bir şeyler kaybettiği yoğun bir dil kullanılması olarak formüle etmiştir. Poe’ya göre roman bir oturuşta okunup bitirilemediği için bütünlük duygusunun verdiği hazzı sağlayamazken kısa öykü yazarı bütün planını kimsenin araya girmesine fırsat vermeden gerçekleştirebilecek, okuma süresince okurun ruhu yazarın denetimi altında olacaktır. Türlerin zorluğuna dair bu tartışmaların ağırlıklı olarak dil ve anlatımdaki yoğunluk ve tek etki kuralından kaynaklandığını, öykü ve roman arasında yapıldığını,  şiirin her zaman, ayrıcalıklı ve haklı yerini koruyarak tartışmanın öznesi olmaktan çıktığını düşünüyorum. Kuramcılar öykü ve romanı karşılaştırırken yazarın cephesine bakarsak türün zorluğunu belirleyen biraz da yazarın ve kaleminin doğası. Anlatma hevesine sahip bir yazar ile dili ekonomik kullanmaya alışmış, uzattıkça klişe ürettiğine inanan bir yazarın türlere bakışı ve çalışma esnasında karşılaşacakları zorluklar elbette aynı olmayacaktır.

“Kendisiymiş Gibinin ilk öyküsünde yazar ve yayın dünyasına dair derin izler bulunuyor. Bay Çoksatan’la, İlkkitabıküçükyayınevindençıkan adlı karakter isimleri tek başına bile yeterince vurucu. Öykünün sonunda kelimelerin kaynar sularla fışkırması çok etkileyici bir sahne. Anlatıcının depresyon hâli şu soruyu sormama yol açtı. Siz böyle birinin bahçesinde çay içerken bu durumu yaşasanız etkilenir miydiniz? Bu bağlamda eleştiriye yaklaşımınızı merak ediyorum.  
Bakış açımı güncel bir örnekle açıklamak istiyorum. Biliyorsunuz, pandemi nedeniyle gözler tıp camiasına çevrilmiş durumda. Hepimiz bilim insanlarının aşı geliştirmesini bekliyoruz. Bunu da, korona virüsleri tanıyan, laboratuvar çalışmaları yapan uzman kişilerden bekliyoruz. Genelde sanat, özelde edebiyat için konuşursak sanatçı adayını harekete geçiren bu türden bir beklenti ya da talep değil. Birey, tamamen kendi isteğiyle, içten gelen bir motivasyonla yazıyor, çiziyor, ürünlerini ortaya çıkarıyor ve “Ben de varım,” diyor. Bunu fütursuzca içeri girme çabası, kapıdan kovulsa bacadan girmeye çalışma cüretkarlığı olarak görmek mümkün. Bu eylemin içinde heyecan ve kararlılık var. Yazar adayı ya da genç yazar görülmemeyi, terslenmeyi de göze alarak üretiyor. Dolayısıyla yazar adayı ya da genç yazar, tüm eleştirileri ciddiye almalı, üzerinde düşünmeli, gerektiğindeyse hepsini çöpe atmayı bilmeli. Edebiyat tarihi, her zaman eleştirmeni haklı çıkaran örneklerle dolu değil. Eminim herkesin aklına eleştirmenin ve çağının çok önünde yürüdüğü için görmezden gelinen küskün yazarlar gelecektir.

Öykülerinizdeki kadın karakterlerden söz etmek istiyorum biraz da. Genel olarak sosyo-ekonomik güce sahip kent soylu kadınlar, bekar anneler, bireyliğinin bilincinde. Ancak bu kadınlar sahip olduklarının kıvancını taşımıyor, hemcinslerine duyarlı gözlerle bakabiliyor. “Zarif Bir Duruş” adlı öykünüzde olduğu gibi. “Unutuyor” adlı öykünüzde, “Kalbi kırık ve duyulmak isteyen her kadın onu can kulağıyla dinlemek isteyen birine açar kelimelerini” derken kadın aslında kederlerinde benzer midir, farklı sanılan dünyalar aynıdır mı, demek istiyorsunuz? 
Evet, kederlerimizin, mutluluklarımızın, heyecanlarımızın, hayal kırıklıklarımızın benzer olduğuna inanıyorum. Kahramanların, mekânların, ayrıntıların ismi değişse de ihtiyaçlarımız aynı, ihtiyaçlarımız karşılanmadığında hissettiklerimiz de keza. Bu da bize hiç de yabana atılmayacak bir ortak payda sağlayabilir ve bizi bir arada tutabilir. 
“Boşluk” adlı öykünüzün hikâyesini merak ediyorum. Anne ve diş hekimi olarak tanık olduğunuz bir olaydan mı yola çıktınız? Soruya bağlı olarak yaratım süreciniz hangi aşamalardan geçer? 
Annelik ve diş hekimliği gibi yaşantıma denk düşen kimi ayrıntılara rağmen, öykü bir tanıklıktan doğmadı. Şimdi ismini dahi hatırlamadığım, muhtemelen yarılarında denk geldiğim bir Hollywood filminde çocukları yüzünden kavga eden bir çift ebeveyne rastladığımda, öykünün tohumu da atılmış oldu. Yazım aşaması uzun sürdü. İlk versiyonu başka bir isimle bir dergide yayımlandı. Gözümün önünde duran boşluk imgesini fark edince, küçük dokunuşlarla daha hınzır bir havaya büründü ve son hâlini aldı.

Kelimelerinizi en tutumlu şekilde kullanmanız gözden kaçmıyor. Özellikle sahne yazımı ve uzun betimlemeden kaçınmışsınız adeta. Gerçekten sakındığınız, özen gösterdiğiniz bir durum mu bu? 
Öykücü, herkes tarafından görülmeyen bir gerçeği görüp onu gösterme iddiasıyla ortaya çıkan kişidir. Bunu yaparken her birinin yürüdüğü patika ise farklıdır. Ben, kısa zaman dilimleri içinde geçen, olayın çok da eksik bırakılmadığı öyküler peşindeyim. Her zaman klasik serim, düğüm, çözüm üçlemesine yer vermiyorum. En ilginç olanın peşine düşüp onu her yönüyle anlatmaya, sürpriz sonlar yaratmaya çalışmıyorum. Daha çok seçtiğim bir kesiti okurun gözünde canlandırmaya, bu çatışma ve gerilim ânının içinde, seçilenin bireye olan etkisini aktarmaya çalışıyor, bu etkinin okuma sonlandığında da varlığını sürdürmesini arzuluyorum. Bu da herkesçe malum olanı uzun uzun anlatmamaktan, klişeleri yeniden üretmemekten geçiyor. Öyküde de yaşamda da geveze anlatıcılar beni yoruyor. Dolayısıyla benim öykü anlayışım sıkıştırmaktan, ima etmekten, okura kendisinin dolduracağı boşluklar yaratmaktan, anlatılanlar kadar neyin dışarıda bırakılacağına ve nerede bitirileceğine kafa yormaktan geçiyor.

Öykülerinize sakin bir anlatım dili hâkim. Heyecanı az, durgun ama kopmuyor cümleler. Yeteri kadar duygu, yeteri kadar düşünce. Acıyı anlatırken abartısız, sadece gösteren. Bu durum hemen mesleğinizi getiriyor aklıma nedense. Dişçi koltuğuna oturan korkulu hastayı sakinleştiriyor gibi. Tuğba Gürbüz böyle bir ilişkilendirmeye sözünüz ne olabilir? Yazarlığınıza mesleğinizin yansıması diyebilir miyiz?
Ebeveynlikte de, diş hekimliğinde de sakinleştirici otorite olmanın işe yaradığını her zaman gözlemlemişimdir ve o çizgiyi tutturmaya, o yoldan sapmamaya özen gösteririm ancak bendeki bu durgunluğun hekimlikle ya da annelikle başlamadığına da eminim. Düşünüyorum da, ben galiba her yaşımda, derin, sessiz ve gösterişsizdim. Yazılan, yazanın çok da ötesine düşmüyor.

“Kehanet” ve “Yeşil Vadi Konakları” birbirine bağlı iki öykü. Doğa, doğurganlık, soyun devamı, ölüm, gayrimeşruluk gibi kavramların karakterlerle temsilinin gerçekleştiği anlamlı bir kurgu. Yazarken her zaman göz önünde bulundurur musunuz bu unsurları?
Mitoloji, antik dönem trajedileri ve kutsal kitaplar edebiyat için eşsiz bir esin kaynağı. Ben de zaman zaman tıkandığımı hissettiğimde, kısa bölümler okur, ardından yazı temrinleri yaparım. Kehanet, İlyada Destanı’nda yer alan, Hekabe’nin düşü bölümünün bir yorumu olarak yazıldı. Bilirsiniz, Hekabe, Paris’e gebe iken rüyasında karnından alevler çıktığını,  dumanların tüm Truva’yı kapladığını görür. Devrin kahinleri rüyayı hayra yormaz, doğacak bebeğin Truva’ya felaket getireceğini söyler. Bu antik miti kendi versiyonumla yazdım ancak bu “yeniden yazım”ın hem bugünün okuruna söyleyeceği yeni bir şey yoktu hem de dosyanın bütünlüğü içerisinde ayrıksıydı. Üzerinde yeniden çalışmak, modern bir tını vermek, bunu yaparken de Antik Yunan Trajedilerinin ruhuna sadık kalmak, onların toplumsal ve bireysel ahlak, vicdan yaptırımları barındıran, tanrılar ve kahramanların örnek yaşamlarına göndermeler yapan yapısını korumak istedim. Bunun için inşaat sektörü uygun bir taşıyıcıydı çünkü artan insan nüfusunu doyurmak, barındırmak ciddi bir problem. Ormanları yitiriyoruz. Verimli tarım alanlarına, dere yataklarına, fay hatlarına evler, kuşların göç yollarına havaalanları inşa ediyoruz.   İnsanlık inanılmaz bir akıl tutulması yaşıyor derken, yaban hayvanlarının yaşam alanlarına girdiğimiz için mutasyon geçiren bir virüs aylardır hepimizi evlerin içine tıktı. Buradan bakınca belki de kehanet gerçek oldu. Ne dersiniz?

Sözlük anlamı kısaca, toplumdan kaçan, “Merdümgiriz”in. Bu öykü bir olayın mı, bir kişinin mi çağrışımı olarak geldi size? Kahraman caddelerden, kalabalıktan bir tomar kağıt ve kalemle evine sığınıyor sonunda. Siz kâğıt ve kalemin ya da sanatın dersek iyileştirici gücüne inanıyor musunuz?
İyi romanlar, öyküler okumak, beni yazı masasına çağıran itici bir güç. Merdümgiriz’in kahramanı, Aylak Adam’ın C’sinin bende uyandırdığı çağrışımlar ve tezahürler. İkinci sorunuza gelirsem, genel olarak nostaljiye eğilimli biriyim. Hem bireysel hem de toplumsal olarak yitirdiklerimiz karşısında farklı zamanları, çocukluğumu ve ilk gençliğimi özlüyorum. Büyümenin benim için en sancılı yanı, olağan buluşma ortamlarını ve oyun alanlarını yitirmek. Yazmak, yitirdiğim oyun alanına tek başıma da olsa geri dönmek gibi benim için. O yüzden yayımlanmaktan bağımsız olarak da yaşamsal.

Ama İsmail” kısa öykülerinizden biri. Varsayım kelimesiyle ne denli özdeşleşmiş. Öykü yazmak sizce varsayım mıdır? Yoksa vardır da, saymayı mı bekler, yazmayı mı bekler günü gelince?
Çoğu zaman anlaşmazlıklarımızın, çatışmalarımızın kaynağı bu varsayımlar ve kendi zihinlerimizde yazdığımız hikâyeler değil mi? Bu dolaylı iletişimin içinde, zihnimizin bize oynadığı oyunlara inanmak, bu yeni gerçeklik içinde eyleme geçmek yepyeni olasılıkları, yepyeni gelecekleri doğuruyor. Dolayısıyla öykü yazmak da, yaşamak da, yaşadıklarımızı hatırlamak ve onları aktarmak da birer varsayımdır.

Lodos Çarpması”nda erkek kadın çatışmasının olduğu öyküleriniz vardı. Kadınlar sorguluyor, mücadele ediyordu. Ancak “Kendisiymiş Gibi” adlı son kitabınızda kadınların artık bu sorunları geride bırakmış olduğu anlaşılıyor. Bu değişimi özellikle tercih mi ettiniz?
Kadınlar baskı görüyor, sömürülüyor, haksızlığa uğruyor, kariyerleri kesintiye uğruyor, sosyoekonomik olarak erkeğin gerisinde kalıyor, şiddete maruz kalıyor. Buradan bakınca Kendisiymiş Gibi’nin kadın kahramanları, çoğu hemcinsine göre oldukça şanslı. Onlar, kendilerine biçilen rollere razı gelmeyen, toplumun dikte ettiklerine itiraz edebilen, gerektiğinde ayağa kalkıp yürüyen ve sorunları geride bırakma güçleri olan kadınlar. Başarısızlıklarına sevgiyle, şefkatle yaklaşmayı, hemcinslerine karşı duyarlı davranmayı, kız kardeşlik ruhunu korumayı öğreniyorlar.

Ülkemizde son çıkan yerli kitaplar mı, dünyada en çok okunan kitaplar mı ilginizi çeker? Vazgeçemediklerinizi de öğrenmek isterim. 
Dünyadan ve ülkemizden öyküyü sanat yapanları okumaya çalışıyorum en çok. Bunun yanı sıra okurluğuna güvendiğim arkadaşlarımdan methini işittiğim güncel yerli ve çeviri kitapları da okumaya gayret ediyorum. Arkadaşlarımın kütüphanelerinden ödünç kitap almayı çok seviyorum. Zira emanet kitap okuma hızımı da olumlu etkiliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder