Fatma Nuran Avcı ile yeni
öykü kitabım “Kendisiymiş Gibi” ve yazın anlayışım üzerine yaptığımız söyleşi 18 Mayıs 2020 tarihinde edebiyathaber'de yayımlandı.
“Öykü, küçük bir ânın içinden çok
daha geniş bir ufka bakabilme becerisidir”
2020 Mart ayında Notabene Yayınevi’nden çıkan “Kendisiymiş
Gibi” adlı ikinci öykü kitabınız okuruyla buluştu. “Lodos Çarpması”
ilk öykü kitabınızdı. Sanırım bu türde kararlısınız. İkinci kitabın öyküleri
konu ve anlatım olarak üst basamaklara tırmanmış. Üslup anlamında yetkinliğe
erişmiş kaleminiz. Tuğba Gürbüz’e göre öykü nedir? Tartışılan bir konu hakkında
düşüncelerinizi öğrenmek isterim. Öykü yazmak, diğer türlere göre daha zor
mudur yoksa yazma eyleminin zorluğuna tüm türler dahil midir?
Kalem her defasında kısa
ve yoğun olana meylettiğine, önce yazıp sonra sildiğime, eksilttiğime göre,
evet tür olarak öyküde kararlıyım. Bana göre öykü, geçerken gördüğüm şey.
Görüleni öykü yapan ise bir kesitin, küçük bir ânın içinden insana, hayata dair
çok daha geniş bir ufka bakabilme becerisi. Bunun için öykücünün en etkili
aracı Edgar Allan Poe’nun tek etki kuralı kanımca. Poe, kısa öyküyü, öykünün
okurun kafasında tek bir etki yaratacak biçimde planlanması, bu tek etkinin
okurda yaratacağı dramatik coşkunun ahlaken biçimlendirici bir deneyim hâline
gelmesi için öykünün bir oturuşta okuyup bitirilebilecek kısalıkta olması,
yazarın olayları, karakterleri, durumları tek etki etrafında kurgulaması,
şiirsel bir dil kullanması, öyküden tek cümle dahi çıkarıldığında öykünün
gücünden bir şeyler kaybettiği yoğun bir dil kullanılması olarak formüle
etmiştir. Poe’ya göre roman bir oturuşta okunup bitirilemediği için bütünlük
duygusunun verdiği hazzı sağlayamazken kısa öykü yazarı bütün planını kimsenin
araya girmesine fırsat vermeden gerçekleştirebilecek, okuma süresince okurun
ruhu yazarın denetimi altında olacaktır. Türlerin zorluğuna dair bu
tartışmaların ağırlıklı olarak dil ve anlatımdaki yoğunluk ve tek etki
kuralından kaynaklandığını, öykü ve roman arasında yapıldığını, şiirin her zaman, ayrıcalıklı ve haklı yerini
koruyarak tartışmanın öznesi olmaktan çıktığını düşünüyorum. Kuramcılar öykü ve
romanı karşılaştırırken yazarın cephesine bakarsak türün zorluğunu belirleyen
biraz da yazarın ve kaleminin doğası. Anlatma hevesine sahip bir yazar ile dili
ekonomik kullanmaya alışmış, uzattıkça klişe ürettiğine inanan bir yazarın
türlere bakışı ve çalışma esnasında karşılaşacakları zorluklar elbette aynı
olmayacaktır.
“Kendisiymiş
Gibi”nin
ilk öyküsünde yazar ve yayın dünyasına dair derin izler bulunuyor. Bay
Çoksatan’la, İlkkitabıküçükyayınevindençıkan adlı karakter isimleri tek başına
bile yeterince vurucu. Öykünün sonunda kelimelerin kaynar sularla fışkırması
çok etkileyici bir sahne. Anlatıcının depresyon hâli şu soruyu sormama yol
açtı. Siz böyle birinin bahçesinde çay içerken bu durumu yaşasanız etkilenir
miydiniz? Bu bağlamda eleştiriye yaklaşımınızı merak ediyorum.
Bakış açımı güncel bir
örnekle açıklamak istiyorum. Biliyorsunuz, pandemi nedeniyle gözler tıp
camiasına çevrilmiş durumda. Hepimiz bilim insanlarının aşı geliştirmesini
bekliyoruz. Bunu da, korona virüsleri tanıyan, laboratuvar çalışmaları yapan
uzman kişilerden bekliyoruz. Genelde sanat, özelde edebiyat için konuşursak
sanatçı adayını harekete geçiren bu türden bir beklenti ya da talep değil.
Birey, tamamen kendi isteğiyle, içten gelen bir motivasyonla yazıyor, çiziyor,
ürünlerini ortaya çıkarıyor ve “Ben de varım,” diyor. Bunu fütursuzca içeri
girme çabası, kapıdan kovulsa bacadan girmeye çalışma cüretkarlığı olarak
görmek mümkün. Bu eylemin içinde heyecan ve kararlılık var. Yazar adayı ya da
genç yazar görülmemeyi, terslenmeyi de göze alarak üretiyor. Dolayısıyla yazar
adayı ya da genç yazar, tüm eleştirileri ciddiye almalı, üzerinde düşünmeli,
gerektiğindeyse hepsini çöpe atmayı bilmeli. Edebiyat tarihi, her zaman
eleştirmeni haklı çıkaran örneklerle dolu değil. Eminim herkesin aklına
eleştirmenin ve çağının çok önünde yürüdüğü için görmezden gelinen küskün
yazarlar gelecektir.
Öykülerinizdeki
kadın karakterlerden söz etmek istiyorum biraz da. Genel olarak sosyo-ekonomik
güce sahip kent soylu kadınlar, bekar anneler, bireyliğinin bilincinde. Ancak
bu kadınlar sahip olduklarının kıvancını taşımıyor, hemcinslerine duyarlı
gözlerle bakabiliyor. “Zarif Bir Duruş” adlı öykünüzde olduğu gibi. “Unutuyor”
adlı öykünüzde, “Kalbi kırık ve duyulmak isteyen her kadın onu can kulağıyla
dinlemek isteyen birine açar kelimelerini” derken kadın aslında kederlerinde
benzer midir, farklı sanılan dünyalar aynıdır mı, demek istiyorsunuz?
Evet, kederlerimizin, mutluluklarımızın,
heyecanlarımızın, hayal kırıklıklarımızın benzer olduğuna inanıyorum.
Kahramanların, mekânların, ayrıntıların ismi değişse de ihtiyaçlarımız aynı,
ihtiyaçlarımız karşılanmadığında hissettiklerimiz de keza. Bu da bize hiç de
yabana atılmayacak bir ortak payda sağlayabilir ve bizi bir arada
tutabilir.
“Boşluk”
adlı öykünüzün hikâyesini merak ediyorum. Anne ve diş hekimi olarak tanık
olduğunuz bir olaydan mı yola çıktınız? Soruya bağlı olarak yaratım süreciniz
hangi aşamalardan geçer?
Annelik ve diş hekimliği
gibi yaşantıma denk düşen kimi ayrıntılara rağmen, öykü bir tanıklıktan
doğmadı. Şimdi ismini dahi hatırlamadığım, muhtemelen yarılarında denk geldiğim
bir Hollywood filminde çocukları yüzünden kavga eden bir çift ebeveyne rastladığımda,
öykünün tohumu da atılmış oldu. Yazım aşaması uzun sürdü. İlk versiyonu başka
bir isimle bir dergide yayımlandı. Gözümün
önünde duran boşluk imgesini fark edince, küçük dokunuşlarla daha hınzır bir
havaya büründü ve son hâlini aldı.
Kelimelerinizi
en tutumlu şekilde kullanmanız gözden kaçmıyor. Özellikle sahne yazımı ve uzun
betimlemeden kaçınmışsınız adeta. Gerçekten sakındığınız, özen gösterdiğiniz
bir durum mu bu?
Öykücü, herkes tarafından görülmeyen bir gerçeği
görüp onu gösterme iddiasıyla ortaya çıkan kişidir. Bunu yaparken her birinin
yürüdüğü patika ise farklıdır. Ben, kısa zaman dilimleri içinde geçen, olayın
çok da eksik bırakılmadığı öyküler peşindeyim. Her zaman klasik serim, düğüm,
çözüm üçlemesine yer vermiyorum. En ilginç olanın peşine düşüp onu her yönüyle
anlatmaya, sürpriz sonlar yaratmaya çalışmıyorum. Daha çok seçtiğim bir kesiti
okurun gözünde canlandırmaya, bu çatışma ve gerilim ânının içinde, seçilenin
bireye olan etkisini aktarmaya çalışıyor, bu etkinin okuma sonlandığında da varlığını
sürdürmesini arzuluyorum. Bu da herkesçe malum olanı uzun uzun anlatmamaktan,
klişeleri yeniden üretmemekten geçiyor. Öyküde de yaşamda da geveze anlatıcılar
beni yoruyor. Dolayısıyla benim öykü anlayışım sıkıştırmaktan, ima etmekten,
okura kendisinin dolduracağı boşluklar yaratmaktan, anlatılanlar kadar neyin
dışarıda bırakılacağına ve nerede bitirileceğine kafa yormaktan geçiyor.
Öykülerinize
sakin bir anlatım dili hâkim. Heyecanı az, durgun ama kopmuyor cümleler. Yeteri
kadar duygu, yeteri kadar düşünce. Acıyı anlatırken abartısız, sadece gösteren.
Bu durum hemen mesleğinizi getiriyor aklıma nedense. Dişçi koltuğuna oturan
korkulu hastayı sakinleştiriyor gibi. Tuğba
Gürbüz böyle bir ilişkilendirmeye sözünüz ne olabilir? Yazarlığınıza
mesleğinizin yansıması diyebilir miyiz?
Ebeveynlikte de, diş hekimliğinde de sakinleştirici
otorite olmanın işe yaradığını her zaman gözlemlemişimdir ve o çizgiyi
tutturmaya, o yoldan sapmamaya özen gösteririm ancak bendeki bu durgunluğun
hekimlikle ya da annelikle başlamadığına da eminim. Düşünüyorum da, ben galiba
her yaşımda, derin, sessiz ve gösterişsizdim. Yazılan, yazanın çok da ötesine
düşmüyor.
“Kehanet”
ve “Yeşil Vadi Konakları” birbirine bağlı iki öykü. Doğa, doğurganlık,
soyun devamı, ölüm, gayrimeşruluk gibi kavramların karakterlerle temsilinin
gerçekleştiği anlamlı bir kurgu. Yazarken her zaman göz önünde bulundurur
musunuz bu unsurları?
Mitoloji, antik dönem
trajedileri ve kutsal kitaplar edebiyat için eşsiz bir esin kaynağı. Ben de
zaman zaman tıkandığımı hissettiğimde, kısa bölümler okur, ardından yazı
temrinleri yaparım. Kehanet, İlyada Destanı’nda yer alan,
Hekabe’nin düşü bölümünün bir yorumu olarak yazıldı. Bilirsiniz, Hekabe,
Paris’e gebe iken rüyasında karnından alevler çıktığını, dumanların tüm Truva’yı kapladığını görür.
Devrin kahinleri rüyayı hayra yormaz, doğacak bebeğin Truva’ya felaket
getireceğini söyler. Bu antik miti kendi versiyonumla yazdım ancak bu “yeniden
yazım”ın hem bugünün okuruna söyleyeceği yeni bir şey yoktu hem de dosyanın bütünlüğü
içerisinde ayrıksıydı. Üzerinde yeniden çalışmak, modern bir tını vermek, bunu
yaparken de Antik Yunan Trajedilerinin ruhuna sadık kalmak, onların toplumsal
ve bireysel ahlak, vicdan yaptırımları barındıran, tanrılar ve kahramanların
örnek yaşamlarına göndermeler yapan yapısını korumak istedim. Bunun için inşaat
sektörü uygun bir taşıyıcıydı çünkü artan insan nüfusunu doyurmak, barındırmak
ciddi bir problem. Ormanları yitiriyoruz. Verimli tarım alanlarına, dere
yataklarına, fay hatlarına evler, kuşların göç yollarına havaalanları inşa
ediyoruz. İnsanlık inanılmaz bir akıl
tutulması yaşıyor derken, yaban hayvanlarının yaşam alanlarına girdiğimiz için
mutasyon geçiren bir virüs aylardır hepimizi evlerin içine tıktı. Buradan
bakınca belki de kehanet gerçek oldu. Ne dersiniz?
Sözlük
anlamı kısaca, toplumdan kaçan, “Merdümgiriz”in. Bu öykü bir olayın mı,
bir kişinin mi çağrışımı olarak geldi size? Kahraman caddelerden, kalabalıktan
bir tomar kağıt ve kalemle evine sığınıyor sonunda. Siz kâğıt ve kalemin ya da
sanatın dersek iyileştirici gücüne inanıyor musunuz?
İyi romanlar, öyküler okumak, beni yazı masasına
çağıran itici bir güç. Merdümgiriz’in
kahramanı, Aylak Adam’ın C’sinin
bende uyandırdığı çağrışımlar ve tezahürler. İkinci sorunuza gelirsem, genel
olarak nostaljiye eğilimli biriyim. Hem bireysel hem de toplumsal olarak yitirdiklerimiz
karşısında farklı zamanları, çocukluğumu ve ilk gençliğimi özlüyorum. Büyümenin
benim için en sancılı yanı, olağan buluşma ortamlarını ve oyun alanlarını
yitirmek. Yazmak, yitirdiğim oyun alanına tek başıma da olsa geri dönmek gibi
benim için. O yüzden yayımlanmaktan bağımsız olarak da yaşamsal.
“Ama
İsmail” kısa öykülerinizden biri. Varsayım kelimesiyle ne denli
özdeşleşmiş. Öykü yazmak sizce varsayım mıdır? Yoksa vardır da, saymayı mı
bekler, yazmayı mı bekler günü gelince?
Çoğu zaman anlaşmazlıklarımızın, çatışmalarımızın
kaynağı bu varsayımlar ve kendi zihinlerimizde yazdığımız hikâyeler değil mi?
Bu dolaylı iletişimin içinde, zihnimizin bize oynadığı oyunlara inanmak, bu
yeni gerçeklik içinde eyleme geçmek yepyeni olasılıkları, yepyeni gelecekleri
doğuruyor. Dolayısıyla öykü yazmak da, yaşamak da, yaşadıklarımızı hatırlamak
ve onları aktarmak da birer varsayımdır.
“Lodos
Çarpması”nda erkek kadın çatışmasının olduğu öyküleriniz vardı. Kadınlar
sorguluyor, mücadele ediyordu. Ancak “Kendisiymiş Gibi” adlı son
kitabınızda kadınların artık bu sorunları geride bırakmış olduğu anlaşılıyor.
Bu değişimi özellikle tercih mi ettiniz?
Kadınlar baskı görüyor, sömürülüyor, haksızlığa
uğruyor, kariyerleri kesintiye uğruyor, sosyoekonomik olarak erkeğin gerisinde
kalıyor, şiddete maruz kalıyor. Buradan bakınca Kendisiymiş Gibi’nin kadın kahramanları, çoğu hemcinsine göre
oldukça şanslı. Onlar, kendilerine biçilen rollere razı gelmeyen, toplumun
dikte ettiklerine itiraz edebilen, gerektiğinde ayağa kalkıp yürüyen ve
sorunları geride bırakma güçleri olan kadınlar. Başarısızlıklarına sevgiyle,
şefkatle yaklaşmayı, hemcinslerine karşı duyarlı davranmayı, kız kardeşlik
ruhunu korumayı öğreniyorlar.
Ülkemizde
son çıkan yerli kitaplar mı, dünyada en çok okunan kitaplar mı ilginizi çeker?
Vazgeçemediklerinizi de öğrenmek isterim.
Dünyadan ve ülkemizden öyküyü sanat yapanları
okumaya çalışıyorum en çok. Bunun yanı sıra okurluğuna güvendiğim
arkadaşlarımdan methini işittiğim güncel yerli ve çeviri kitapları da okumaya
gayret ediyorum. Arkadaşlarımın kütüphanelerinden ödünç kitap almayı çok
seviyorum. Zira emanet kitap okuma hızımı da olumlu etkiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder