Mart ve nisan aylarında birer korona günlüğü yazmışım. Eh yeni normal kapıda olduğuna göre, bu da üçüncüsü olsun ve mayıs ayına da bir iz bırakmış olayım.
Şimdi ve burada
Mutfakta yemek hazırlıkları sürüyor. Deniz mahsüllerini pişirme işini ev ahalisinin üzerine yıktım. Yeni tarifler deneme konusunda benden daha hevesli olduklarına göre bu, onların işi olmalı. Hem benim ay sonuna kadar yazılacak iki blog yazım var. Baştan ilan ettim. Salata ve masa kurma işine talibim diye. Niyetim onlar yemeği pişirdikten sonra hızla salatayı yapmak ve masayı kurmaktı, on dakikamı almazdı nihayetinde. Ve fakat onlar çalışırken benim oturmam, elimdeki telefondan sosyal medya hesabıma bakmam, hele de yazmam, ne bileyim ben, küfür gibi geliyor hâlâ. (Demek ki iki kitap yetmiyormuş, yazarlığın gerçek bir iş olduğunu göstermeye, yazmaya ayırdığım mesainin işten kaçmak değil, başlı başına bir iş olduğuna inandırmaya. Oysa yayıevinin pandemi günlerimi nasıl geçirdiğime dair yönelttiği sorularda, kendimden emin, ikinci kitaptan sonra evde yazar olarak kabul edilmeye başladım sanırım, demiştim.) Salata yapma ve masa kurma işi ertelenemezmiş, öyle dediler. Hemen şimdi! Boyun eğmek huyum değil ama ha önü, ha arkası ne fark eder, dedim, uzatmadım. Mutfağa girdim. Amacım bunun on dakikayı aşmayacağını, abartmaya gerek olmadığını ispat etmek ya, kurdum saati. Tam on dakika. Önceden yıkanmış kurumuş salata malzemelerini ve kesme tahtasını koydum tezgâha. Kestirmeden yapıp çıkacağım. Başka zaman olsa ağırdan alabilir, işlenirken laflayabilirim. Hem Deniz de seviyor, birlikte iş yapmayı, sohbet etmeyi, planlar yapıp hayaller kurmayı ama işte pandemi var, hep evdeyiz, hep birlikte, okul yok, kurs yok, anneanneye gitmek yok, mesai neredeyse yok, her ne yapacaksam birlikte olduğumuz zamanın içinden çekip çıkartmam gerekiyor. Bunun için de utanç duyacak değilim ya. Kronometre işliyor, ellerim çalışmalı, zihnim değil. Salata kâsesini önüme alıyorum ve başlıyorum. Doğra, sosla, karıştır. Silk, ser, kur. Kirlileri diz. On dakikada işlem tamam. Üzerine su siparişini ver ve kurul masana. Yeniden oynat tuşuna basmak gibi hızla giremiyorum yazının içine. Bir metni yarıda bırakıp kalkmış değilim oysa. Temiz bir sayfa beni bekleyen, bomboş bir sayfa. Nereden başlayacağımı bilemiyorum, hevesim biraz kaçık. Çünkü ev işlerinin arasına okumayı, yazmayı sıkıştırmayı sevmiyorum. Okumak ve yazmak ana işinin arasına serpiştirilmeli gündelik olan. Ama ne diyordu Turgenyev:
"Eğer her şeyin, kesinlikle her şeyin hazır olduğu ânı beklersek, hiçbir zaman hiçbir şeye başlayamayız." Yoksa ben istemez miyim, duvar yerine dışarıya bakan bir pencerenin önüne oturup yazmayı, mesela bir ağaca ya da denize bakmayı, tek işimin yazmak olmasını... İşte böyle şeyler düşünürken ve bir yerlerden başlamak adına olduğu gibi yazarken kızım geliyor kapıya. Büyük bir ciddiyetle yemeklerin hangi aşamalarda olduğunu söyleyip beni sofraya buyur ediyor, biraz daha yazayım istiyorum, olmuyor. İkinci çağrıyla yerimden kalkıyorum.
Az sonra ve masada
Üçümüzün nadiren aynı anda oturduğu akşam yemeklerinde ve özellikle de pazar kahvaltılarında film izlemeyi seviyoruz. Netflix dizi ağırlıklı. Özellikle aile filmleri bulmak eni konu zor iş. Sabun köpüğü gibi bir film buluyoruz, Yeşilçam'ın tutmuş formülleri üzerinden ilerleyen bir salon filmi. Esas oğlan, esas kız, para ile mış gibi yapılan bir ilişki oyunu, gerçek aşk, gerçeğin açığa çıkması, ayrılık, gözyaşı, hatayı telafi etme çabaları ve kavuşma... Bol da kahkaha... Şimdi böyle formüle ettim diye haşa burun kıvırdığım sanılmasın. Seviyorum bu tür filmleri. İyiler, sevenler hep kavuşuyor, insanlar hatalarını telafi etmek için hep uğraşıyor, fena mı?
Gelelim mayısa...
Mayıs ayı tuhaftı. Üşüdüm, geceleri elektrikli soba yaktım, yorgan altına girdim. Sıcakladım ve yüzdüm. Mart ve nisan aylarına göre daha çok çalıştım. Muayenehaneden içeri daha çok girdikçe korkuyu üzerimden daha çok attım. Bir kez daha anladım, korku en çok beklerken rahatsız ediyor, büyüyor ve kocaman oluyor. Oysa kendimi korkulanın içine attığımda, bir de bakıyorum başlamışım, ortasına gelmişim ve bitmiş. Pazartesiden itibaren normalleşiyoruz. Eskisi gibi olmayacağız epey bir süre ama yeni normalden önce ben genel olarak nasıl geçirdim bu ayı, hatta genel olarak marttan bu yana evde olmayı, bir bakalım.
Pandemi öncesinde çok yorulduğumu, sıkıldığımı, hatta bıktığımı iyi hatırlıyorum. Yavaşlamayı, telefonun alarmını kapatma ve kendiliğimden kalkmak isteğimi, sabahları yatağın içinde acele etmeden gerinmeyi, sağa sola dönmeyi, öyle kalkmak istediğimi, bugün ne yapsam acaba diye düşünebilme lüksüne kavuşmayı hayal ettiğimi anımsıyorum. Pandemi bana bu yavaşlığı getirdi. Bu fazladan sahip olduğum zamanı eski alışkanlıklarla ya da faydacı bir yaklaşımla türlü çeşit kişisel ya da mesleki gelişim eğitimleri ya da materyalleri ile geçirmedim. İleride sürmek istediğim tamamen okumak, yazmak ve annelikle geçen günlerin provası gibiydi daha çok. Yalan yok. Sevdim. Dışarıda olmayı, kordonda, parkta doya doya yürümeyi, insanlarla buluşmayı özledim ama ev beni bir çukur gibi içine hapsedip öğütmedi. Öyle pasta, böreğe sardırmadığım gibi onlarca kitap hatmedip onlarca öykü de kaleme almadım. Ama her gün yazdım, az ya da çok. Güzel, çirkin demeden not aldım. Bilgisayarımda açtığım Word dosyası, mevcut iki kitabımın hacminden fazla yer kapladı. Büyük bölümü yalnızca rahatlamak, iç dökmek amacıyla yazıldı ve işe de yaradı. Araya yeterince zaman girip de, yeniden okuduğumda üzerinde çalışmaya değer birkaç öykü nüvesi bulsam benim için kafi. Bu zamanı iyi değerlendiremediğinden yakınan insanlar duyuyorum, görüyorum. Bu zamanı sıkıştırmak, yoğunlaştırmak ve içinden elle tutulur onlarca verim çıkartmak gibi bir amacım olmadı. Fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı kalmak ve yakınlarımın kötü haberlerini almamak dışında bir arzum yoktu. Bu da sağlandı. Yeterince kitap okudum. Yeterince dinlendim. Yeterince doğayı izledim. Bunu asla değersiz bulmuyorum. Kendimi pandemi öncesi bir sıkışıklığa mahkum edip zamansızlık nedeniyle yapamadığım ne varsa hücum etmediğim, bedenimin ve ruhumun gevşeme, yavaşlama isteğine aldırdığım için memnun ve huzurluyum. Öyleyse ver elini haziran, ardından da yaz!
günler.
"Eğer her şeyin, kesinlikle her şeyin hazır olduğu ânı beklersek, hiçbir zaman hiçbir şeye başlayamayız." Yoksa ben istemez miyim, duvar yerine dışarıya bakan bir pencerenin önüne oturup yazmayı, mesela bir ağaca ya da denize bakmayı, tek işimin yazmak olmasını... İşte böyle şeyler düşünürken ve bir yerlerden başlamak adına olduğu gibi yazarken kızım geliyor kapıya. Büyük bir ciddiyetle yemeklerin hangi aşamalarda olduğunu söyleyip beni sofraya buyur ediyor, biraz daha yazayım istiyorum, olmuyor. İkinci çağrıyla yerimden kalkıyorum.
Az sonra ve masada
Üçümüzün nadiren aynı anda oturduğu akşam yemeklerinde ve özellikle de pazar kahvaltılarında film izlemeyi seviyoruz. Netflix dizi ağırlıklı. Özellikle aile filmleri bulmak eni konu zor iş. Sabun köpüğü gibi bir film buluyoruz, Yeşilçam'ın tutmuş formülleri üzerinden ilerleyen bir salon filmi. Esas oğlan, esas kız, para ile mış gibi yapılan bir ilişki oyunu, gerçek aşk, gerçeğin açığa çıkması, ayrılık, gözyaşı, hatayı telafi etme çabaları ve kavuşma... Bol da kahkaha... Şimdi böyle formüle ettim diye haşa burun kıvırdığım sanılmasın. Seviyorum bu tür filmleri. İyiler, sevenler hep kavuşuyor, insanlar hatalarını telafi etmek için hep uğraşıyor, fena mı?
Gelelim mayısa...
Mayıs ayı tuhaftı. Üşüdüm, geceleri elektrikli soba yaktım, yorgan altına girdim. Sıcakladım ve yüzdüm. Mart ve nisan aylarına göre daha çok çalıştım. Muayenehaneden içeri daha çok girdikçe korkuyu üzerimden daha çok attım. Bir kez daha anladım, korku en çok beklerken rahatsız ediyor, büyüyor ve kocaman oluyor. Oysa kendimi korkulanın içine attığımda, bir de bakıyorum başlamışım, ortasına gelmişim ve bitmiş. Pazartesiden itibaren normalleşiyoruz. Eskisi gibi olmayacağız epey bir süre ama yeni normalden önce ben genel olarak nasıl geçirdim bu ayı, hatta genel olarak marttan bu yana evde olmayı, bir bakalım.
Pandemi öncesinde çok yorulduğumu, sıkıldığımı, hatta bıktığımı iyi hatırlıyorum. Yavaşlamayı, telefonun alarmını kapatma ve kendiliğimden kalkmak isteğimi, sabahları yatağın içinde acele etmeden gerinmeyi, sağa sola dönmeyi, öyle kalkmak istediğimi, bugün ne yapsam acaba diye düşünebilme lüksüne kavuşmayı hayal ettiğimi anımsıyorum. Pandemi bana bu yavaşlığı getirdi. Bu fazladan sahip olduğum zamanı eski alışkanlıklarla ya da faydacı bir yaklaşımla türlü çeşit kişisel ya da mesleki gelişim eğitimleri ya da materyalleri ile geçirmedim. İleride sürmek istediğim tamamen okumak, yazmak ve annelikle geçen günlerin provası gibiydi daha çok. Yalan yok. Sevdim. Dışarıda olmayı, kordonda, parkta doya doya yürümeyi, insanlarla buluşmayı özledim ama ev beni bir çukur gibi içine hapsedip öğütmedi. Öyle pasta, böreğe sardırmadığım gibi onlarca kitap hatmedip onlarca öykü de kaleme almadım. Ama her gün yazdım, az ya da çok. Güzel, çirkin demeden not aldım. Bilgisayarımda açtığım Word dosyası, mevcut iki kitabımın hacminden fazla yer kapladı. Büyük bölümü yalnızca rahatlamak, iç dökmek amacıyla yazıldı ve işe de yaradı. Araya yeterince zaman girip de, yeniden okuduğumda üzerinde çalışmaya değer birkaç öykü nüvesi bulsam benim için kafi. Bu zamanı iyi değerlendiremediğinden yakınan insanlar duyuyorum, görüyorum. Bu zamanı sıkıştırmak, yoğunlaştırmak ve içinden elle tutulur onlarca verim çıkartmak gibi bir amacım olmadı. Fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı kalmak ve yakınlarımın kötü haberlerini almamak dışında bir arzum yoktu. Bu da sağlandı. Yeterince kitap okudum. Yeterince dinlendim. Yeterince doğayı izledim. Bunu asla değersiz bulmuyorum. Kendimi pandemi öncesi bir sıkışıklığa mahkum edip zamansızlık nedeniyle yapamadığım ne varsa hücum etmediğim, bedenimin ve ruhumun gevşeme, yavaşlama isteğine aldırdığım için memnun ve huzurluyum. Öyleyse ver elini haziran, ardından da yaz!
günler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder