28 Mayıs 2020 Perşembe

Nasıl Yazar Oldular? (47)*

Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun. 





Çünkü Nenelerin Yarım Kalmış Hayallerini Torunlar Gerçekleştirirdi
Çocukken bazen, annemin arkadaşları başlarını benim odamdan içeri sokarlardı. Ben masamın başında, saçlarım kağıtların üzerine düşmüş, parmaklarım tükenmez kalem lekesi içinde harıl harıl hikaye yazıyor olurdum. “Ah canım,” derlerdi. “Sen büyüyünce yazar mı olacaksın?” Bu sorulara müthiş canım sıkılırdı. Tiyatrocu olacaktım ben. Hayallerimi sahneler süslüyordu. Hikayeler, evet, aklıma geliyordu ve onları kağıda dökmek acil bir ihtiyaçtı. Döküyordum ve günüme devam ediyordum. Hayalini kurduğum gelecekse bilinmezlerle bezeliydi. Sahne üzerinde bir başkası olarak yaşayacağım birkaç saatin hayaliydi bu. Işıklar altındaydı ve ona alkışlar eşlik ediyordu.
Bir başkası olarak yaşama hayalimi, daha o yaşta bile, yazarak gerçekleştirdiğimi çok geç anladım. Apartmanda büyümüştüm. Sokaklarında oynanan bir mahallede de değildim. Tek çocuktum. Annemle babam boşanmışlardı. Annem çalışıyordu. İçime ve odama kapandığım saatler sonsuzdu. Durmadan kitap okurdum. Enid Blyton, Stephen King, Gülten Dayıoğlu…  İnsan o kadar çok kitap okuyunca ve bir de yalnızsa, kafasının içinde bir anlatıcı konuşmaya başlıyor. Anlatıcı sana senin hayatını anlatıyor. Kendini dışarıdan görüyorsun. Kalemi de eline alan o anlatıcı sanırım.
Hal bu olunca okuldaki arkadaşlarıma çok bağlandım. O kadar ki akşam eve dönünce hasretimden duramaz, onlara mektup yazardım. Postaya verirdim. Blue Jean dergisine yazan dertli gençlerin hepsine benden bir yanıt giderdi. Dergi kimisini basar, kimisini boş verirdi. Duygularını ve düşüncelerini sadece yazarak ifade edebilen bir ergendim. On üç yaşındayken okuldaki çetemin üyesi kızlarla bir çocuk kitabı yazdık. Annemden rica ettik, kitabımızı daktiloya çekti. Küçük yaşında kafasına saksı düşmüş, unutkan ve şaşkın bir genç kızın maceralarıydı. Ergenliğin ham acımasızlığı ve yaratıcılığıyla yoğrulmuştu. Başı sonu belli ilk kitabım buydu galiba.
Mektup yazmayı, günlükleri, seyahat yazılarını hiç bırakmadım. Üniversiteden sonra Tayland’a göçtüm. Güneydoğu Asya’da gezdim. Yine tek başımaydım. Yine durmadan kitap okuyordum. Salman Rushdie, Marquez, Tom Robbins elimden düşmezdi. Pınar Kür’ün, Adalet Ağaoğlu’nun, Orhan Pamuk’un tüm kitaplarını üniversitedeyken okumuştum. Kafamdaki anlatıcı yine konuşmaya başlamıştı. Korka korka bir iki öykü yazdım. Arkadaşlarıma yolladım. Övgüleri kulağım duymadı bile yergilerde yıkıldım. Benden edebiyat yazarı çıkmaz dedim. Oysa nenemin hayaliydi, biliyordum. Romancı olmak istemişti. Edebiyat öğretmeni Faruk Nafiz Çamlıbel, “Zahide, sakın bırakma yazmayı” demişti. Ama o bırakmıştı. Aşık olmuş, evlenmiş, Büyükada’da iki çocuk büyütmüştü. Kendine ait bir odası hiç olmamıştı. Nenelerin tamamlanmamış hayallerini torunlar gerçekleştirirdi.
Sonunda beni kabuğumdan çıkartan internet oldu. Çalıştığım yoga okulu benden blog yazarlığını üstlenmemi rica etti. Ben blog nedir bilmiyordum. 2000’li yılların başıydı. Günce, deneme, gezi yazısı, mektup, öykü… Aklıma ne gelirse yoga okulunun bloğuna yazmaya koyuldum. Okurla ilk karşılaşmamdı. Yergilerinde yıkılmayacak kadar büyümüştüm veya internetin araya koyduğu hava boşluğu beni koruyordu. Birkaç yıl sonra blogların basılması için sevgili dostum editör Çağlayan Erendağ’dan bir teklif geldi. Bir yayınevi benim yıllardır yazdığım bloglardan bir kitap derlemeyi düşünüyordu. İlk kitabım Mavi Orman böyle çıktı. Okurlar, editörüm ve yayıncım şimdi bir de roman yazmalısın, dediler. Derin bir nefes alıp masanın başına oturdum. İlk öğretmenim Stephen King’in “bir sahneden başlayın, oradan yürüyün, sonra o sahneyi beğenmezseniz atın,” sözünü tuttum. Yakın zamanda başıma gelmiş bir olayı, 21 yaşındaki Eda Kaya’ya yaşattım. Kolay olmadı ama bir çile yünün çözülmesi gibi bir yerden sonra kurgu açıldı, ilk romanım Saklambaç doğdu.
Zehir kanıma girmişti bir defa. Romanların arkası geldi. Yazmazsa kendini hasta gibi hisseden o yazarlardan birine dönüştüm. Yazı’nın huyunu, suyunu, nazını da az çok tanıdım. Yazı, anlatacağı bir öyküsü olduğunda kalemimi araç edindi, benden aktı. Ben her gün masamın başına geçip Yazı’ya, varsa okura erişmesini istediği bir sözü, onun için hazır bulunduğumu bildirdim.
O kadar.
Defne Suman
*Bu yazı ilk kez 22 Mart 2020 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder