29 Temmuz 2020 Çarşamba

Serkan Gezmen ile söyleşi*

Ben Kitabı Olan Bir Okurum




Bir Kalem Kuş Olmuş, Serkan Gezmen'in ilk öykü kitabı. NotaBene Yayınları'ndan çıkan kitap iki bölümden oluşuyor: Nihayetsiz Öyküler ve Soğukmuş. İnce bir kitap, 65 sayfa. Dil yalın, sade, bir o kadar da yoğun. Betimlemeden yana zengin bir anlatım tutumunu benimsemiş, Gezmen. Realistler gibi bire bir mekânı anlatmak, tanımlamak, öykü kahramanlarıyla ilişkisini kurmaktan ibaret bir tür fotoğraflama, belgeleme değil, yaptığı. Daha ziyade mekândan seçtiği nesneleri, öykü kişilerinin durumlarını ya da eylemlerini niteleyerek anlatıyı zenginleştirmeyi tercih etmiş. Serkan Gezmen ile Virginia Woolf'un “Şiir olmayan bir şey niçin edebiyata girsin?” sorusunu hatırlatan, dilin gücüne yaslanan, ifadeyi iletmenin estetik yollarını arayan  çağdaş öykülerinin ortaya çıkış hikâyelerini, öyküye ve şiire bakışını konuştuk.

Noksan Karbon (2016 Heterotopya Yayınları) ilk kitabınız. Bir şiir kitabı. Ardından Bir Kalem Kuş Olmuş adlı öykü kitabı ile okur karşısına çıktınız. Nasıl başladı bu yolculuk? Şiir ve öykü her daim el ele mi ilerledi? İki kitabın ardından bu yolculuk sizce nereye evriliyor?

Taksim Trio Güle Yel Değdi açtım ki yazabileyim. Şiir bir tür olarak vardır. Öykü, roman, deneme gibi. Tür olarak varlığı kolaycılığı beslese de kemiğe dayanma hali ve oradan çıkan ses diğer türlerden çıkan sesleri besler. Doyurmaz. Doyurunca yüzde bir ekşilik fark edilir. Terlemek, ter kokmak bir olaydır. Yani gözeneklerinden sıvılar çıkar, herkesin birbirinden farklıdır terleme mesaisi, koşarsın terlemezsin, kumandaya uzanırken duş almayı düşünürsün. Kendini bilirsin yani. Ben kağıda ya da ekrana düşecek kelimeleri düşündüğünde terlemeye başlayanlardanım sanırım. Kemiğe dayandığında yazıyorum. Keşke mutluluktan yazmaya vakit kalmasa. Eğer üçüncü kitabım olacaksa bu çocuk kitabı olsun isterim.


Belli ki şiirden gelme bir aşinalıkla, alışkanlıkla imgeler, görüntüler ve duygularla inşa ediyorsunuz öykü evreninizi? Şiir nasıl besler öykücüyü?

Bu durumu anlatmayı deneyeyim: İlk öykümü korkumu aşmak için yazdım. Dün vardım ve bende bilmediğim, anlamlandıramadığım duygularla boğuşarak dünü doldurdum. Kalemi ele aldım. Yazmaya başladım. Zaman bitti. Uyundu. Uyanıldı. Fizik işledi. Mesai yapıldı. Eve dönüldü. Kalem ele tekrar alındı. Ama el aynı el değil. Bakıyorsun, aynı eli görmeye çalışıyorsun. Hatta dünkü eli hayal ediyorsun fakat kendini buna ikna edemiyorsun. Çünkü insanda bir duygu aynı renk, aynı koku, aynı saydamlıkta ya da bulanıklıkta uzun süre barınamaz, diyorsun kendine. Böylece yazdıkların bal kabağına dönüşmeden kalemi elden bırakmalısın. Bir süre bu takıntıyla bir ileri iki geri yol döndüm. Sonra makale yazmaya başladığım bir dönem oldu, yüksek lisansta, oturup az önce yazdıklarımı hiç ama hiç sorgulamadan sayfalarca yazmaya başladım. İkinci sayfaya ömründe bir iki defa geçmiş, geçince de puntoyu küçültüp yine bire indiren ben on, yirmi, otuz sayfa yazmaya başlayınca kendimde bir tuhaflık fark ettim. Edebiyatta ellerime baktığım kadar makalede, akademide bakmıyordum. O sıkıntıyla oturdum ve ilk öyküm Bir Kalem Kuş Olmuş’u yazdım. Güya o öykünün devamı olacaktı. Yani her 5 yılda bir dönüp belirli bir ana bakacaktım. Zirveden, şimdiki andan başladım. Devamı gelmedi. Diyeceğim o ki şiir olmasaydı hayatımdaki, yanımda taşımadığım, fotoğrafları çekemezdim.

Dil özenli ve tutumlu. Uzun uzun anlatmak yerine kısa, öz cümlelerle gösteriyorsunuz. Öykülerinizi okumak bir fotoğraf karesine bakmak ya da loş bir tavan arasında ardınız sıra ilerlemek gibi. Feneri tuttuğunuz yerler ışıl ışıl parlıyor zihinde. Kelimeler aracılığıyla inşa ettiğiniz görsellik tastamam görünüyor bununla beraber metnin kapalı yapısı, olay örgüsünü, kahramanların eylemliliğini, değişimini bütünüyle kavramanın önünde engel teşkil ediyor. Yazarken ve yayımlatırken okurun varlığı ve anlam arayışı üzerine düşünür müsünüz? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Okur? Tersten yazayım bakalım nasıl duracak, “okurken ve anlamlandırırken yazarın varlığı ve anlam arayışı üzerine düşünür müsünüz?” çokça okunmak için yazılır düşüncesi içinde debeleniriz. Aksini söylemek hem yazarı hem okuru rahatsız eder. Yazan sensin sen başla. Ben okurum bana meydan boş.  Okurun anlam arayışından beslenmek matematiği çözmek, tiraja bakmak demek. Bunu duyarsızlık, görmezden gelme olarak değerlendirmemeli. Ben kitabı olan bir okurum. Okurken yazarın varlığı ve anlam arayışı üzerine düşünürüm. Aslında düşündüğüm için okurum. Kendimi daha yakından tanımak için okurum. İtiraz hakkımı kullanmak, beğenimi dillendirmek için okurum. Onarmak, yıkmak için okurum. Uykuya dalmak için okurum. Keşke uykuya dalmak için okuduğum kitap uykumu kaçırsa diye okurum. Okumadığım, sahaflarda dahi bulamadığım bir kitabı, bulana dek okurum. Abi ben de öykü, şiir yazmak istiyorum, şöyle şöyle olacak, diyecek birini dinlemek için okurum. Okur ne için okuyor, okur? Derdi ne? İmza günümde tüm okurlar derneği bir okuru temsili olarak imza günüme göndermedi. Yazar biliyoruz durmadan boyadığımız bir duvar. Okur kim bukalemun?

“Nihayetsiz Öyküler” kitabın omurgasını oluşturan uzun ve bölümlü bir öykü. Öykünün hikâyesini sorsam...

Sanırım söyleşinin en can alıcı sorusu bu benim için. Büyük Yabancı yüzünden oldu her şey. Sonra Yas Günlüğü vardı. Büyük Yabancı’nın ardından Asabiyeci. Dürremant. Cemil Kavukçu. Ahmet Aslan. Bablisok. Volor Molor. İkizler. Yakutiler. Hatta Nihayetsiz Öyküler’i yazdığım dönem hayatımdaki en özel dönem diyebilirim. Bu dönemi günlüğe dönüştürdüm.

Öykünün hikayesi, bana annemin anlattığı ve benim görüp duyduklarımdan ibarettir. O öyküyü anlatabileceğim bir coğrafya vardı. Oradan başladım anlatmaya. Anlatmaya başladığım coğrafyada yaşamıyordum anlatırken. Yani anlatıcı iç anadoluda yaşıyordu, karakterler Akdeniz’de, coğrafya Karadeniz’de. Uykudan uyanıp uyanıp gece yarısı kendimin ayırdına varmadan okuduğum kitaplarım boş yerlerine, not defterine düştüğüm notlardan çıktı ortaya. Erlend Loe, Roland Barthes, özellikle Yas Günlüğü günlüğüm oldu. Annem kulağıma fısıldadı, ben uykudan uyanıp yazdım. Karakterleri, mekanı ve olayı kendi kıyıma taşıdım. Çok ilginçtir, Nihayetsiz Öyküler’i yazarken öykü canlandı, yaşamımda karşılık bulmaya başladı. Bundan, yazdıklarımın yaşamıma sinmeye başlamasından, açıkçası delirmekten, kafamdan gelen kokudan rahatsız olmaya başladım. Hiç bitmeyecek sanmıştım bu öykü. Keşke yazmadan kafamda taşıyabilseydim.

Gerçek, rüya, olan ve hatırlanan, rüyanın ve gerçeğin içinden sıyrılan ve hatırlama yoluyla yeniden yaratılan, bunların hepsi aklınıza takılan meseleler gibi... Ne dersiniz?

Gerçekten hoşlanmıyorum. Rüya başımın tacı. Bir keresinde rüyamda bağışlanmıştım. Uyanıp uykudayken verdiğim sözleri anımsadım. Bu rüyayı unutmayacağım, hatırlamayacağım da, demiştim rüyamda.

Kitapta, Hulki Aktunç'tan, Memet Baydur'dan, Sema Kaygusuz'dan epigraflar var. Sizi besleyen, sarsan, yazı masasına çağıran, başucu yazarlarınız kimler?

Bu saydığınız yazarları okurken istemsizce elim kaleme gidiyor. Başucu yazarlarım var. Ama bu yazarlar bir ömür beni dönüştürecek yazarlardan.

Yavaş yavaş normalleşmeye başlasak da aylardır ev içlerine sığmaya, korkuyu, kaygıyı yatıştırmaya, hayatlarımızın nereye gittiğine bakmaya çalışıyoruz. Sizin karantina günleriniz nasıl geçti? Yeni verimlere vesile oldu mu? 

Masal. Kızım. Şimdi 17 aylık. Onunla geçti günlerim. Yürümeye başladı. İtiraz etmeye başladı. Onunla hayata başladığım her gün verimli bir gün oldu benim için.

* Bu söyleşi 27/07/2020 tarihinde Gazete Duvar'da yayımlandı. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder