Bir Kalem Kuş
Olmuş, Serkan Gezmen'in ilk öykü kitabı. NotaBene Yayınları'ndan çıkan
kitap iki bölümden oluşuyor: Nihayetsiz Öyküler ve Soğukmuş. İnce bir kitap, 65
sayfa. Dil yalın, sade, bir o kadar da yoğun. Betimlemeden yana zengin bir
anlatım tutumunu benimsemiş, Gezmen. Realistler gibi bire bir mekânı anlatmak, tanımlamak,
öykü kahramanlarıyla ilişkisini kurmaktan ibaret bir tür fotoğraflama,
belgeleme değil, yaptığı. Daha ziyade mekândan seçtiği nesneleri, öykü
kişilerinin durumlarını ya da eylemlerini niteleyerek anlatıyı zenginleştirmeyi
tercih etmiş. Serkan Gezmen ile Virginia Woolf'un “Şiir olmayan bir şey niçin
edebiyata girsin?” sorusunu hatırlatan, dilin gücüne yaslanan, ifadeyi
iletmenin estetik yollarını arayan çağdaş
öykülerinin ortaya çıkış hikâyelerini, öyküye ve şiire bakışını konuştuk.
Noksan Karbon (2016
Heterotopya Yayınları) ilk kitabınız. Bir şiir kitabı. Ardından Bir
Kalem Kuş Olmuş adlı öykü kitabı ile okur karşısına çıktınız. Nasıl
başladı bu yolculuk? Şiir ve öykü her daim el ele mi ilerledi? İki kitabın
ardından bu yolculuk sizce nereye evriliyor?
Taksim Trio Güle
Yel Değdi açtım ki yazabileyim. Şiir bir tür olarak vardır. Öykü, roman, deneme
gibi. Tür olarak varlığı kolaycılığı beslese de kemiğe dayanma hali ve oradan
çıkan ses diğer türlerden çıkan sesleri besler. Doyurmaz. Doyurunca yüzde bir
ekşilik fark edilir. Terlemek, ter kokmak bir olaydır. Yani gözeneklerinden
sıvılar çıkar, herkesin birbirinden farklıdır terleme mesaisi, koşarsın
terlemezsin, kumandaya uzanırken duş almayı düşünürsün. Kendini bilirsin yani.
Ben kağıda ya da ekrana düşecek kelimeleri düşündüğünde terlemeye
başlayanlardanım sanırım. Kemiğe dayandığında yazıyorum. Keşke mutluluktan
yazmaya vakit kalmasa. Eğer üçüncü kitabım olacaksa bu çocuk kitabı olsun
isterim.
Belli ki şiirden
gelme bir aşinalıkla, alışkanlıkla imgeler, görüntüler ve duygularla inşa
ediyorsunuz öykü evreninizi? Şiir nasıl besler öykücüyü?
Bu durumu
anlatmayı deneyeyim: İlk öykümü korkumu aşmak için yazdım. Dün vardım ve bende
bilmediğim, anlamlandıramadığım duygularla boğuşarak dünü doldurdum. Kalemi ele
aldım. Yazmaya başladım. Zaman bitti. Uyundu. Uyanıldı. Fizik işledi. Mesai
yapıldı. Eve dönüldü. Kalem ele tekrar alındı. Ama el aynı el değil.
Bakıyorsun, aynı eli görmeye çalışıyorsun. Hatta dünkü eli hayal ediyorsun
fakat kendini buna ikna edemiyorsun. Çünkü insanda bir duygu aynı renk, aynı
koku, aynı saydamlıkta ya da bulanıklıkta uzun süre barınamaz, diyorsun
kendine. Böylece yazdıkların bal kabağına dönüşmeden kalemi elden bırakmalısın.
Bir süre bu takıntıyla bir ileri iki geri yol döndüm. Sonra makale yazmaya
başladığım bir dönem oldu, yüksek lisansta, oturup az önce yazdıklarımı hiç ama
hiç sorgulamadan sayfalarca yazmaya başladım. İkinci sayfaya ömründe bir iki
defa geçmiş, geçince de puntoyu küçültüp yine bire indiren ben on, yirmi, otuz
sayfa yazmaya başlayınca kendimde bir tuhaflık fark ettim. Edebiyatta ellerime
baktığım kadar makalede, akademide bakmıyordum. O sıkıntıyla oturdum ve ilk
öyküm Bir Kalem Kuş Olmuş’u yazdım. Güya o öykünün devamı olacaktı. Yani her 5
yılda bir dönüp belirli bir ana bakacaktım. Zirveden, şimdiki andan başladım.
Devamı gelmedi. Diyeceğim o ki şiir olmasaydı hayatımdaki, yanımda taşımadığım,
fotoğrafları çekemezdim.
Dil özenli ve
tutumlu. Uzun uzun anlatmak yerine kısa, öz cümlelerle gösteriyorsunuz. Öykülerinizi
okumak bir fotoğraf karesine bakmak ya da loş bir tavan arasında ardınız sıra
ilerlemek gibi. Feneri tuttuğunuz yerler ışıl ışıl parlıyor zihinde. Kelimeler
aracılığıyla inşa ettiğiniz görsellik tastamam görünüyor bununla beraber metnin
kapalı yapısı, olay örgüsünü, kahramanların eylemliliğini, değişimini bütünüyle
kavramanın önünde engel teşkil ediyor. Yazarken ve yayımlatırken okurun varlığı
ve anlam arayışı üzerine düşünür müsünüz? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Okur? Tersten
yazayım bakalım nasıl duracak, “okurken ve anlamlandırırken yazarın varlığı ve
anlam arayışı üzerine düşünür müsünüz?” çokça okunmak için yazılır düşüncesi
içinde debeleniriz. Aksini söylemek hem yazarı hem okuru rahatsız eder. Yazan
sensin sen başla. Ben okurum bana meydan boş.
Okurun anlam arayışından beslenmek matematiği çözmek, tiraja bakmak
demek. Bunu duyarsızlık, görmezden gelme olarak değerlendirmemeli. Ben kitabı
olan bir okurum. Okurken yazarın varlığı ve anlam arayışı üzerine düşünürüm.
Aslında düşündüğüm için okurum. Kendimi daha yakından tanımak için okurum.
İtiraz hakkımı kullanmak, beğenimi dillendirmek için okurum. Onarmak, yıkmak
için okurum. Uykuya dalmak için okurum. Keşke uykuya dalmak için okuduğum kitap
uykumu kaçırsa diye okurum. Okumadığım, sahaflarda dahi bulamadığım bir kitabı,
bulana dek okurum. Abi ben de öykü, şiir yazmak istiyorum, şöyle şöyle olacak,
diyecek birini dinlemek için okurum. Okur ne için okuyor, okur? Derdi ne? İmza
günümde tüm okurlar derneği bir okuru temsili olarak imza günüme göndermedi. Yazar
biliyoruz durmadan boyadığımız bir duvar. Okur kim bukalemun?
“Nihayetsiz
Öyküler” kitabın omurgasını oluşturan uzun ve bölümlü bir öykü. Öykünün
hikâyesini sorsam...
Sanırım
söyleşinin en can alıcı sorusu bu benim için. Büyük Yabancı yüzünden oldu her
şey. Sonra Yas Günlüğü vardı. Büyük Yabancı’nın ardından Asabiyeci. Dürremant.
Cemil Kavukçu. Ahmet Aslan. Bablisok. Volor Molor. İkizler. Yakutiler. Hatta
Nihayetsiz Öyküler’i yazdığım dönem hayatımdaki en özel dönem diyebilirim. Bu
dönemi günlüğe dönüştürdüm.
Öykünün
hikayesi, bana annemin anlattığı ve benim görüp duyduklarımdan ibarettir. O
öyküyü anlatabileceğim bir coğrafya vardı. Oradan başladım anlatmaya. Anlatmaya
başladığım coğrafyada yaşamıyordum anlatırken. Yani anlatıcı iç anadoluda
yaşıyordu, karakterler Akdeniz’de, coğrafya Karadeniz’de. Uykudan uyanıp uyanıp
gece yarısı kendimin ayırdına varmadan okuduğum kitaplarım boş yerlerine, not
defterine düştüğüm notlardan çıktı ortaya. Erlend Loe, Roland Barthes,
özellikle Yas Günlüğü günlüğüm oldu. Annem kulağıma fısıldadı, ben uykudan
uyanıp yazdım. Karakterleri, mekanı ve olayı kendi kıyıma taşıdım. Çok ilginçtir,
Nihayetsiz Öyküler’i yazarken öykü canlandı, yaşamımda karşılık bulmaya
başladı. Bundan, yazdıklarımın yaşamıma sinmeye başlamasından, açıkçası
delirmekten, kafamdan gelen kokudan rahatsız olmaya başladım. Hiç bitmeyecek
sanmıştım bu öykü. Keşke yazmadan kafamda taşıyabilseydim.
Gerçek, rüya,
olan ve hatırlanan, rüyanın ve gerçeğin içinden sıyrılan ve hatırlama yoluyla
yeniden yaratılan, bunların hepsi aklınıza takılan meseleler gibi... Ne
dersiniz?
Gerçekten
hoşlanmıyorum. Rüya başımın tacı. Bir keresinde rüyamda bağışlanmıştım. Uyanıp
uykudayken verdiğim sözleri anımsadım. Bu rüyayı unutmayacağım,
hatırlamayacağım da, demiştim rüyamda.
Kitapta, Hulki
Aktunç'tan, Memet Baydur'dan, Sema Kaygusuz'dan epigraflar var. Sizi besleyen,
sarsan, yazı masasına çağıran, başucu yazarlarınız kimler?
Bu saydığınız
yazarları okurken istemsizce elim kaleme gidiyor. Başucu yazarlarım var. Ama bu
yazarlar bir ömür beni dönüştürecek yazarlardan.
Yavaş yavaş
normalleşmeye başlasak da aylardır ev içlerine sığmaya, korkuyu, kaygıyı
yatıştırmaya, hayatlarımızın nereye gittiğine bakmaya çalışıyoruz. Sizin
karantina günleriniz nasıl geçti? Yeni verimlere vesile oldu mu?
Masal. Kızım.
Şimdi 17 aylık. Onunla geçti günlerim. Yürümeye başladı. İtiraz etmeye başladı.
Onunla hayata başladığım her gün verimli bir gün oldu benim için.
* Bu söyleşi 27/07/2020 tarihinde Gazete Duvar'da yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder