Herkese günaydın!
Büyük felaketin üstünden bir hafta geçti. Doğrudan depremden etkilenmeyenler bile koca bir enkazın altında. Hepimiz kuşlar gibi çırpınıyor, iyiliği, dayanışmayı örgütlüyoruz. Bu kendiliğinden, herhangi bir çağrıya gerek kalmaksızın doğan kocaman bir iyilik, şefkat hâli. İnsanlar kötü günde belli olur, derler ya, etrafımızda ne çok yüreği güzel insan varmış gördük. Günün sonunda bize kalan hep birbirimize yetişmek. Bu içinde barındırdığı onca umuda, iyimserliğe rağmen canımızı yakıyor. Neticede içinde yaşadığımız köy, kasaba, şehir, ülke bir anarşist komün değil. Yurttaş olarak korunmuyorsak, güven içinde değilsek, devlet kurumları aracılığıyla yolladığımız deprem yardımlarının ulaşmamasından kaygılanıyorsak; tekstil ürünlerinin insanlık onurunu kıracak şekilde sokaklara atıldığını, kar ve yağmur suyuyla ıslanıp kullanılmaz hâle geldiğini görüp kendi bireysel aklımızla çözüm buluyorsak neden bir devlet çatısı altındayız?
Soğuk, kara, çatık kaşlı ülkelere giden sevdiklerimiz en çok bu güven duygusu için gidiyor, biliyoruz, anlatıyorlar. Sistemin bir parçası haline gelip tıkır tıkır işleyen çarkın dişlilerinden biri oluveriyorlar ama kalpleri de buradaki sıcak yazlarda, çat kapı çalınan kapılarda, rakı sofralarında, kahve fallarında kalıyor işte. Çünkü güvenlik ne kadar birincil ihtiyaç ise, samimi arkadaşlıklar sürmek, bir topluluğun parçası olmak, onlar tarafından desteklenmek de bir o kadar güçlü ihtiyaçlar. Biz, bu ülkenin muassır medeniyetler seviyesi ülküsüyle yetiştirilmiş, bu gayeye de ulaşabilmiş, dil bilen, meslek sahibi kesiminin kaderi de bu. Gidenler ve arkadaşlarının gittiğini görenler. Hangi kesim daha mutlu emin değilim. Giden de bağını koparamıyor burayla, aynı dertlerle kavrulmaya devam ediyor ama saçma ölümler olmuyor belki hayatında. Bir dönem gidebilme ihtimaliyle yanıp tutuştuğumu hatırlıyorum. Yeniden mesleğimi icra etmek için almam gereken yolun uzunluğu, zorluğu, belirsizliği, bakmakla yükümlü olduğum bir çocuğun varlığı... İkircikli, huzursuz bir hal. Boğaza yapışan gıcık gibi bir şey. Ne öldürüyor, ne süründürüyor ama gitmiyor, bitmiyor. O günlerde kendilerine green card çıkan bir arkadaşımla konuştuğumu hatırlıyorum. İki yıl orada kaldıkları, çocuklardan birinin doğumu orada gerçekleştiği, çalıştıkları devlet kurumundan bir yıl ücretsiz izin alıp evlerini muhafaza ederek gitme imkânları olduğu halde, orada kendi işlerini yapma ihtimalleri bulunduğu halde gitme konusunda çekince yaşadıklarını hatırlıyorum. Bir nesli kurtarmak için kendi emeklerini çöpe atmak konusunda duydukları kaygıyı. Yüreğimi buran, kafamı karıştıran ne varsa o konuşmanın sonunda belirginleşti sanki. Belki ilk anda olmasa da yatıştım, sakinleştim ve kabullendim. Hiçbir yere gitmiyorum. Öyle çaresizlikten değil! Aslında burada kalmak istediğim için. O günlerde on beş- on yedi yıl, bugünlerde yirmi iki yılı bulan mesleki emeğimi çöpe atmamak için, ana dilimde konuşmayı sevdiğim için, buna devam etmek istediğim için, taş yerinde ağır olduğu için, sevdiklerim, sevebilme ihtimali olanlar burada olduğu için ve çocuğu "kurtarmak istediğim yer"den o hâlâ razı olduğu için. İleride şartlar ne olur, neyi gerektirir bilemem. Öyle ya bir dakika bile sürmeyen bir sarsıntı taş üstünde taş bırakmıyor, tecrübeyle sabit, ait olduğunuz yer bir moloz yığınına, enkaza dönüşüyor ve mecburen yollara düşüyorsunuz. Dilerim gitmek zorunda kalanların hayatı kısa sürede düzene girer, kendilerini ait hissettikleri toplulukların parçaları olurlar, acılarını, yaslarını sağaltırlar. Biz burada böyle zorlanıyorken o kayıplarla başa çıkmak kim bilir ne zordur.
Hiç bırakamadığım diş sıkmam sürüyor efendim. Evet istirahat pozisyonu nedir, dil nasıl konumlanmalı, dişlerin arası nasıl açık kalmalı biliyorum. Ve fakat terzi söküğünü dikemiyor bazen. Botoks da bende pek işe yaramadı. Gece plağı da yapmadım kendime ne hikmetse. Aklıma geldikçe dişlerimi aralıyorum. Diş sıkmaya eşlik eden boyun kaslarını rahatlatmak için basit yoga alıştırmaları yapıyorum. Faydalandığım ücretsiz kaynakları sizinle de paylaşayım.
Ortodontist diş hekimi, yoga eğitmeni Duygu İşcan mesleki bilgilerini yogayla buluşturarak geliştirdiği yönteme Çeneye Özgürlük adını vermiş. Denemeye değer. Başlarken stres yönetiminin, gevşemenin apandisit ameliyatı gibi bir kez kestirdim ve halloldu şeklinde bir işlem olmadığını, uzun zamana yayılan bir yeniden yapılanma olduğunu, her gün kendimizi yeniden regüle etmemiz gerektiği bilgisini de hatırlatayım. Zor kısmı da bu aslında.
Yoga terapi olarak üç kanal önereceğim size:
Şifa olsun.
Bu alıştırmaların yanı sıra neye sabrettiğinizi, dayanmaya çalıştığınızı (Ha gayret sık dişini), neye kenetlendiğinizi, bırakamadığınızı fark etmek, bunlarla çalışmak da yardımcı olabilir. Kendinize kimi sorular sorabilir, yanıtlarını yazarak arayabilirsiniz. Yeri gelmişken benimle yazı alıştırmaları yapmak ya da benden mektuplar almak isterseniz burayı da inceleyebilirsiniz.
Kendinize dikkat edin. İyi beslenin. Yeterli uyuyun. Bedeninizi hareket ettirmeyi ihmal etmeyin. Meditasyon ya da duayla daha sık buluşun. Deprem haberlerine aralar verin. Günlük rutininize sahip çıkın. Kendinize gün içinde ekransız zaman dilimleri tanıyın. Oyun oynayın. Sohbet edin. Sevdiğiniz blogları ziyaret edin. Okuyun. Yorum yazın. Bir sevdiğinize mektup yazın. Ez cümle insanın insana iyi gelme halinden faydalanın. Utanmadan, sömürmeden, kendinizden de vererek...
Gün içinde varlığıyla sizi mutlu eden, reel ya da sanal kapınızı çalan sevdikleriniz eksik kalmasın. Bu yazıyı da onlardan biri olarak görmeniz dileğiyle.
Sevgiler.
Nasıl güzel anlamış ve aktarmışsın yine. Tam da öyle evet, ne gittik ne de kaldık.. Günün birinde seninle karşılıklı konuşmak istedim bak bunları :) içim ışık ışık oldu..
YanıtlaSilDişimizi sıka sıka hakikaten çene yogasına ihtiyacımız olduğu, hatta ihtiyaç değil zaruret olduğu bir noktadayız galiba :) Hemen linklere bakacağım!
Karşılıklı konuşabilme ihtimalini sevdim. :)
SilPsikolojik yardım, yoga, meditasyon, sohbet hangisine ulaşabiliyorsak, her biri, hepsi iyi gelsin. Desteğe her zamankinden çok ihtiyacımız var.