Bu yazı, 13-17 Mayıs tarihleri arasında Çanakkale'de gerçekleştirilen Çanakkale Masalcılar Buluşması'nın konuğu Sezai Sarıoğlu'nun "Benim el yazım bozuk kendimi yanlış anlatıyorum... Benim dil yazım bozuk kendimi yanlış anlatıyorum..." başlıklı sunumundan alınmıştır.
Ben cümle kurmayı seven biri değilim. Zaten bizim evin cümlelerini oğlum kurar. O günden beri hayatımızda cümleler de eskidi, giderek kayboldu. Her şeyi, derdimizi bir cümleye sığdırdık: Kayıp! Biz Adana'da oturuyoruz. Evvelinde Hakkari'deydik. Her şeyimizi bırakıp, dilimizi alıp göçtük. İçim çok dolu ama ben cümle kurmayı sevmem. Bizim evde cümleleri oğlum kurar, burada olsaydı anlatırdı hikâyemizi.
Avludaki ağacın gölgesinde akşama kadar elime baktığım bir gündü. Oğlum kaybolalı elime taşınmıştım. Bir elimi diğerine alır saatlerce çizgileri seyreder düşünürdüm. Sonra el değiştirir diğer elimi tutardım. Konu-komşu elimle vakit geçirmeyi huy edinmemin hayra alamet olmadığını söylese de elimden katiyen vazgeçmem. Benim derdim de dermanım da elimde yazılıdır. Cümlem oradadır ama komşular bunu bilmezler. Bilseler de söylemezler. Biz derdimizi cümle kurmadan da söyleriz. Bizim oralarda çocuklar, liseyi, üniversiteyi beklemez, daha çocukken, çiçekler gibi tozlaşarak siyasileşir. Yine de üniversiteyi kazanınca bir derin kaygı sarmıştı içimi. Siyaset cümle gerektirir, o cümlesini çok evvelinden bulanlardandı. Oğlum, “beni avucunda bil”, diye okula gidince dilim kırka bölündü. Avucumdaydı, biliyordum. Bilmediğimiz yeni cümlelerin peşinde kaybolmuştu. Dertlerimle canınızı sıkmak istemem; biz cümle kurmayı sevmeyen bir aileyiz; bizim evde cümleleri o kurar. Besbelli sihirli bir cümlenin peşinde giderken kaybedilmişti. Nerede gülüneceğini, nerede susulacağını ve konuşulacağını o bilirdi. Ama kaybolacağını bilemedi zannımca. Bizim oralarda hep öyle olur, bir cümle gelir çocuklarımızın diline konar, gidilir. Sonrasını devleti ezber eden çocuklarımız bilir. Benim oğlum nereye gitse gelir elime konardı.
Komşuların gazeteyle geldiklerini görünce elimi bıraktım. Şunu da ekleyeyim; köyümüzün, evimizin yakıldığı gündeki kadar korktum. Ne eksik ne fazla, bizim oralarda korku ile sevinç eşittir. Cümle kurulmayınca hele de cümlenin içi açılmayınca dert/anlam bilinmez. Komşunun oğlu, haberi okudu. Ben cümle kurmayı bilmem. Dinlerim. Oğlumun kaybolmadığını dağları mesken tuttuğunu yazıyordu gazete. Bir de oğlumun fotoğrafı. Cümlesizdim, iyice cümlesiz kaldım. Şunu da söyleyeyim ben okuma-yazma bilmem. Bizim yerimize de okur çocuklarımız. Haberde oğlumun ismi tutuyordu ama fotoğraf tutmuyordu. Hikâye hiç tutmuyordu. Ben cümle kurmayı bilmem. Sadece dinledim ve komşuları evlerine salavatladım. Gazeteyi ıslak taşlığa yaydım. Sol elimi sağ elimin içine aldım. Seyretmeye başladım. Oğlunun suretini nakşetmiş her anne gibi, bakar bakmaz gazetedeki suretin oğlum olmadığını anladım. Oğlum, cümlesiyle birlikte aylardır kayıptı. Gazete su emdikçe, fotoğraf da yavaş yavaş sulara karıştı. Evimin erkeği, pencereden merakla seyrediyordu. Onun meselesi de kaygıyla beni seyretmekti. Ama bu kez, çıplak ayaklarıyla taşlara basarak yanıma geldi. Ben cümle kurmayı sevmem. Gözüne bakmadan, "Gidiyorum!" dedim. Biz de gidiyorum diyene, karışılmaz... Bizim çocuklarımız hep giderler.
Adana’dan geldim. Her kayıp yakını ne kadar yaşlıysa o kadar yaşlıyım. Her kayıp yakını gibi kaybedilenin yaşındayım. Deli bir çiçektim de aklımı ruhumu aramaya çıkmıştım. Ve kayıp yakınlarına düşmüştü yolum. Ağulanmış içimi örtsün diye çiçekli bir entari giymiştim. Mahalli kıyafetim ve yüzümdeki dövmelerimle “ruhumu su aldı” der gibiydim. Ben cümle kurmayı sevmem, bizim evde cümleleri oğlum kurar. Usül gereği, ellerimizde fotoğraflar sessiz oturduk. Sanki yüz yıl geçti. İkide bir koynumdaki gazeteyi yokluyordum. Dünyanın neresinde, kelimelerin neresinde olduğuna aldırmadan ayağa kalktım. Devlet susturacak söz, bastıracak eylem arıyordu. Dilimin ucunda çiçek açmıştı bir kere. Söz hevese açılmıştı. Elimde gazeteyle konuştukça sanki dünya yeniden kuruluyordu. Tüm sözlerim taş’tı sanki. Kürtçe’nin yetmediği yerde Türkçe, onun yetmediği yerde Kürtçe konuşuyordum. Semah dönerek konuşuyordum. Bizim oraların insanı devleti çok eskiden beri yakından tanır. Ben, “Sana söylüyorum devlet!” dedikçe bizi kuşatanlar sanki devlet değillermiş gibi geri etraflarına bakıyorlardı. “Sana söylüyorum devlet! Ben oğlumu tanımaz mıyım, suretini bilmez miyim... Gazeteye bastığınız benim oğlum değildir devlet! Bu yanlış surettir devlet…” dedikçe onlar birbirlerine bakıyorlardı. Üstüne alan yoktu söylediklerimi. Sonunda avucuma baktım, “Devlet hayaldir… Devletin okuması-yazması yoktur… Devlet cahildir…” dedim ve sustum...
Ben cümle kurmayı sevmem...
Bizim evde bütün cümleleri oğlum kurar. Yıllardır iki gözüm iki avucumda, kayıp oğlumun cümlesiyle birlikte avucuma dönmesini bekliyorum... Ben cümle kurmayı sevmem, avucuma bakıp susmayı severim...
Bizim evde bütün cümleleri oğlum kurar. Yıllardır iki gözüm iki avucumda, kayıp oğlumun cümlesiyle birlikte avucuma dönmesini bekliyorum... Ben cümle kurmayı sevmem, avucuma bakıp susmayı severim...
SEZAİ SARIOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder