1 Mayıs 2015 Cuma

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (11)



BİRTAKIM TESADÜFLER, YALNIZLIK, KISKANÇLIK VE PAKİZE
2007’den bugüne düzensiz olarak yazıyor olsam da kendime “yazar” demedim, diyemedim. Hatta son birkaç yılda bazen istemeden ağzımdan kaçıyor. Ben yazarım, demek çok iddialı bir söylem bana göre. Bu süreye 2 kitap ve edebiyat dergilerinde çeşitli türlerde yazı yayımlamak beni yazar yapar mı bilmiyorum. “Nasıl yazar oldum?” yerine “Nasıl yazan biri oldum?” şeklinde değiştirip bu sorunun cevabını birtakım tesadüfler, yalnızlık, kıskançlık ve Pakize ile açıklayabilirim.
Hani pek çok yazarın anılarında geçen “Babamın kitaplığı” temalı hikâyeler vardır. Bu yazarlar babalarının kitaplığında okudukları kitaplarla okurluğa başlamıştır. Her ne kadar imrensem de benim okurluk hikâyem böyle başlamıyor. Evimizde bırakın kitaplığı tek bir kitap bile yoktu. Kim bilir ilkokul kaçıncı sınıftaydım, hatırlamıyorum. O zamanlar Türkiye’de bir ansiklopedi furyası vardı. Beni yazmaya iten ilk tuhaf tesadüf de bu furya ile ilgili… Babam bir gün 12 ciltlik bir ansiklopedi setiyle eve gelmişti. Evimize giren ilk kitap ansiklopedidir. Her cildi farklı bir konudaydı. Sağlık, ülkeler, spor, hayvanlar… Benim ilgimi en çok masallar cildi çekmişti. Birbirinden güzel resimlerle süslü kocaman bir masal kitabıydı… Güzel bir derlemeydi. Irmağın CiniKav Kutusu, Herkül, Alaaddin’in Sihirli Lambası, Pinokyo… İçinde yok yoktu yani. İlk okumalarım bu masal cildi ile başladı. Sonrasında 12 cildin tamamını okumuştum. Okumaya masal ve ansiklopedi ile başlamam okurluğumun temelini oluşturuyor. Babam o gün o ansiklopedi setini getirmeseydi iyi bir okur olabilir miydim bilmiyorum ama bu güzel tesadüfün şu an yazıyor olmamla doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bir de o zamanlar çocuklar için keyifsiz ama benim için güzel bir gelenek vardı. Doğum günlerinde kitap hediye etmek… Genelde çocuklar bunu sevmezdi, hatta gelen hediyeyi paketleyip başka birine hediye ederlerdi. Hatta aynı kitabın bir yıl sonra sahibine döndüğü bile olurdu. Bana gelen kitapları hep okudum. Voltaire’in Saf Çocuk Candide’sini bile onlu yaşlarda okuduğumu düşününce şu an bile kendime şaşırıyorum. Devamında kitaplar yerini çizgi romanlara bıraktı. Zagor, Mister No, Conan, Phantom, Punisher en sevdiklerimdi.


2. tuhaf tesadüf üniversite sebebiyle Çanakkale’ye taşınmam ile gerçekleşti. Bu şehri sevmemiştim. Aidiyet sorununu kendimi bildim bileli yaşarım. Aynısı Çanakkale’de de olmuştu. Sınava yeniden girip şehir değiştirmeyi planlıyordum. Çok fazla dokunulmamış ÖSS kitaplarının başına oturup çalışmaya başladım fakat bu uzun sürmedi ve yapamayacağımı fark ettim. Üstelik parasız da kalmıştım. Bu kitapları bir sahafa satmaya karar verip koca bir koliyle sürünerek sahafa gittim. Sahaf, suratsız ve sinirli bir tipti. Bana bu saçmalıklara para vermeyeceğini söyleyip gitmemi istemişti. Ben de gitmemekte diretmiştim. Karşılığında 3 kitap alabileceğimi ve para vermeyeceğini söylemişti. Ben de yan yana duran 3 kitabı öfkeyle çekip almıştım. O an’a kadar kitaplara bakmamıştım bile. Aldığım kitaplar Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri, İlhan Berk’in Avluya Düşen Gölge, Tolstoy’un Kröyçer Sonat adlı kitaplarıydı.

Beş parasız olduğuma göre evden çıkmak için de bir sebebim yoktu. Kitapları okumaya başladım. Bu kitaplar edebi okumalarımın temelini oluşturdu. Şiiri sevmiştim. Sonrasında tüm İkinci Yeni tayfasını okudum. Diğer şiir akımlarını da… Sonra Tanzimat dönemine geri dönüp sırasıyla Servet-i Fünun diyerekten birçok kitap okudum. O gün o suratsız sahaf kitapları satın almış olsaydı ya da ben öfkeyle bakmadan bu kitapları raftan çekip almasaydım edebi okumalara yönelir miydim, bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var: Eğer 3 kitabı seçerek alsaydım, eminim ki bu üç kitabı seçmezdim.

Üniversite bitip memlekete dönünce yine aidiyet sorunuyla baş başa kalmıştım. Muğla’nın Yatağan ilçesinde çatı katı evimde hayatımda kitaplar, alkol ve yalnızlıktan başka bir şeyim yoktu. Yaptığım tek şey okumaktı. Bu yalnızlıktan tuhaf bir şekilde zevk alıyordum. Çevremdeki insanların benden bir bir uzaklaştıkları görüyor ve buna seviniyordum, hatta uzaklaşmaları için elimden geleni yapıyordum. Fakat bu uzun sürmemişti, sağlığımın bozulduğunu hissediyordum. Kitap, alkol ve yalnızlığa bir de Prozac eklenmişti. Dibi görmüştüm sonunda. Beni dipten çıkaran ise bir kedi olmuştu. Kedilerle konuşmayanların beni anlamasını beklemiyorum.  Bu da ayrı bir tuhaflık hikâyesi… Sokakta amaçsızca gezinirken karşılaşmıştım. Hiç düşünmeden alıp eve getirdim. Bir insan kedisine neden Pakize ismini verir ki? Güzel bir isim bulamamıştım. Bulana kadar Pakize olsun diye düşündüm(neden böyle düşündüğümü de hatırlamıyorum. Pakize diye birini de tanımam oysaki) Sonuç olarak bir isim bulamadım ve kedi de adına alışmış bulundu. Hayat tam da çekilir hale gelmişken başıma askerlik belası çıktı.

Pakize’yi anneme bırakıp askere gittim. Askerde beni silahlık görevlisi yaptılar. 12 saat bir odada 300 küsur G-3 piyade tüfeği ile baş başa kalıyordum. Görevimi sevmiştim. Gözden uzak, sessiz bir oda… Odada benim dışımda bir asker daha vardı. İkimizin masası birbirine uzaktı. Şansıma asker de sessiz, kendi halinde biriydi. O da benim gibi deli gibi kitap okuyordu. Çarşı izinlerinde ilk önce kitapçıya uğruyor ve en kalınından romanlar alıyordum. Olur da çarşıya çıkamazsam ya da kitap erken biter korkusuyla en okkalı klasikleri o sessiz odada okudum. Fakat 12 saat bana bile fazla geliyordu, çaresizce sese ihtiyaç duyuyordum. Diğer askere arada bir şeyler soruyor, karşılığında kısa cevaplar alıyordum. Belli ki benimle konuşmak istemiyordu. Zamanla aramızda okuduklarımız hakkında konuşmalar başladı. Artık sohbet ediyorduk ama sadece kitaplar hakkında. Bir gün öyküden söz etti. Öykü hakkında çok fazla fikrim yoktu. Ben iyi bir şiir ve roman okuruydum. Öykünün iki tür arasında kalmış zavallı bir tür olduğunu düşünüyordum, hatta bir tür bile sayılmazdı benim için. Yeteneksiz romancının karaladığı bir taslak olabilirdi sadece. Diğer asker de bana öykünün ne kadar farklı olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. O zamanki öykü kültürüm Ömer Seyfettin’den halliceydi. Bir gün önüme bir kitap koydu ve okumamı istedi. Verdiği kitap Ayfer Tunç’un Evvelotel adlı kitabıydı. Okudum ve çok beğendim. Benim okuduğum üç beş öyküden çok farklı bir yerdeydi. Arkadaşımdan bana bir öykü okuma listesi yapmasını istedim. Uzunca bir listeydi. Çarşı izinlerinde bunları temin edip okuyor ve üzerinde tartışıyorduk. Okuduklarımı kıskanmaya başlamıştım. Bu hayranlıkla karışık bir kıskançlıktı. Arkadaşım Selim Somuncu’nun genç bir akademisyen olduğunu, edebiyat dergilerinde eleştiri ve inceleme yazıları yazdığını öğrendiğimde ona öykü yazmak istediğimi söyledim. Beni yüreklendirdi.

Terhis olunca çatı katında yazmaya başladım. Çoğu kez yazamazdım. Yazamayan yazar pozuna girip kâğıtları buruşturup atardım. Pakize’nin beğenmediğim sayfalarla oynadığı oyunları, yazdığım sayfaların üzerinde uyumasını seyretmekten keyif alırdım. Bir şekilde ilk öykümü yazıp Selim’e gönderdim. Eleştirip geri gönderdi. Düzeltip geri gönderdim. Yeni bir eleştiri geldi. Bu belki 5-6 defa daha oldu. Böyle böyle derken 3 yıl içinde 20’nin üzerinde öykü yazdırdı bana. İlk kitabımı büyük bir coşku ile yazılmış vasat öykülerle doldurmuştum. Sonrasında daha az ve eleştirel yazmaya başladım. Özetle öykü yazmayı ilk kitabımı çıkardıktan sonra öğrendim. Bana kalırsa daha tuhaf olan şey en son tanıştığım türün şu anda en çok ilgi duyduğum tür olması... Taburda binlerce asker arasında Selim Somuncu ile karşılaşmam da beni yazmaya iten tuhaf tesadüflerden biridir.
Öykü yazmayı da okumayı da seviyorum fakat zamanla eleştirel okuma hastalığına yakalandım. Bu eleştirel okuma bir zaman sonra okumadan aldığım keyfi azalttı.
Bu rahatsız durumdan kurtulmaya çalışsam da istemsiz olarak okuduklarımda kusur aramaya başladım. Okur olarak amacım keyifli bir okuma tecrübesi… Önceliğim hep bu yönde oldu. Bunu yeniden kazanmak için geçmişe döndüm. Yani çocukken hayranlıkla okuduğum eğlenceli ve bol maceralı kitaplara yöneldim. Eski ve yeni pek çok çocuk edebiyatı eseri okudum. Şu an bile yaş grubu gözetmeksizin keyifle okuyorum. Bu okumalarım bana Annemin Kuşları adlı çocuk öykü kitabımı yazdırdı. Belki bu da diğer tesadüflerden biridir.
Pakize 11 yaşında öldü.
Aidiyet sorunum devam ediyor.
Yalnızlıktan rahatsızlık duymuyorum.
Alkolü neredeyse bıraktım.
Prozac kullanmıyorum.
Hâlâ iyi bir okurum.
Yazmak? Hayatımda yeni tesadüfler, kıskanarak okuduğum kitaplar ve yepyeni yalnızlıklar olduğu sürece yazmaya devam edeceğim gibi görünüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder