BİRTAKIM TESADÜFLER, YALNIZLIK, KISKANÇLIK VE PAKİZE
2007’den bugüne düzensiz
olarak yazıyor olsam da kendime “yazar” demedim, diyemedim. Hatta son birkaç
yılda bazen istemeden ağzımdan kaçıyor. Ben yazarım, demek çok iddialı bir
söylem bana göre. Bu süreye 2 kitap ve edebiyat dergilerinde çeşitli türlerde
yazı yayımlamak beni yazar yapar mı bilmiyorum. “Nasıl yazar oldum?” yerine
“Nasıl yazan biri oldum?” şeklinde değiştirip bu sorunun cevabını birtakım tesadüfler,
yalnızlık, kıskançlık ve Pakize ile açıklayabilirim.
Hani pek çok yazarın
anılarında geçen “Babamın kitaplığı” temalı hikâyeler vardır. Bu yazarlar
babalarının kitaplığında okudukları kitaplarla okurluğa başlamıştır. Her ne
kadar imrensem de benim okurluk hikâyem böyle başlamıyor. Evimizde bırakın
kitaplığı tek bir kitap bile yoktu. Kim bilir ilkokul kaçıncı sınıftaydım,
hatırlamıyorum. O zamanlar Türkiye’de bir ansiklopedi furyası vardı. Beni
yazmaya iten ilk tuhaf tesadüf de bu furya ile ilgili… Babam bir gün 12 ciltlik
bir ansiklopedi setiyle eve gelmişti. Evimize giren ilk kitap ansiklopedidir. Her
cildi farklı bir konudaydı. Sağlık, ülkeler, spor, hayvanlar… Benim ilgimi en
çok masallar cildi çekmişti. Birbirinden güzel resimlerle süslü kocaman bir
masal kitabıydı… Güzel bir derlemeydi. Irmağın Cini, Kav Kutusu, Herkül,
Alaaddin’in Sihirli Lambası, Pinokyo… İçinde yok yoktu yani. İlk okumalarım bu
masal cildi ile başladı. Sonrasında 12 cildin tamamını okumuştum. Okumaya masal
ve ansiklopedi ile başlamam okurluğumun temelini oluşturuyor. Babam o gün o
ansiklopedi setini getirmeseydi iyi bir okur olabilir miydim bilmiyorum ama bu
güzel tesadüfün şu an yazıyor olmamla doğrudan ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bir de o zamanlar
çocuklar için keyifsiz ama benim için güzel bir gelenek vardı. Doğum günlerinde
kitap hediye etmek… Genelde çocuklar bunu sevmezdi, hatta gelen hediyeyi
paketleyip başka birine hediye ederlerdi. Hatta aynı kitabın bir yıl sonra
sahibine döndüğü bile olurdu. Bana gelen kitapları hep okudum. Voltaire’in Saf
Çocuk Candide’sini bile onlu yaşlarda okuduğumu düşününce şu an bile kendime şaşırıyorum.
Devamında kitaplar yerini çizgi romanlara bıraktı. Zagor, Mister No, Conan,
Phantom, Punisher en sevdiklerimdi.
2. tuhaf tesadüf
üniversite sebebiyle Çanakkale’ye taşınmam ile gerçekleşti. Bu şehri
sevmemiştim. Aidiyet sorununu kendimi bildim bileli yaşarım. Aynısı
Çanakkale’de de olmuştu. Sınava yeniden girip şehir değiştirmeyi planlıyordum.
Çok fazla dokunulmamış ÖSS kitaplarının başına oturup çalışmaya başladım fakat
bu uzun sürmedi ve yapamayacağımı fark ettim. Üstelik parasız da kalmıştım. Bu
kitapları bir sahafa satmaya karar verip koca bir koliyle sürünerek sahafa
gittim. Sahaf, suratsız ve sinirli bir tipti. Bana bu saçmalıklara para
vermeyeceğini söyleyip gitmemi istemişti. Ben de gitmemekte diretmiştim.
Karşılığında 3 kitap alabileceğimi ve para vermeyeceğini söylemişti. Ben de yan
yana duran 3 kitabı öfkeyle çekip almıştım. O an’a kadar kitaplara bakmamıştım
bile. Aldığım kitaplar Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri, İlhan Berk’in Avluya
Düşen Gölge, Tolstoy’un Kröyçer Sonat adlı kitaplarıydı.
Beş parasız olduğuma göre
evden çıkmak için de bir sebebim yoktu. Kitapları okumaya başladım. Bu kitaplar
edebi okumalarımın temelini oluşturdu. Şiiri sevmiştim. Sonrasında tüm İkinci
Yeni tayfasını okudum. Diğer şiir akımlarını da… Sonra Tanzimat dönemine geri
dönüp sırasıyla Servet-i Fünun diyerekten birçok kitap okudum. O gün o suratsız
sahaf kitapları satın almış olsaydı ya da ben öfkeyle bakmadan bu kitapları
raftan çekip almasaydım edebi okumalara yönelir miydim, bilmiyorum. Bildiğim
tek bir şey var: Eğer 3 kitabı seçerek alsaydım, eminim ki bu üç kitabı
seçmezdim.
Üniversite bitip
memlekete dönünce yine aidiyet sorunuyla baş başa kalmıştım. Muğla’nın Yatağan
ilçesinde çatı katı evimde hayatımda kitaplar, alkol ve yalnızlıktan başka bir
şeyim yoktu. Yaptığım tek şey okumaktı. Bu yalnızlıktan tuhaf bir şekilde zevk
alıyordum. Çevremdeki insanların benden bir bir uzaklaştıkları görüyor ve buna
seviniyordum, hatta uzaklaşmaları için elimden geleni yapıyordum. Fakat bu uzun
sürmemişti, sağlığımın bozulduğunu hissediyordum. Kitap, alkol ve yalnızlığa
bir de Prozac eklenmişti. Dibi görmüştüm sonunda. Beni dipten çıkaran ise bir kedi olmuştu. Kedilerle konuşmayanların beni anlamasını
beklemiyorum. Bu da ayrı bir tuhaflık hikâyesi… Sokakta
amaçsızca gezinirken karşılaşmıştım. Hiç düşünmeden alıp eve getirdim. Bir
insan kedisine neden Pakize ismini verir ki? Güzel bir isim bulamamıştım.
Bulana kadar Pakize olsun diye düşündüm(neden böyle düşündüğümü de
hatırlamıyorum. Pakize diye birini de tanımam oysaki) Sonuç olarak bir isim
bulamadım ve kedi de adına alışmış bulundu. Hayat tam da çekilir hale gelmişken
başıma askerlik belası çıktı.
Pakize’yi anneme bırakıp
askere gittim. Askerde beni silahlık görevlisi yaptılar. 12 saat bir odada 300
küsur G-3 piyade tüfeği ile baş başa kalıyordum. Görevimi sevmiştim. Gözden
uzak, sessiz bir oda… Odada benim dışımda bir asker daha vardı. İkimizin masası
birbirine uzaktı. Şansıma asker de sessiz, kendi halinde biriydi. O da benim
gibi deli gibi kitap okuyordu. Çarşı izinlerinde ilk önce kitapçıya uğruyor ve
en kalınından romanlar alıyordum. Olur da çarşıya çıkamazsam ya da kitap erken
biter korkusuyla en okkalı klasikleri o sessiz odada okudum. Fakat 12 saat bana
bile fazla geliyordu, çaresizce sese ihtiyaç duyuyordum. Diğer askere arada bir
şeyler soruyor, karşılığında kısa cevaplar alıyordum. Belli ki benimle konuşmak
istemiyordu. Zamanla aramızda okuduklarımız hakkında konuşmalar başladı. Artık
sohbet ediyorduk ama sadece kitaplar hakkında. Bir gün öyküden söz etti. Öykü
hakkında çok fazla fikrim yoktu. Ben iyi bir şiir ve roman okuruydum. Öykünün
iki tür arasında kalmış zavallı bir tür olduğunu düşünüyordum, hatta bir tür
bile sayılmazdı benim için. Yeteneksiz romancının karaladığı bir taslak
olabilirdi sadece. Diğer asker de bana öykünün ne kadar farklı olduğunu
ispatlamaya çalışıyordu. O zamanki öykü kültürüm Ömer Seyfettin’den halliceydi.
Bir gün önüme bir kitap koydu ve okumamı istedi. Verdiği kitap Ayfer Tunç’un
Evvelotel adlı kitabıydı. Okudum ve çok beğendim. Benim okuduğum üç beş öyküden
çok farklı bir yerdeydi. Arkadaşımdan bana bir öykü okuma listesi yapmasını
istedim. Uzunca bir listeydi. Çarşı izinlerinde bunları temin edip okuyor ve
üzerinde tartışıyorduk. Okuduklarımı kıskanmaya başlamıştım. Bu hayranlıkla karışık
bir kıskançlıktı. Arkadaşım Selim Somuncu’nun genç bir akademisyen olduğunu, edebiyat
dergilerinde eleştiri ve inceleme yazıları yazdığını öğrendiğimde ona öykü
yazmak istediğimi söyledim. Beni yüreklendirdi.
Terhis olunca çatı
katında yazmaya başladım. Çoğu kez yazamazdım. Yazamayan yazar pozuna girip
kâğıtları buruşturup atardım. Pakize’nin beğenmediğim sayfalarla oynadığı
oyunları, yazdığım sayfaların üzerinde uyumasını seyretmekten keyif alırdım. Bir
şekilde ilk öykümü yazıp Selim’e gönderdim. Eleştirip geri gönderdi. Düzeltip
geri gönderdim. Yeni bir eleştiri geldi. Bu belki 5-6 defa daha oldu. Böyle
böyle derken 3 yıl içinde 20’nin üzerinde öykü yazdırdı bana. İlk kitabımı
büyük bir coşku ile yazılmış vasat öykülerle doldurmuştum. Sonrasında daha az
ve eleştirel yazmaya başladım. Özetle öykü yazmayı ilk kitabımı çıkardıktan sonra öğrendim. Bana kalırsa daha tuhaf olan şey en son tanıştığım türün şu anda en çok ilgi duyduğum tür olması... Taburda binlerce asker arasında Selim Somuncu ile karşılaşmam da beni yazmaya iten tuhaf tesadüflerden biridir.
Öykü yazmayı da okumayı da seviyorum fakat zamanla eleştirel okuma hastalığına yakalandım. Bu eleştirel okuma bir zaman sonra okumadan aldığım keyfi azalttı.
Bu rahatsız durumdan
kurtulmaya çalışsam da istemsiz olarak okuduklarımda kusur aramaya başladım.
Okur olarak amacım keyifli bir okuma tecrübesi… Önceliğim hep bu yönde oldu.
Bunu yeniden kazanmak için geçmişe döndüm. Yani çocukken hayranlıkla okuduğum
eğlenceli ve bol maceralı kitaplara yöneldim. Eski ve yeni pek çok çocuk
edebiyatı eseri okudum. Şu an bile yaş grubu gözetmeksizin keyifle okuyorum. Bu
okumalarım bana Annemin Kuşları adlı çocuk öykü kitabımı yazdırdı. Belki bu da
diğer tesadüflerden biridir.
Pakize 11 yaşında öldü.
Aidiyet sorunum devam
ediyor.
Yalnızlıktan rahatsızlık
duymuyorum.
Alkolü neredeyse
bıraktım.
Prozac kullanmıyorum.
Hâlâ iyi bir okurum.
Yazmak? Hayatımda yeni
tesadüfler, kıskanarak okuduğum kitaplar ve yepyeni yalnızlıklar olduğu sürece
yazmaya devam edeceğim gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder