Onur Çalı üretken bir öykücü. Aynı zamanda okurla arasına duvar örmeyen, kendisini saklamayan bir yazar. Hayata bakışı, itirazı, günlük hayatla ilgili gözlemleri sızıyor satır aralarından. Sanki yanı başınızda, doğrudan size anlatıyormuş gibi hissettirdiği öykülerini okurken "Dur bir bira açayım da öyle anlat topraam" demeniz an meselesi.
Geçen Sene Doğanlar okunmaya ve konuşulmaya devam ederken Nisan ayında üçüncü öykü kitabı Huma Kuşları çıktı. Yeni kitabı hakkında Onur'la biraz konuştuk.
Geçen Sene Doğanlar okunmaya ve konuşulmaya devam ederken Nisan ayında üçüncü öykü kitabı Huma Kuşları çıktı. Yeni kitabı hakkında Onur'la biraz konuştuk.
50 kelimeyle Onur
Çalı’yı tanıyabilir miyiz?
Deneyelim: Memur, Ankara’da yaşıyor. Ankara’yı çok seviyor
ama Bergama’yı, Dikili’yi, Kınık’ı, doğduğu çocukluğunu geçirdiği yerleri çok
özlüyor. İçmeyi, dostlarıyla muhabbeti seviyor. Okuyor, yazıyor. Parşömen Sanal
Fanzin’e epey vakit harcıyor. 50 kelime bile etmiyor J
Yazmaya başladığın
andan bugüne uzanan yazı yolculuğunda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren
metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kimler
oldu?
Cin Ali’lerden sonra okuduğum ilk kitapların yazarları beni
çok etkiledi sanırım. Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Fakir Baykurt… Çok özenirdim
onlara ki ikisini görme, dinleme şansım da oldu sonradan. İnsan ilk başta
özenerek başlar ya, bu adamlara çok özenirdim işte. Sonra Bergama Anadolu
Lisesinde (+7 zamanları) müfredattan biraz soluklandırıp bizi, okumaya teşvik
eden öğretmenlerimin katkısı çok bence. Çünkü okuma sevgisini kazandırdılar bir
şekilde.
Sonra severek okuduğum bütün yazarlardan muhakkak gizli ve
sessiz tavsiyeler almışımdır. Hangi birini sayayım? Her iyi metin, yazan
kişinin ustasıdır aslında.
Bunun yanında, Perşembe Grubu olmasa yine yazardım elbet ama
herhalde edebiyat konuşabileceğim güzel dostlarım olmazdı.
Huma Kuşları'nda günümüz
insanlarını, onların kaygılarını, umutlarını, günlük yaşantılarını anlatan
bireysel öyküler yazıyorsun ancak bu öyküler aynı zamanda toplumsal gerçekliği
yansıtıyor ve sistemi eleştiriyor. Üstelik bunu çok dozunda, öykünün estetiğini
yitirmeden yapıyorsun. Bu dengeyi kurmacanın lehine nasıl koruyorsun?
Bilmiyorum ki, samimi söylüyorum bilmiyorum. Eğer dediğin
gibiyse, ne mutlu bana. Sadece şu söylenebilir belki; genelde edebiyat, özelde
öykü insanlara bir şeyler “öğretmenin” aracı haline getirilmemeli. Bir edebiyat
ürününün, bir kurmacanın olmazsa olması estetik değerlerdir. Eğer bir derdiniz
varsa, zaten o yazdığınız şeyde kendini gösterir. Siz istemeseniz bile sızar
yazdıklarınıza. Ama oturup da “toplumun şu sorunu hakkında öykü yazayım”
derseniz, işte orda gümlersiniz. Yani yüksek ihtimal gümlersiniz. Belirli
günler ve haftalar şiirleri gibi olur. Bu konuda Carver’ın bir söyleşisinde söylediği
lafı unutamam: “Fikirler öykülerden oluşur, öyküler fikirlerden değil.”
On Üçüncü Ay öyküsünde Haydar
Ergülen’den bir epigraf var. Diğer iki kitabında da İlhan Berk, Halim Yazıcı
gibi şairlerden epigraflar olduğunu görüyorum. Şiir nasıl besler öykücüyü?
Ben şiir yazarak başladım. İlkokulda saçma bir şiirim
yayımlanmıştı bir çocuk dergisinde. Sonra yine okul dergisinde bazı kötü
şiirler. Hâlâ da şiir yazarım ama tabi öncelikli olan öykü benim için. Öyküyle
birlikte düşünmeyi, bazı meselelerimi öyküyle halletmeyi seviyorum. Şiir
yalnızca öykücüleri değil herkesi besler. Biraz olsun nefes aldırır bize,
göğümüzü genişletir iyi şiirler. Ben de sıklıkla bir şiirden çıkıp başka
yerlere varan öyküler yazıyorum işte. Çok yaşasın şairler!
Limbo Bar son iki öykü
kitabına giren bir mekân. Limbo barın sakinleri, sokakta öldürülen, otoriteye,
devletlerin şiddetine karşı koyan bireyler. Huma
Kuşları öyküsünde barın sakinlerinden Luis Lingg, elindeki para destesini
tutuşturup yakıyor. Bu konuda sen ne düşünüyorsun Onur? Bütün kötülüklerin
anası, para ve devlet mi?
E öyle gibi. Mülkiyet işte. Bütün kötülükler olmasa bile
çoğunun babası sanırım. Tabi insan çok safdillikle şöyle düşünüyor: İnsanın
kendi yarattığı şeyler insana nasıl bunca sahip olabiliyor, onu kendisinin
kölesi haline getirebiliyor? Buradan da insanın özünde “kötü” olduğuna
varıyorum ben genelde. Bunlar uzun ve derin mevzular Tuğba, Limbo Bar açılsa da
gidip içsek!
Geçtiğimiz günlerde
Pelin Buzluk sosyal medyada hikâye ve öykünün farklı türler olduğunu, birinin
anlatmaya, diğerinin eksiltmeye dayandığını söyleyerek bu konuda bir tartışma
başlattı. Sen ne düşünüyorsun? Modern öykü anlatmaktan uzaklaşıyor mu? Teşekkür
ederim :)
Pelin o yazıyı yazalı 3-4 sene oldu, Parşömen’de yayımlamıştık.
Tabi o ayrım ve o yazının bütünü bir akıl yürütme. Bir katiyet taşımıyor.
(Pelin’in de zaten öyle bir iddiası yoktur sanırım.) Ama oradan yola çıkıp
düşünülebilir, tartışılabilir.
Açıkçası, her konuda olduğu gibi bu konularda da kavramlar
karışıyor çokça. Bugün bizim yazdığımız şey artık Modern Öykü kapsamında mı
değerlendirilir yoksa Post-Modern mi? Bilmiyorum. Sadece soruyorum. Sonra
kısa-kıpkısa-mikro öykü konusunda da karışıyor kavramlar.
Öykü yazmaya çalışan biri olarak elbette kafa yoruyorum ama o
da kendimce. Bu konuda kuramsal bir tartışma yürütmek için bu yetmez. Ya da
şöyle diyeyim: Ben kendimi o kadar yetkin bulmuyorum.
Ben teşekkür ederim.
Pelin Buzluk'un Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanan Öykü ve Hikâye yazısını okumak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın. http://parsomen13.blogspot.com.tr/2011/11/oyku-ve-hikaye.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder