5 Mayıs 2015 Salı

HUMA KUŞLARI

Onur Çalı üretken bir öykücü. Aynı zamanda okurla arasına duvar örmeyen, kendisini saklamayan bir yazar. Hayata bakışı, itirazı, günlük hayatla ilgili gözlemleri sızıyor satır aralarından. Sanki yanı başınızda, doğrudan size anlatıyormuş gibi hissettirdiği öykülerini okurken "Dur bir bira açayım da öyle anlat topraam" demeniz an meselesi.
Geçen Sene Doğanlar okunmaya ve konuşulmaya devam ederken Nisan ayında üçüncü öykü kitabı Huma Kuşları çıktı. Yeni kitabı hakkında Onur'la biraz konuştuk.

50 kelimeyle Onur Çalı’yı tanıyabilir miyiz?

Deneyelim: Memur, Ankara’da yaşıyor. Ankara’yı çok seviyor ama Bergama’yı, Dikili’yi, Kınık’ı, doğduğu çocukluğunu geçirdiği yerleri çok özlüyor. İçmeyi, dostlarıyla muhabbeti seviyor. Okuyor, yazıyor. Parşömen Sanal Fanzin’e epey vakit harcıyor. 50 kelime bile etmiyor J

Yazmaya başladığın andan bugüne uzanan yazı yolculuğunda yazı öğretmenlerin (sana ilham veren metinler, yazarlar, yazı konusunda iyi tavsiyelerde bulunan dostlar) kimler oldu?

Cin Ali’lerden sonra okuduğum ilk kitapların yazarları beni çok etkiledi sanırım. Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Fakir Baykurt… Çok özenirdim onlara ki ikisini görme, dinleme şansım da oldu sonradan. İnsan ilk başta özenerek başlar ya, bu adamlara çok özenirdim işte. Sonra Bergama Anadolu Lisesinde (+7 zamanları) müfredattan biraz soluklandırıp bizi, okumaya teşvik eden öğretmenlerimin katkısı çok bence. Çünkü okuma sevgisini kazandırdılar bir şekilde.

Sonra severek okuduğum bütün yazarlardan muhakkak gizli ve sessiz tavsiyeler almışımdır. Hangi birini sayayım? Her iyi metin, yazan kişinin ustasıdır aslında.

Bunun yanında, Perşembe Grubu olmasa yine yazardım elbet ama herhalde edebiyat konuşabileceğim güzel dostlarım olmazdı.

Huma Kuşları'nda günümüz insanlarını, onların kaygılarını, umutlarını, günlük yaşantılarını anlatan bireysel öyküler yazıyorsun ancak bu öyküler aynı zamanda toplumsal gerçekliği yansıtıyor ve sistemi eleştiriyor. Üstelik bunu çok dozunda, öykünün estetiğini yitirmeden yapıyorsun. Bu dengeyi kurmacanın lehine nasıl koruyorsun?

Bilmiyorum ki, samimi söylüyorum bilmiyorum. Eğer dediğin gibiyse, ne mutlu bana. Sadece şu söylenebilir belki; genelde edebiyat, özelde öykü insanlara bir şeyler “öğretmenin” aracı haline getirilmemeli. Bir edebiyat ürününün, bir kurmacanın olmazsa olması estetik değerlerdir. Eğer bir derdiniz varsa, zaten o yazdığınız şeyde kendini gösterir. Siz istemeseniz bile sızar yazdıklarınıza. Ama oturup da “toplumun şu sorunu hakkında öykü yazayım” derseniz, işte orda gümlersiniz. Yani yüksek ihtimal gümlersiniz. Belirli günler ve haftalar şiirleri gibi olur. Bu konuda Carver’ın bir söyleşisinde söylediği lafı unutamam: “Fikirler öykülerden oluşur, öyküler fikirlerden değil.”

On Üçüncü Ay öyküsünde Haydar Ergülen’den bir epigraf var. Diğer iki kitabında da İlhan Berk, Halim Yazıcı gibi şairlerden epigraflar olduğunu görüyorum. Şiir nasıl besler öykücüyü?

Ben şiir yazarak başladım. İlkokulda saçma bir şiirim yayımlanmıştı bir çocuk dergisinde. Sonra yine okul dergisinde bazı kötü şiirler. Hâlâ da şiir yazarım ama tabi öncelikli olan öykü benim için. Öyküyle birlikte düşünmeyi, bazı meselelerimi öyküyle halletmeyi seviyorum. Şiir yalnızca öykücüleri değil herkesi besler. Biraz olsun nefes aldırır bize, göğümüzü genişletir iyi şiirler. Ben de sıklıkla bir şiirden çıkıp başka yerlere varan öyküler yazıyorum işte. Çok yaşasın şairler!

Limbo Bar son iki öykü kitabına giren bir mekân. Limbo barın sakinleri, sokakta öldürülen, otoriteye, devletlerin şiddetine karşı koyan bireyler. Huma Kuşları öyküsünde barın sakinlerinden Luis Lingg, elindeki para destesini tutuşturup yakıyor. Bu konuda sen ne düşünüyorsun Onur? Bütün kötülüklerin anası, para ve devlet mi?

E öyle gibi. Mülkiyet işte. Bütün kötülükler olmasa bile çoğunun babası sanırım. Tabi insan çok safdillikle şöyle düşünüyor: İnsanın kendi yarattığı şeyler insana nasıl bunca sahip olabiliyor, onu kendisinin kölesi haline getirebiliyor? Buradan da insanın özünde “kötü” olduğuna varıyorum ben genelde. Bunlar uzun ve derin mevzular Tuğba, Limbo Bar açılsa da gidip içsek!

Geçtiğimiz günlerde Pelin Buzluk sosyal medyada hikâye ve öykünün farklı türler olduğunu, birinin anlatmaya, diğerinin eksiltmeye dayandığını söyleyerek bu konuda bir tartışma başlattı. Sen ne düşünüyorsun? Modern öykü anlatmaktan uzaklaşıyor mu? Teşekkür ederim :)

Pelin o yazıyı yazalı 3-4 sene oldu, Parşömen’de yayımlamıştık. Tabi o ayrım ve o yazının bütünü bir akıl yürütme. Bir katiyet taşımıyor. (Pelin’in de zaten öyle bir iddiası yoktur sanırım.) Ama oradan yola çıkıp düşünülebilir, tartışılabilir.

Açıkçası, her konuda olduğu gibi bu konularda da kavramlar karışıyor çokça. Bugün bizim yazdığımız şey artık Modern Öykü kapsamında mı değerlendirilir yoksa Post-Modern mi? Bilmiyorum. Sadece soruyorum. Sonra kısa-kıpkısa-mikro öykü konusunda da karışıyor kavramlar.

Öykü yazmaya çalışan biri olarak elbette kafa yoruyorum ama o da kendimce. Bu konuda kuramsal bir tartışma yürütmek için bu yetmez. Ya da şöyle diyeyim: Ben kendimi o kadar yetkin bulmuyorum.

Ben teşekkür ederim.
Pelin Buzluk'un Parşömen Sanal Fanzin'de yayımlanan Öykü ve Hikâye yazısını okumak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayın.
http://parsomen13.blogspot.com.tr/2011/11/oyku-ve-hikaye.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder