“Sonra Sincaplar Geldi” adlı öykü
kitabınız geçtiğimiz aylarda yayımlandı. İlk geri dönüşler, okur tepkileri
nasıl?
“Sonra Sincaplar Geldi” ne yazık ki yayıncılığın da her şey gibi ekonomik olarak zor bir dönemeçten geçtiği döneme denk geldi. Yazmak, yayımlamak, kitap tanıtımını yapmak ne yazık ki hiç olmadığı kadar “pahalı”. Buna rağmen ilk tepkiler oldukça olumlu, ilk kitapla kıyaslayanların arasında öykücülüğümü daha ileri seviyeye taşıdığımı düşünenler oldukça fazla. Bu benim için mutluluk verici elbette.
İlk öykü kitabınız “Hiç Aklımda Yokken” ile 2017 yılı Ankara Üniversitesi Öykü Ödülü’nü kazandınız. Bu ödülün ardından yeni bir dosya hazırlamak sizin için nasıl bir deneyimdi?
Yeni kitaptaki öykülerin bir kısmı Ankara Üniversitesi'nin ödülünden önce yazdığım öykülerdi, aynı şekilde ödül sonrası kaleme aldıklarım da var. Yazarken açıkçası “artık ödüllü bir yazarım, ona göre yazmalıyım” diye bir kaygı taşımıyorum. Ödül olsun ya da olmasın yazan herkesin zaten “kendi standartlarına göre, yazının en iyi haline ulaşmak” gibi bir amacı var, ya da olmalı. Böyle baktığınızda “ikinci” dosyayı yazıyor olmak biraz daha stresli pek tabii. Sanat, spor ya da iş dünyası olsun, hiç kimse bir öncekinden kötü bir performansla yakalanmak istemez. Yaşamın, tabiatın amacı bile daha iyisini yapmak.
“Hiç Aklımda Yokken”de anlatmaktan korkmayan, öyküyü kısa anlara, kesitlere sıkıştırmayan anlatım biçiminiz göze çarpıyordu. “Sonra Sincaplar Geldi” kitabında bu anlatım tarzının korunduğu, hatta öykülerin daha da uzadığını görüyoruz. Bu bilinçli bir seçim mi?
Evet, bilinçli bir seçim. İlk dosyam, o güne kadar adı sanı duyulmamış biri olarak yayıncılara belli bir krediyle ulaşsın diye, daha önce edebiyat dergilerinde yayınlanmış metinlerden oluşuyordu. Bu nedenle de çoğu metin, o dergilerin formatına uygun yaratılmıştı. İkinci kitapta artık bunun dışına çıkma lüksüm olduğunu düşündüm. Örneğin ilk öykü ve bence kitabın bel kemiği olan “Ali Dede Ölüyor” oldukça uzun bir metin ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmadı.
“Amerika’nın Drama Kraliçesi” adlı öykü, Agnes Booth ile ilgili bir gazete haberi alıntısıyla başlıyor. Hikâyenin hikâyesini sorsam…
Agnes Booth, evet... Bu öykü, aynı zamanda kitaptaki en kişisel öykü diyebilirim zira aktrise ait o bebek evi gerçekten var ve şu anda benim evimde, salonun baş köşesinde duruyor! Uzun yıllardır bebek evlerine ait minyatür mobilyalar ve eşyalar topluyorum, Avrupa'da ziyaret ettiğim şehirlerde bu tip dükkânlara ve müzelere mutlaka gidiyorum, internette bu objelerin satışını takip ediyorum. Eve de yaklaşık 10-12 sene önce internet vasıtası ile ulaştım. Amerikalı bir satıcıdan antika bir bebek evi aldığımda, sadece Agnes Booth'un o döneme ait bir tiyatrocu olduğunu biliyordum. Satıcının da konuyla ilgili daha fazla bilgisi yoktu açıkçası. Ev, Türkiye'ye ve bana ulaştıktan sonra konuyla ilgili araştırma yapmaya başladım ve çok ilginç bilgilere ulaştım. Eğer satıcı evin, Booth ailesi ve Abraham Lincoln ile bağlantısını bilse belki de çok daha yüksek bir fiyat ödemem gerekecekti.
Öykülerde insanın doğasındaki garip tezatlıklar, gündelik olana dair tespitler, ayrıntı zenginliği dikkat çekiyor. Sokaktaki insan, dışarıdaki yaşam öykülerinize ne oranda sızıyor?
Sokaktaki insan öykülerime sızmakla kalmıyor, öykülerim onların ruhlarını bir ağ gibi sarsın diye ortaya çıkıyorlar. O insanlar benim tüm ilham kaynağım, çünkü gerçekler. Her türlü gariplikleriyle, tezatlarıyla, hırsları, düşleri, başarısızlıkları ve komik halleriyle oradalar. Onlar eşimiz, dostumuz, sensin ve benim. Elbette Ali'nin külah Veli'ye, Veli'nin şapka Ahmet'e takılıyordur, bazı yerlere cila sürülüyordur, ekstradan bir kat boya geçiyorumdur ama yazarın işi de bu, öyle değil mi? Ezoterik bilgilerle ilgili yaptığım okumalardan birinde beni çok etkileyen bir tespitle karşılaşmıştım, farklı boyutlara ve oradaki yaratıklara inananlar (ejderhalar, elfler, periler... vs) şunu söylerler: onlar aslında gerçekten var çünkü insan beyni hiç olmayan bir şeyi hayal edemez! Aynısını edebiyattaki karakterler için de söyleyebilirsin, biz yazarlar onları yaratabiliyoruz çünkü zaten varlar.
Biraz da yazım sürecine dair konuşmak isterim. Belli yazma alışkanlıklarınız, olmazsa olmazlarınız var mıdır?
Yazma sürecinde çok keskin süreçlerim, ritüellerim yok ama yardımcılarım var. Sessiz, sakin bir ortam, doğanın içinde zaman geçirmek ve sabah saatleri beni daha verimli yapıyor. Bir de kedilerim elbette.
* Bu söyleşi 12 Nisan 2019 tarihinde Edebiyathaber'de yayımlanmıştır.
“Sonra Sincaplar Geldi” ne yazık ki yayıncılığın da her şey gibi ekonomik olarak zor bir dönemeçten geçtiği döneme denk geldi. Yazmak, yayımlamak, kitap tanıtımını yapmak ne yazık ki hiç olmadığı kadar “pahalı”. Buna rağmen ilk tepkiler oldukça olumlu, ilk kitapla kıyaslayanların arasında öykücülüğümü daha ileri seviyeye taşıdığımı düşünenler oldukça fazla. Bu benim için mutluluk verici elbette.
İlk öykü kitabınız “Hiç Aklımda Yokken” ile 2017 yılı Ankara Üniversitesi Öykü Ödülü’nü kazandınız. Bu ödülün ardından yeni bir dosya hazırlamak sizin için nasıl bir deneyimdi?
Yeni kitaptaki öykülerin bir kısmı Ankara Üniversitesi'nin ödülünden önce yazdığım öykülerdi, aynı şekilde ödül sonrası kaleme aldıklarım da var. Yazarken açıkçası “artık ödüllü bir yazarım, ona göre yazmalıyım” diye bir kaygı taşımıyorum. Ödül olsun ya da olmasın yazan herkesin zaten “kendi standartlarına göre, yazının en iyi haline ulaşmak” gibi bir amacı var, ya da olmalı. Böyle baktığınızda “ikinci” dosyayı yazıyor olmak biraz daha stresli pek tabii. Sanat, spor ya da iş dünyası olsun, hiç kimse bir öncekinden kötü bir performansla yakalanmak istemez. Yaşamın, tabiatın amacı bile daha iyisini yapmak.
“Hiç Aklımda Yokken”de anlatmaktan korkmayan, öyküyü kısa anlara, kesitlere sıkıştırmayan anlatım biçiminiz göze çarpıyordu. “Sonra Sincaplar Geldi” kitabında bu anlatım tarzının korunduğu, hatta öykülerin daha da uzadığını görüyoruz. Bu bilinçli bir seçim mi?
Evet, bilinçli bir seçim. İlk dosyam, o güne kadar adı sanı duyulmamış biri olarak yayıncılara belli bir krediyle ulaşsın diye, daha önce edebiyat dergilerinde yayınlanmış metinlerden oluşuyordu. Bu nedenle de çoğu metin, o dergilerin formatına uygun yaratılmıştı. İkinci kitapta artık bunun dışına çıkma lüksüm olduğunu düşündüm. Örneğin ilk öykü ve bence kitabın bel kemiği olan “Ali Dede Ölüyor” oldukça uzun bir metin ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmadı.
“Amerika’nın Drama Kraliçesi” adlı öykü, Agnes Booth ile ilgili bir gazete haberi alıntısıyla başlıyor. Hikâyenin hikâyesini sorsam…
Agnes Booth, evet... Bu öykü, aynı zamanda kitaptaki en kişisel öykü diyebilirim zira aktrise ait o bebek evi gerçekten var ve şu anda benim evimde, salonun baş köşesinde duruyor! Uzun yıllardır bebek evlerine ait minyatür mobilyalar ve eşyalar topluyorum, Avrupa'da ziyaret ettiğim şehirlerde bu tip dükkânlara ve müzelere mutlaka gidiyorum, internette bu objelerin satışını takip ediyorum. Eve de yaklaşık 10-12 sene önce internet vasıtası ile ulaştım. Amerikalı bir satıcıdan antika bir bebek evi aldığımda, sadece Agnes Booth'un o döneme ait bir tiyatrocu olduğunu biliyordum. Satıcının da konuyla ilgili daha fazla bilgisi yoktu açıkçası. Ev, Türkiye'ye ve bana ulaştıktan sonra konuyla ilgili araştırma yapmaya başladım ve çok ilginç bilgilere ulaştım. Eğer satıcı evin, Booth ailesi ve Abraham Lincoln ile bağlantısını bilse belki de çok daha yüksek bir fiyat ödemem gerekecekti.
Öykülerde insanın doğasındaki garip tezatlıklar, gündelik olana dair tespitler, ayrıntı zenginliği dikkat çekiyor. Sokaktaki insan, dışarıdaki yaşam öykülerinize ne oranda sızıyor?
Sokaktaki insan öykülerime sızmakla kalmıyor, öykülerim onların ruhlarını bir ağ gibi sarsın diye ortaya çıkıyorlar. O insanlar benim tüm ilham kaynağım, çünkü gerçekler. Her türlü gariplikleriyle, tezatlarıyla, hırsları, düşleri, başarısızlıkları ve komik halleriyle oradalar. Onlar eşimiz, dostumuz, sensin ve benim. Elbette Ali'nin külah Veli'ye, Veli'nin şapka Ahmet'e takılıyordur, bazı yerlere cila sürülüyordur, ekstradan bir kat boya geçiyorumdur ama yazarın işi de bu, öyle değil mi? Ezoterik bilgilerle ilgili yaptığım okumalardan birinde beni çok etkileyen bir tespitle karşılaşmıştım, farklı boyutlara ve oradaki yaratıklara inananlar (ejderhalar, elfler, periler... vs) şunu söylerler: onlar aslında gerçekten var çünkü insan beyni hiç olmayan bir şeyi hayal edemez! Aynısını edebiyattaki karakterler için de söyleyebilirsin, biz yazarlar onları yaratabiliyoruz çünkü zaten varlar.
Biraz da yazım sürecine dair konuşmak isterim. Belli yazma alışkanlıklarınız, olmazsa olmazlarınız var mıdır?
Yazma sürecinde çok keskin süreçlerim, ritüellerim yok ama yardımcılarım var. Sessiz, sakin bir ortam, doğanın içinde zaman geçirmek ve sabah saatleri beni daha verimli yapıyor. Bir de kedilerim elbette.
* Bu söyleşi 12 Nisan 2019 tarihinde Edebiyathaber'de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder