Sevgili okur,
Uzunca bir süredir yalnızca bloğa zihnime üşüşenleri yazıyorum. Şubat ayında Çanakkale mektuplarının üçüncüsünü yolladım. Hepsi bu. Bir zamanlar öyküler yazdığıma kim inanır, Kadir İnanır. Soğuk espri gülümsetmekten dahi uzak biliyorum ama şaşkınlığım baki. Yazdıklarıma yabancılaşmış durumdayım. Üç kitap, iki bekleyen dosyanın ardından yazma mevsimim tam anlamıyla zemheri kış. Her şeyin üstü buz tutmuş gibi. Kış uykusu gibi gelmiyor ama bu suskunluk. Döngüsel bir zaman gibi değil. Kışın ardı baharmış gibi değil. Sanki bir şey oldu, dünyanın çivisi çıktı, iklim değişti, bir anda her taraf buz tuttu, öyle bir donma hali gibi. Yazar tıkanıklığı romantikliği değil anlayacağın. Çirkin Ördek Yavrusu masalının Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabındaki versiyonunu hatırla. Çirkin kovulur hani köyünden, kışı geçirdiği göl donar, kanadını çırpamaz hale gelir ya, öyle bir donma hali bu ara üzerimdeki. Çiftçinin tekinin gelmesini, buzu kırmasını mı bekleyeceğim bu durumda? Bilmiyorum. Ama her şeyin bir mevsimi varsa, bir döngüsü, yaratıcı yazma kısmında tam anlamıyla zemheri kış sürüyor.
Neyse ki bloğum var, buraya yazmak, hiçbir şey yazmamaktan iyi geliyor. Hiç aklımda yokken buraya yazarken çıkan kimi öykü fikirlerini, taslaklarını anımsayıp sevinebilirim ya da hiçbir şey ummadan iç dökmeyi sürdürebilirim. Biliyorum yazmak kadar yazmamak da hayata dahil. Biliyorum formül basit: yazarsan yazarsın yazmazsan yazmaz. Biliyorum okur varsa yazar da vardır. O yüzden sayıklamayı kesiyorum, kendim hakkında şikâyet etmeyi de.
Puslu bir Çanakkale öğleninden merhaba!
Hava hayli kapalı, yağmurlu. Süslü kelimelerle betimlemiştim manzarayı ama sildim. Yeri değil çünkü. Hava yağmurlu. Evde kalıp kitap okumalık, film izlemelik bir hava. Arkada çamaşır makinesi çırpınıyor. Mutfakta beyaz lahana, ıspanak, pırasa beklemekte. Yufka da istiyorum demiştim manava. Poşetin içine koymamış. Eve gelince fark ettim. Yoksa ıspanaklı börek olacaktı fırında. Yanına tavşan kanı çay. Beyaz lahanayı KFC usulü lahana salatası için aldım. Dün mayonez kavanozunun dibini sıyırıp yaptım. Az oldu haliyle. Kız, arkadaşlarıyla dışarıda. Söylesem alır belki. Biraz daha yaparım. Kalanıyla da kapuska. Zeytinyağlı pırasa, ıspanak borani. Sebzeleri bekletmeden bugün pişirmek istiyorum. Olamaz mı olabilir.
Ancak o zaman evin, şu yağmurlu günün keyfini sürebilirim belki ama önce biraz yazmak, masamda oturmak, ara ara pencereden dışarı bakmak, yeşil tarlaları, karşı tepelere inen sisi izlemek ve yeniden yazmak istiyorum. Bey kişisi dizi izliyor, çamaşır makinesi gurul gurul. Sani beni arabadan inerken görünce arkadaşıyla beraber koşa koşa yanıma geldi. İkisine de mama vereyim diyene kadar kız arkadaşı kayboldu ortadan. Balkondan bahçeye inen merdivenlerin altında yağmurdan korunuyor olabilir. İyi anlaşıyorlar. Herkes kendi türüyle, kendi benzeriyle arkadaşlık etmek istiyor neticede. Şefkatli Ebeveyn Günlükleri'nin 47.sinin çevirisini yaptım dün gece. Uçaklarda oksijen maskesini önce kendinize takın uyarısı vardır ya, o türden bir ipucuydu. Çocuğundan empati almayı bekleme. Eşin de her zaman bunu sana vermeyebilir. İhtiyaç duyduğunda sana empati verecek arkadaşlarını ara, diyordu. Hazır çevirmişken günlüğü de yazmaya başlayayım dedim ama pek tadım yoktu. Tam da empati ihtiyacı duyduğum türden bir akşamüstü yaşamıştım. Arayabileceğim bir arkadaşım deprem bölgesine gönüllü gitmişti bir başkası antidepresana yeni başladığını etkilendiğini söylüyordu. Onun çocuğu, berikinin bilmem nesi derken elimin boş kalacağını hissettim. İkinci kez izlediğim Good Place dizisinin son sezonunu açtım. Chai latte yaptım. Ilık, baharatlı, sütlü içecekler de şefkat dolu neticede. Ardından uzunca bir banyo keyfi gelebilirdi belki. Uykum vardı, yatağa gittim. Eve Dönmenin Yolları'nı bitirdim. Bugün için okuyacağım kitabı seçtim.
Bir çocuk kitabı: Arkadaşlık Beklemez. Kırmızı Kedi'den. Kitaplı, kedili, pastel renklerde resimli, sakin, insanı sarıp sarmalayan bir kitap belli.
Bu yıl güya okuduğum kitapları İnstagram'dan paylaşacaktım. Yalan oldu. Yazmayınca neler okuduğumu da hatırlayamıyorum. İşte aklımda kalanlar:
Muhtelif Evhamlar Kitabı
Ömür İklim Demir'in 2015'te yayımlanan ilk öykü kitabı. Ondan okuduğum ilk kitap oldu. Konu seçimleri renkli, zengin. İlk iki öykü Onat Kutlar'ın ağır yaralandığı, hastanede hayatını kaybettiği The Marmara'daki patlamayı, oteli kendisine mekân seçiyor. Birbirine bağlı, sonu şaşırtmacalı. Genellikle büyük şaşırtmacalar var öykülerin sonunda. Bir şeyler hiç de göründüğü gibi değil. Öykünün sonunda aslında hiç de öyle olmadıkları belli oluyor ama her zaman sezmek de mümkün değil. İlk kitaplara özgü, kendi gerçekliğinin ötesine geçememek, kendi içine dönmek gibi şeyler yok. Bununla beraber dildeki kimi benzetmeler biraz tuhaf, birbirine hiç de benzemeyen, karşılığını oradan aramayacağın türden ve dikkat çekecek kadar fazla. İlk elin günahı olmaz, derler. Hem okur da sevmiş, onuncu baskıydı, okuduğum, kime ne, bana ne o halde.
Mavi Kanatlar
Jef Aerts'in yazdığı Genç Timaş'tan çıkan bir çocuk romanı. Kızımın ocak ayı okuma listesindeydi. Vietnam'a giderken götürdüğümüz kitaplardandı. (Sahi biz Vietnam'a gitmiştik. Ne güzel bir geziydi. Etkisi sürerdi daha, yazardım buraya izlenimlerimi deprem olmasaydı eğer.) Benzerini çok okuduğum türden bir kitap. Boşanmış ve yeniden evlenmiş ebeveynler, yeni aile, gıcık üvey kardeş, hiperaktivite, dikkat eksikliği, öğrenme güçlüğü vb. özellikleri olan bir çocuk, onun istemeden yol açtığı karmaşalar, verdiği zararlar, önyargılar, ikinci kurulan ailenin neredeyse parçalanma aşamasına gelmesi, sevginin gücü, önyargıların yıkılması, verilen zararların telafi edilmesi, mutlu son. Benzer bir seyri izleyen kitapta öğrenme güçlüğü yaşayan büyük ağabey, yaralı bir turna kuşuna uçmayı öğretmek için küçük erkek kardeşinin çatıdan düşmesine, bacağının kırılmasına yol açınca bakım evine yatırılması gündeme gelir. İki kardeşin buna hiç niyeti yoktur. Yaralı turna kuşunu da alarak kuşların göç ettiği güneye doğru yol alırlar. Onların kaçışı, ailenin iz sürmesi, güçlü kardeşlik bağı, üvey kız kardeşin onlar için endişelenmesi, aralarındaki bağa imrenmesi, yeniden bir araya geliş, mutlu son.
Mösyö ve Arşidük
Verda Sönmez Anıl'ın yazdığı bir çocuk kitabı. Kırmızı Kedi Çocuk'tan. Hippo yaz tatilini halasının çiftliğinde geçiren bir çocuk. Bir gün tavan arasında eski bir kitap bulur. Sayfaları çevirir ve kendisini oraya çok benzeyen ama başka bir zamanda bulur. Bu eski kitabın içine hapsolmuş Mösyö adlı kedi ve Arşidük adlı çocuğun sıkıştıkları sayfadan kurtulması için hikâyelerinin yazılması gerekmektedir. Hippo her gün eski kitabın sayfaları arasına girer ve hikâyeyi sürdürür. Hippo reel dünyada uslu uslu oturur. En büyük yaramazlığı halasının ağzına tıkıştırdığı yemekleri yememek için tavan arasına kaçmakken macerayı bu paralel evrende yaşar. Pek sevmedim açıkçası.
Maceranın ancak yazılmakta olan bir kitabın sayfalarında yaşanıyor olması, bizim yerli yazarlarda çokça gördüğüm türden bir seçim. Eğer bir macera varsa, evden uzaklarda birtakım riskli işler yapılacaksa bu, çoğunlukla gerçeküstü bir yerde yaşanıyor. Kendi yazdığım çocuk kitabında, çocuğu hep aile bireyleriyle yazdığımı ancak kitap yayımlandıktan sonra fark ettim. Çocuklar için yazarken bile onları koruyup kolluyoruz. Nefesimiz her daim enselerinde. Devam kitabını yazarken neyse ki bunun farkına vardım. Pelin'i arkadaşlarıyla evin dışında, okul bahçesinde arkadaşlarıyla da yazabildim.
Eve Dönmenin Yolları
TDB Dergi'ye yazmak için yeniden okuduğum bir kitap. Üst kurmaca. Yazılmakta olan bir romana ve romanın yazarının yaşadıklarına, roman hakkındaki düşüncelerine bakıyoruz. Yazılmakta olan roman çok daha ilgi çekici. Roman yazarının yaşadıkları lineer bir zaman seyri izlemiyor. Elbette gün gün, saat saat okumayacağız olanı biteni ama fazla kesik kesik geldi bu ikinci okumamda. Hiç de öyle ilk seferdeki gibi ayılıp bayılmadım. İçinde okur yazar olmaya dair tatlı anektodlar var, örneğin okurken yüzünü kapamak, yazarken yüzünü açmak gibi. O yüzden roman içindeki yazarın, yazdığı romanın içinde yüzünü açarak kendinden bir şeyler yazdığını da öne sürmek pekala mümkün. Pinochet rejiminin sarstığı insanları 1985'te yaşanan çok az can kaybına yol açan bir depremle kıyaslamak, birlikte anlatmak çok güzel bir seçim olmuş. Depremde zemine duyduğunuz güveni kaybediyorsunuz, diktatörlüklerde her şeye duyduğunuz güveni. O kısımlarda da tatlı benzetmeler, sizi düşündürecek yerler var. Ağır bir deprem hikâyesi değil. İçinden geçtiğimiz günlerin ağırlığı sizi okumaktan alıkoyamayacaktır, merak etmeyin. Ama şuna hayıflanacağınız kesin. Şili gibi çok yoğun sismik hareketlerin olduğu bir coğrafyaya konuşlanan, dünya üzerinde kaydedilen en büyük depremin yaşandığı küçük, ekonomik olarak bizden hiç de ileride olmayan bir ülke, depremleri küçük maddi hasarlarla atlatırken biz 7'yi geçen her depremde neden on biner, on biner ölüyoruz? 6 Şubat'ın bir milat olması, Türkler bu depremden çok ders aldı diye anılabilmeyi içtenlikle temenni ediyorum ama daha yazarken biliyorum ki bu ancak ve ancak bir ütopya. Kelimeler geldi yine kendiliğinden, depreme bağlandı. Bu haldeyken ocak ve şubat ayı okumalarımdan aklımda kalan dört kitabı özetleyebilmem büyük başarı doğrusu.
Ya sen nasılsın? Kitap okuyabiliyor musun? Dikkatini okuduklarına verebiliyor musun? Yoksa kendini sosyal medyayla, dizilerle mi uyuşturuyorsun? Severek okuduğun kitaplar, izlediğin filmler varsa önerilerini duymak isterim. Sevdiğin, sevmediğin kitaplardan, kendinden, kaygılarından bahsetmek istersen buradayım. Malûm çocuklarımız, eşlerimiz, ailelerimiz her zaman bize empati vermek için uygun değil. Telefonun ucunda değilsem de, klavyenin bu yanından kelimelerimizle birbirimizi sarabiliriz. Kendine karşı sevgi, anlayış ve şefkatle dolu olacağın bir pazar günü geçirmeni dilerim.
Not: Kız aradı. Bizi gelip sen alsana. Marketten mayonez de alırsın hem, dedi. Çocuk haklı. En iyisi üzerimi değiştirip çıkmak.
Sizi bilmem ama eski Yeşilçam şarkılarını dinlemek hoşuma gidiyor. Bu da ara ara dilime takılanlardan. Pazar neşesi olarak gelsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder