Ne dündü ama.
Şaşırarak, Cumhuriyet tarihinde örneği yok, daha fazla ne yapabilirler ki, o kadarına da cüret edemezler, yok artık diye diye bugünlere geldik. Şaşkın, kızgın, çaresiz, pişman, sabrı taşmış, umutsuz... Duygulardan duygu beğen. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bugün sokağa çıkanları gecikmekle itham edenler, hakkı olmadığını söyleyenler de az değil. Fıkradaki gibi ilk sarı öküz giderken sesini çıkartacaktın diye öfkelenenle bugün adaletsizliğe karşı durmak isteyenin aynı şeye karşı durduğunu kabul etmesi gerek diye düşünüyorum. Hakikati görmek her zaman kolay değil. Herkes aynı anda göremiyor. Kiminin gözünde az toz var, kiminin gözünün önünde kalın bir perde. Ama açıldıysa bir kez o gözler aydınlığa buna sevinmek yerine sövelim mi yani?
"Bu ülke kendinden başka bir şeyle meşgul olma" fırsatı tanımıyor evlatlarına. Her kuşak tarihi günlere tanıklık ediyor desem mübalağa etmiş olmam. Bize de bu günler düştü. Yargı vasıtasıyla by-pass operasyonunu canlı canlı izliyoruz. Bu çalkantılı günlerin bir an evvel sona ermesini, her şeyin yoluna girmesini umuyoruz. Gözlerimi dış dünyadan evin içine çevirmek istiyorum, izninizle.
Dün Netflix'te yayımlanan Adsolecence (Ergenlik) dizisini izledim. İngiliz yapımı mini dizileri seviyorum. Konuyu dağıtmadan, bir meseleye odaklanarak kısa zamanda kendi bakış açılarını izleyiciyle paylaşan yapıtlar bunlar. Sabahın erken saatlerinde ani bir baskınla cinayet zanlısı olarak tutuklanan 13 yaşındaki oğlan çocuğu Jamie Miller ve ailesi etrafında dönüyor. Dizi, "Katil kim?" sorusuna odaklanmıyor. Bunun yerine Jamie, okuldaki öğrenciler, akran zorbalığı, ergenlerin birbiriyle olan ilişkisi, okuldaki atmosfer, duygu durumları, suçu doğuran koşullar, kuşaklar arası iletişim kopukluğu gibi meselelere dikkatini veriyor. Bu yönüyle de klasik polisiye yapımlarından ayrılıyor. Severek izledim.
Bu akşam Gabor Mate'nin iki oturumluk bir eğitimi var. Bu akşam için hangi halde, nerede olacağımı kestiremediğim için kayıt olmamıştım. Dün akşam saatlerinde oldum. Çünkü evdeyim. Rahat rahat oturamasam da gözlerimi ve kulaklarımı dört açıp yattığım yerden dinleyebilirim. Kayıttan 30 gün izleme imkanı da cabası. Dün akşam tüm hengamenin içinde yıllardır okunmayı bekleyen "Vücudunuz Hayır Diyorsa Duygusal Stresin Bedelleri" kitabını elime aldım. Daha önce biraz kurcalamış, kimi satırların altını da çizmişim ama okuma sonlanmamış. Şimdi değilse ne zaman, değil mi sevgili okur? Size de duyurmuş olayım. Belki son dakikada kayıt olur, aynı alanı paylaşır, üzerine birlikte düşünürüz.
Televizyonu kapatıp müzik açtım. Son haftaların favori şarkısı Unuttun mu Beni ile başladı listem. Rastgele çalıyor sevdiğim şarkıları. İkinci şarkıya da bakın hele. Bim Bam Bom. Yeşilçam filmi şarkılarını sevdiğim doğrudur. Saat 11'e yaklaşıyor. Bu sabah 7.30 civarı uyandım. Antibiyotik saatim şaştı. Baktım her koşulda geçecek. Dün almayı unuttuğum demir haplarına başladım. Bir ay kullanacağım. Bir saat açlığın ardından kahvaltı yaptım. Çayı demledim. Yumurta kaynattım. Gerisini annem yaptı. Ben ilaçlarımı alıp uzandım ve telefondan blog yazımı yazmaya başladım. O da kahvaltı sofrasını kaldırdı. Komposto yapmak üzere hazırlıklara başladı. Çubuk tarçını kıramayacak kadar güçsüz artık bilekleri. Tarçınları ben kırdım. O kaynatacak yabancısı olduğu mutfakta. Her kadın kendi mutfağını, düzenini arıyor ama zor zamanlar da birlikte aşılıyor.
Salı gecesi eve geldim. Hiç dışarı çıkmadan evde geçireceğim ikinci gün. Araba kullanmak hayal, iskemlede oturmak dahi lüks. En fazla balkona çıkıyorum. Birkaç dakika ayakta duruyor üç beş çiçeğiyle beni selamlayan bahardalına bakıyorum. Camlar kirli. Bayram temizliği bizden uzak. Az sonra bu satırları paylaşıp kitap okuyacağım. Su içecek, güçlükle doğrulacak, tuvalete gidecek geri yatacağım. Sani mahçup bir oğlan. Annemi bile yabancılıyor. Ya sokakta ya balkonda takılıyor. Fena da değil. İri cüssesi, altı kiloyu aşan ağırlığıyla bir anda karnıma atlamasını istemem doğrusu. Yatış açımla veda ediyorum size.
Yarın görüşmek üzere...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder